HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 7

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, “Mânâ kapısını döversen açarlar” diye buyurur ve şöyle devam eder:

“Fakat bunun için fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan hâline getirsinler. Fikir kanadı çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeye alışmışsın; onun için toprak sana can gibi geliyor.

Ekmet, et… bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.

Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir hâline geldi. Nerde dert varsa devâ oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.”

Hazreti Mevlâna, aşk için der ki: 

“Aşık harâretle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden geçer gider!

Sen Tanrı aşıkısın; Tanrı ona derler ki, geldi mi sende kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz. Meğerse sen kendini yok etmeye aşıkmışsın!

Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın… Şems geldi, elbette gölge derhâl yok olur!”

Hazreti Mevlâna yine der ki:

“Sevgiliye yakın olduğumuz kadar canımıza bile yakın olduğumuzu sanmıyorum. And içerim ki, ben onu asla anmıyorum. Çünkü anmak, yanımızda olmayanları hatırlamak demektir.”

“Birkaç kere taklit yoluyla kendimi seçtim. Kendimde olduğum zaman kendimi lâyık bulmadım. Kendimi görmeden önce daima kendi adımı işitirdim. Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim.”

Kasîde:

“Gizlice burada isen, yine öyle gizlice burada ol! Hatırlıyor musun, bir defa bir iş yapmıştın; yine o işi yap! 

Dün, beni bağrına basıp sıkmıştın! Gel ey tatlı varlık; yine öyle yap, beni bağrına bas! 

Dün, benim kapımı, damımı kırmıştın! Bugün de gel, kapıdan içeri gir öyle yap!.. 

Bu değersiz kölenin canının tâ içine girip bir şey yapmıştın da, o yaptığın iş benim canıma işlemişti! Gel; canımda, gönlümde işlediğin o işi gözümün önünde de işle; benim gözümün önünden gitme! 

Ey ay yüzlüm; dün, ne de güzel cilvelenmiştin! Nazı bırak; ondan daha hoş cilvelen!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 6

Hazreti Mevlâna buyurur der ki: 

“Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğusundan baş göster.

Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hâle geldi, ayıp ve âr kesildi.

Can, o bensiz benlikten hoş bir hâl aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.

Benden kurtuldu da, şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe!

O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardına bakmamakta, koşup durmakta.

Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü, istediğini elde edersin. Sen istedikçe istediğin seni arar mı?

Bu bahiste akıl yol gösterici değildir, fakat ‘tatmayan bilmez.’ Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.”

Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli irşâd eder, aydınlatır; fakat akıl bu aydınlıklarla bir yere geldiğinde bizden ‘hâl’ ister. O hâle bürünmemizi ve o hâl ile yaşamamızı buyurur ve şöyle der:

“Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte dek, nerde bu gül bahçesi diyeceksin?

Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlıu, gizli bir dikenin başında dolaşıp durmakta!

Sen şekerden tatlı bir hâle gelsen bile o tat, bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

Fakat fazla vefâlı olman sebebiyle tamamen şeker olursan, buna imkân yoktur. Nasıl olur da şekerden tat ayrılır, imkân var mı?

Ey hoş arkadaş! Aşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur.

Küçük aklımız, sırlara sahiptir gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.

Zekîdir, bilir; fakat yok olmamıştır. Küçük akıl sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibârettir.”

Rubâi:

“Şu anda Hakk aşıkları beraberce oturmuşuz, elimizde mânâ şarabı kadehi, göğsümüzde gül var! 

Şu anda bu âlemden görünmez âleme sefer etmedeyiz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 5

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de şöyle buyurur:

“Lâ’l denen kıymetli bir taş vardır. Bu taş kıymetini güneşin ışıklarıyla dolduktan sonra alır. Güneş ışığı zamanla sıradan bir taşı lâ’l denen bir mücevher hâline getirir. Hani taş, hâlis lâ’l hâline gelir, güneşin sıfatlarıyla dolar ya. Artık onda taşlık kalmaz. Ondan sonra kendisini severse o, güneşi sevmektir. Canla başla güneşi severse yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.

Hâlis lâ’l, ister kendisini sevsin, ister güneşi. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Fakat taş lâ’l olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü onda bir varlık değil, iki varlık vardır.”

“Çalış da taşlığın azalsın, lâ’l ol da taşın nurlansın” diyen Hazreti Mevlâna, “Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da her an yoklukta varlık bul” diye buyurur.

Bir yerde de, “Her şey O’dur davası, sendeki mânâdır. Senin suretindeki mânâ hep O’dur” diye seslenen Hazreti Mevlâna, aşkı her zaman akıl ve zekânın üstünde tutar ve şöyle der:

“Aşk, ileri gidenler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin afete uğraması nadirdir. Çok defa kurtulur. Aklı ve zekâyı sat da, hayranlığı satın al… akıl ve zekâ bir şeyi sezmektir, veya şüpheyle bilmektir. Hayranlıksa bakmak ve görmektir!

Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et… Tanrı’m bana yeter, de. Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir… zamanın Kutbu’na duyduğun hayranlıkla aptal ol da gönlün doğru kalsın.

Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağında göz olur, burnun da! Âriflerin her kılı göz kesilir! Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır… Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka… sufîlerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir… bunu böyle bil!

Sen temizlendin mi perde yırtılır… pak kişilerin canları sana görünmeye başlar! Fakat eğri duygu eğriden başka bir şey göremez. Şaşı göz, tek göremez. Sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör! Darlıktan kurtul, isimden de, şöhretten de… aşk içinde aşkı gör!”

Rubâi:

“Ey Hakk aşığı, sen de, insanlann ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki âlemi gören gönül gözlerini aç! 

Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthâne. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O’nu arayalım, yalnız O’nu tanıyalım.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 4

Hazreti Mevlâna der ki: “Ey cihanı dolaşan sefâ ehli aşıklar. Bir put için bu kadar hayranlık neden? Onu siz bu cihanda arıyorsunuz. Eğer kendinizde arasaydınız muhakkak ki onun siz olduğunu anlayacaktınız.”

Hazreti Mevlâna, bir damla gibi olan bizleri ebedî güzelliklerle dolu, nur âlâ nur hakîkat denizine doğru çekmekte, yâni bizleri gerçek varlığımıza kavuşturmaktadır. O, iç âlemini bizlerden esirgememiş, ümmetine düşkün olan Hazreti Muhammed gibi, Hazreti Mevlâna da aşıklarının üzerine titremiştir. 

Hazreti Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm’de insana gerçek kimliğini, “Hakk’ın halîfesi insandır, Hakk insanla görünür” diyerek verdiği gibi, Hazreti Mevlâna da sayısız tefsîrlerle Hazreti Muhammed’in hakîkatlerini açıklamıştır. O da insan hakkında buyurur ki:

“Onun için Peygamber bunu anlattı, dedi ki: Kim kendisini bilirse Tanrı’sını bilir. Murad sensin. Neden her yöne koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen sakın ‘Ben’ deme, hep ‘Sen’ diye söyle! Senlik, O’luk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.”

Hazreti Mevlâna bir yerde de şöyle söyler: “Kimde yakîn aynası varsa, kendini görmüş olsa bile hakîkatte Tanrı’yı görür.”

Bir şeyi sağlam ve şüphe götürmeyecek şekilde bilme hâli tasavvufta “yakîn” sözüyle tâbir edilir. “Yakîn” sözü bir şeyi şüphesiz ve kesin olarak bilme ifadesi olarak kullanılır.

Fakat kendinde Tanrı’yı görmek için kendi varlığından sadece bir isim kalmalı, kendi varlığını bırakıp, Hakk’ın sıfatlarına bürünmelisin.

Kasîde:

“Seni yakından görmek istiyorum. Ne olur, biraz daha yakına gel! Çünkü senin yüzün tamamiyle nurdan ibaret. Nurdan başka bir şey değil. Dünyada senin aşkınla mahmur olmayan kimdir? 

Bu sözü yanlış söyledim. Canlar canını isterken; ‘Yakına gel!’ denir mi? Sen uzakta değilsin, sen benim canımdasın, canımın içindesin. Kendinde olana; ‘Yakına gel!’ demek büyük bir hatadır. 

Düşünce, düşünceye perde olur. Bu sebeple, şu veya bu şekilde düşünceyi bırak! Zaten o gizli değil ki!.. 

Senin ay gibi güzel olan yüzün meydanda iken, herkes tarafından görülürken senin yüzünü göremediği için gussaya dalan, derde düşen kişinin özrü kabul olamaz! 

Şunu iyi bil ki, aşksız gönüle sahip olan, aşık olmayan kişi, padişah bile olsa o, ipek kefene sarılmış, mezara gömülmüş bir ölüden başka bir şey değildir.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 3

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de mânâları o derece açar ki, herkesin anlayacağı bir hâlde anlatır, çeşitli misâller verir, yollar gösterir. Yokluğu farklı örnekler vererek, bir yerde şöyle izâh eder:

“Çıplak adam, arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya!

Arılar, adamın tepesinde dolaşır dururlar… başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar!

Tanrı’yı anmak sudur, şu kadının veya bu erkeğin anılması da arıdır.

Tanrı’yı anma suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul.

Ondan sonra sen, tepeden tırnağa kadar o arı-duru suyun tabîatına bürünürsün. Öyle bir hâle gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!

Sonra dilersen sudan uzaklaş… içten suyun tabîatına sahip olursun, hakîkatte ondan ayrılmamış sayılırsın.

Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına bürünmüşlerdir.

Onların sıfatları, Hakk sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.

Peygamberlerin nurları güneştir; bizim duygu ışığımız ise kandil, mum ve is!

Biri yanıp erir, öbürü parlar durur!

Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma. Bu yolda sabır lâzım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!”

“Aşığın gıdası ekmeksiz ekmeğe aşık olmaktır” diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşığın aynı zamanda yoklukta yaşayan kişi olduğunu açıklar. Yokluğa bürünen kişinin aynı zamanda aşık olduğunu yine Mesnevî’de şu sözleriyle açıklar:

“Aşıkların varlıkla işi yoktur. Aşıklar, kârı sermayesiz elde ederler. Kanatları yoktur. Âlemin etrafında uçarlar. Elleri yoktur, topu meydandan kaparlar.”

Kasîde:

“Öyle bir sevgilim var ki, sevgisi içimi yakıyor, kavuruyor. İstiyorum o, benim yüzümü ayakları altına alsın, gözlerimin üstünde yürüsün! Başka bir yerde yürümesin! 

O benim her şeyimdir. O benim ekmeğimdir, suyumdur, havamdır. Ama bütün bunlar da onunla beraber bulunduğumuz günün içinde gizlenmiştir. Bu yüzdendir ki rızkım, gıdam onunla bulunduğum gündür. Asıl benim günüm de o gündür. O gün ne hoştur! Onun gıdası da ne hoştur! 

O bizi yok edip giderse ne olur? Allah’a yemin ederim ki, onun beni yok etmesine razıyım. Allah dilediğini yapar! 

Onun dikeni güllere sermayedir. Hakîkati bizden gizleyen perdeleri açmakta lütuflar, ihsanlar sahibidir. 

Her ne söylediysen, ne duyduysan, onların hepsi de kabuk gibidir, mânâsız sözlerdir. Çünkü aşkın içi, özü açıklanacak, anlatılacak bir şey değildir! 

Hakîkati hisseden, tecellîlere mazhâr olan özlü kişi deriye, kabuğa bakar mı?”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 2

Hazreti Mevlâna, “Yokluk benim iftihârımdır” sözüyle insanlığı aydınlatan Hazreti Muhammed’le ilgili Mesnevî’de şöyle der:

“Muhammed, elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyâmetti. İşte onun için o güzel haberler veren, ölmeden önce ölünüz demiştir.

Gözü Tanrı’dan başka bir şeye kaymadı da, o yüzden her derdin şefaatçisi oldu. Cebrâil’in bile görmeye tahammül edemediğini O gördü.”

Hazreti Mevlâna’nın bu dünyadan göçme vaktine “düğün gecem” adını verdiği gibi, Hazreti Muhammed’in de bu âlemden geçişine bakışı, Mesnevî’de şöyle anlatılır:

“Hangi ay içinde göçeceğini haber alınca, can ve gönülden o aya aşık olmuş, neşelenmişti. O ay geldiği vakit kim bana haber verirse, onu cennetle müjdeleyeceğim, şefaatçi olacağım, buyurmuştu. Ukâşe isimli bir zât gelip haber verdiğinde, Peygamber de, ‘Ey ulu arslan, cennet senindir’ buyurdu.

Erler görüyorsun ya, âlemden göçmeden dolayı neşeleniyorlar; şu çocuklarsa âlemde kalmalarına seviniyorlar.”

Hazreti Mevlâna, yokluğu iyice anlamamızı ister. Bir yerde şöyle seslenir:

“Yok olmak, Tanrı sıfatlarına nispetle yok olmaktır… fakat hakîkatte ona, yoklukta bir varlık vardır.

Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur. Bizim lütfumuza mağlub olan irâdesiz, ihtiyârsız ve âciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyâr sahibi olmuştur.

Dünyada ister yenecek bir lokma olsun, ister içilecek bir şey… onun lezzeti, lezzetten kesilmesinin feridir. İnsan, yediği, içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddî lezzetlerden kesilmedikçe, mânevî lezzeti bulamaz.

Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hâle gelir ama hakîkatte kendisi lezzet kesilir, lezzette hiç ayrılmaz olur!”

Rubâi:

“Aferin o yokluğa ki, bizim varlığımızı kaptı gitti. Zaten can âlemi de o yokluğun aşkı yüzünden var oldu. 

Yokluk nereye gelip konarsa, varlık kaybolur gider. Bu ne biçim yokluk ki gölge varlığa varlık katar?”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 1

“Yokluk benim iftihârımdır” diye buyuran Hazreti Muhammed’in derin mânâlar içeren bu sözünü, Hazreti Mevlâna, Mesnevî’nin birçok yerinde açıklar. Zîrâ Mesnevî’nin kendisi yokluk dükkânıdır.

Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu süs edinirse o adamın Hazreti Muhammed gibi gölgesi olmaz. Bu çeşit adam, mumun alevi gibi gölgesizdir. Mum, baştan aşağı alevden ibarettir. Gölge onun çevresine uğrayamaz.

Mum kendisinden de kaçtı, gölgeden de. Mumu yapanın isteğine uydu, ışığına sığındı. Mumu yapan der ki: Seni yok olmak için yarattım. O da, ben yokluğa kaçtım, diye cevap verir.

Hazreti Mevlâna, reenkarnasyonu açıklarken de sözü yokluğa getirir. Kâinatta her şeyin bir hareket hâlinde olduğunu söyler ve şöyle buyurur: “Burada dâima yeniden yeniye bozulup düzelen şeyler var. Şu ten hırkası da iğnesiz ve ipliksiz dikilmekte. Fakat bunları gönül gözüyle baktığın vakit görürsün.”

Reenkarnasyon (devrân) konusunda insanın varlığının cansız bir oluşumla başlayıp, en mükemmele doğru gidişini, Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de şöyle açıklar ve sözü yine yokluğa getirir:

“Sen var olduğun gün, ya ateştin, ya yel, ya toprak. Eğer o hâlde ebedîyen kalman mümkün olsaydı hiç sana bu yücelik nasîb olur muydu? Tanrı seni değiştirdi. Önceki varlığın kalmadı. Onun yerine sana daha iyi bir varlık verdi. Böylece yüzbinlerce varlığa büründün ki dâima ikinci varlık, ilkinden iyidir. Bu varlıkları yokluklardan buldun. Öyleyse neden yokluktan yüz çevirdin? O yokluktan ne ziyâna uğradın ki, varlığa yapıştın?”

Mâdemki ikinci evvelkinden daha iyidir, yokluğu ara, insanı hâlden hâle değiştirene tap. Varlığa düştüğün demden beri şimdiye kadar yüzbinlerce haşr gördün. Haberin yokken cemâd âleminden, yetişip gelişen nebâd âlemine geldin. Nebâd âleminden de gelişip, hayat âlemine düştün.

Bu beş duygu ve altı cihet âleminden de kurtulunca deniz kıyısına varırsın. Ayak izleri, deniz kıyısına kadar gider. Deniz içinde bu izler yok olur, biter. Oradaki menzillerin nişânesi, adı sanı yoktur.

Nebâd âleminden sırf ruh âlemine kadar yüzlerce konak vardır. Yokluklarda bu varlığı gördün de nasıl beden varlığına böyle yapıştın? Tanrı hâlden hâle döndürür, şu canı ona vermekten çekinme. Yeniyi al, eskiyi bırak.

Beyit:

“Ruhtan coşup gelen şarap, yokluk kadehine konunca, sonsuz olan aşk gibi insana ölümsüz bir yaşayış verir.”

AŞK VE İMAN – 15

Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli olarak Tanrı aşkına çeker ve Mesnevî’de şöyle söyler:

“En güzel olan Tanrı’nın aşkından başka ne varsa; can çekişmedir, hatta şeker yemek bile olsa.”

“Aşıklar sevgiliye gönülden yol buldular. Biz de sevgiliye gönülden yol bulalım” diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşkın yolunun gönül olduğunu dile getirir.

Âriflerin Menkîbeleri’nde “Bana kul olan saadet mülkünü götürür, kim kapımı seçerse, dünya ve ahiretin şahı olur” diyen Hazreti Mevlâna, aşık olmayan kişinin insanlığını dahî inkâr eder. Böyle bir kişiyi insan olarak görmez. Dîvân-ı Kebîr’de şöyle buyurur:

“Ben senin aşkına aşığım. Bundan başka benim işim yoktur. Ben aşık olmayan kişinin insanlığını inkâr ederim.”

Mesnevî’de aşıkla maşuk arasında ikiliğin ortadan kalkması ile ilgili şöyle bir hikâye misâl verilir.
“Bir sevgili aşığına sordu: Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi ki: Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum. İlmimi unutmuşum, seninle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem, seni sevmiş olurum.”

Aşık, böyle bir birlik hâli içinde olduğunu, onda ikilik kalmadığını, kesin ve şüphe götürmeyecek bir şekilde bilir.

Aşık, sevgilisiyle tepeden tırnağa dolmuştur. Varlığında bir addan başka bir şey kalmamıştır. Sevgilisinde fânî olmuştur. Böyle bir kişinin vücudunda sevgilisinden başka bir varlık yoktur.

Yokluğa daldın da âciz oldun mu sevgi davasına düşeceksin diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşk olmadan da varlığın olmayacağını yine Mesnevî’de şöyle dile getirir:

“Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin vücuduna katılırdı? Ekmek varlığa katıldı neden? Aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can olmasına yol var mı? Aşk, ölü olan ekmeği can hâline getirmede, fânî olan canı ebedîleştirmede.”

Rubâi:

“Biz mest olmuşuz; başımız dönmede, başkalarının yaptıkları işlerle bizim ilgimiz yok. Dünya alt üst olsa, yakılsa, yıkılsa umurumuzda değil. Yeter ki senin aşkını kaybetmeyelim. Yeter ki senin aşkın ebedî olsun!”

AŞK VE İMAN – 14

Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’de, Hakk aşıklarının bu dünyadan geçişi ve onların ölümsüzlüğünü şöyle dile getirir:

“Gerçeklerden haberi olarak ölen Hakk aşıkları, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler.

Ölürken Hakk aşıklarının gönül gözleri açılır da, öteleri, gayb âlemini görürler. Başkaları ise, ölüm korkusuyla kör ve sağır olarak ölürler.

Aslında, Hakk aşıklarına ölüm tuzaktır. Onlar, ne ölürler, ne de yok olurlar.”

Aşığın nasıl bir hâl içinde bulunduğunu, benlik ve varlıkla işinin kalmadığını, Mecâlis-i Sebâ’da şöyle açıklar Hazreti Mevlâna:

“Aşıklık nedir? Kendi varlığından, benliğinden söz etmemektir.”

Hazreti Mevlâna, Hakk’tan başkasına olan aşkların geçici bir heves olduğunu söyleyerek bizleri hakîki aşka davet eder. Onun bizleri davet ettiği aşk, gelip geçici bir heves değildir. 

İbtidânâme’de Sultan Veled Hazretleri şöyle buyurur:

“Dünyadan el, etek çekerek Allah’a yönelen, kendini O’na ibâdete veren kişilere zâhid denir. Aşıklar, varlıklarını bırakırlar; boyuna Allah’a yüz tutarlar.

Aşıkların yürüyüşleri böyledir, zâhidlerin yürüyüşleri ise kulluğa yönelmektir, hayra gidiştir.”

Yine İbtidânâme’de Sultan Veled Hazretleri bu iki hâle sahip olan kişileri, yâni aşıkları ve zâhidleri karşılaştırarak şöyle der:

“Aşk denize benzer, zâhidlik ise katreye; aşk güneştir, zâhidlik ise sanki zerre.

Zâhidlik, akılla buraya dek gelir; aşıklık ise, ey arayan, seninle beraber gelir, durur. 

Çünkü her aşık, Allah’ın şehididir. Aşık, canını başını verdi mi, sırlara sahip olur.

Baş veren aşık sırra erer; baş vermeyen ise yelle savrulur gider.

Bir sinek denizleri aşamaz; Kaf Dağı’na, Zümrüd-ü Ankâ’dan başka kuş uçamaz.

Aşık, Zümrüd-ü Ankâ kuşu gibidir, aşık olmayansa sinek.”

Kasîde:

“Ne mutlu o kimseye ki, bizim gibi o da tamamıyla Allah’a teslim olarak onun verdiği her şeye razı oldu. Böylece cefâdan, gamdan gussadan, kurtuldu. Baştan başa neşe vefâ oldu. 

Ne mutlu neşe kaynağı olana, şarapla aklını, fikrini dağıtana, aşka, deliliğe rehin olarak mânâ denizinde inci olana. 

Onun bakışı ay oldu, güneş oldu. Toprak onun bakışıyla altın kesildi. Kerem de incilerle dolu bir deniz hâline geldi. Yürüyüşte seher rüzgârı oldu. 

Aşk padişahı, onu çekti bağrına bastı. Böylece o da bütün halktan kurtulmuş oldu. Aşkın bakışı onu seçti de bütün dilekleri yerine geldi.

Yürüyüşte tıpkı, gökteki ‘ay’ gibi oldu. Geceleyin ayın on dördüne döndü. İlâhî bakışla bir anda nerelere ulaştı, nerelere gitti! 

O yeryüzü gibiydi, gökyüzü oldu. Baştan başa tat, tuz kesildi. İnsan melek oldu, sinek de Zümrüd-ü Ankâ.”

AŞK VE İMAN – 13

Hazreti Mevlâna, bir rubâisinde, aşkın, Peygamberimizin yolu olduğunu buyurur. Hatta bizlerin de aşkın çocukları olduğumuz haberini verir ve der ki:

“Peygamberimizin yolu aşktır; aşk oğullarıyız biz, anamız aşktır.”

Sevginin ve aşkın ne kadar önemli olduğu, Fihî Mâ-Fîh’de şöyle ifade edilir:

“Nerede olursan ol, ne hâlde bulunursan bulun, sevmeye, aşık olmaya çalış.”

Âriflerin Menkîbeleri’nde, sevginin artması için Tanrı erinin yakınında olmanın gerekli olduğu, şu olayla nakledilir:

“Bir gün Mevlâna Hazretlerinin yanında birinden: Falan kişi, canım ve gönlüm hizmettedir, diyor diye bahsettiler. Mevlâna: Sus, insanlar arasında söylenen bu yalan, miras kalmıştır. O, erlerin hizmetinde olan öyle gönül ve canı nerede buldu? dedi ve mübarek yüzünü Çelebi Hüsâmeddin’e çevirerek: Allah Allah! Tanrı velîleri ile diz dize oturmak lâzımdır. Çünkü o yakınlığın büyük tesirleri vardır, buyurdu.”

Hazreti Mevlâna, sevginin yakınlıkla doğacağını söyleyerek, hiçbir zaman uzakta olmamızı istemez, ayrılık ve uzaklığı bir zehire benzetir.

Âriflerin Menkîbeleri’nde bununla ilgili şöyle söyler:

“Onu görmekte senin ruhun, onun ruhu ile birleşir. Ayrılığı niçin denemeye kalkıyorsun. Bir insan, zehiri nasıl denemeye kalkar. Sen temiz de olsan pis de, ondan uzak bulunma. Çünkü temizlik, yakınlıktan artar.”

Mektûbat adlı eserinde Hazreti Mevlâna, aşık olmayan kişiler için şunları söyler:

“Sen aşık olmadıysan, sevgi nedir bilmiyorsan; yürü git, ot otla; eşeksin sen.”

Aşkla beslediği müridleri için ise Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle söylediği nakledilir:

“Aşkla beslediğim her mürid feleğin okundan kurtulur.”

Rubâi:

“Aşk, misk gibi kokar; onun için gizli kalmaz, belli olur! 

Aşk, ağaç gibidir; aşıklar da, ağacın gölgeleridir! Gölge gerçi ağaçtan uzak düşse de, yine orada kalmak gerektir!”