AŞK VE İMAN – 12

Makalat’ta, “Aç kalmış birini arıyorum, susamış bir insan arıyorum” diye buyuran Hazreti Şems der ki: “Berrak ve temiz su, iyilik ve cömertlikle susamış insan arar.”

Yine Makalat’ta bir bilginden bahseden Hazreti Şems, onun şu hâlini bizlere anlatır:

“Bilginin biri, bir gün uykudan uyandı. Eşya, kitap her nesi varsa attı. İnliyor, ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Ömrümüzü tüketip, Tanrı kitabını arkamızda bıraktık.”

Hazreti Şems, bilginin “Tanrı kitabı” demesindeki maksadı bizlere şöyle izah eder: 

“Bilginin burada, Tanrı kitabı, demekten maksadı Kur’ân değildir. Yol gösteren adam, yâni mürşittir. Tanrı kitabı odur, âyet odur, sûre odur. O âyet içinde âyetler vardır. Bu açık Kur’ân’da, bu apaçık kitapta neler yok…”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh’de Mecnûn’un zamanından bahsederek der ki: 

“Mecnûn’un devrinde güzeller vardı ve onlar Leylâ’dan daha güzeldi. Fakat Mecnûn bunlara sevgi göstermemişti. Ona; Leylâ’dan daha güzelleri var, sana bunları getirelim, dediler. O; ben Leylâ’yı dış güzelliği ve görünüşü bakımından sevmiyorum. O, görünüşten ibaret değildir. Leylâ benim elimde kadeh gibidir. Ben o kadehten şarap içiyorum ve bu şaraba aşığım. Sizin gözünüz sadece kadehte, içindeki şaraptan haberiniz yoktur, dedi.”

“Şarabı kadehten anlamak için aşk ve şevk lâzım” diye buyuran Hazreti Mevlâna şöyle örnek verir:

“On gündür bir şey yememiş bir açla, günde beş öğün yemek yiyen bir tok, her ikisi de ekmeğe bakarlar; tok olan ekmeğin dışını ve şeklini, aç olan ise canını, özünü görür. Çünkü bu ekmek kadeh, onun tadı ise kadehteki şarap gibidir. Bu şarap ancak iştah ve şevk gözüyle görülebilir. Bunun için sen de kendinde bir şevk ve iştah meydana getir ki, sadece dışı gören bir insan olmayıp, bu âlemde her zaman sevgiliyi göresin.”

Kasîde:

“Seher vakti içtiğin şarap, sana tesir etmediyse, ben sana başka türlü bir şarap vereyim; onu iç. Benim şarabım gerçekten de acayip bir şaraptır. Bir kıyâmet gibidir. İnsanı diriltir. 

Daha ilk kadehi içer içmez, nereleri gezersin? Neler görürsün? Neler.. İkinci kadehten Allah’a sığınırız. Üçüncü kadehi içince ne olacağını söyleyemem. 

Ne gam kalır, ne iş güç kalır. Herkes yerlere yıkılır, ondan sonra da sizi alırlar, nereye çeker götürürler, Allah bilir! 

Sen kokuya, renge takılıp kalmışsın. Onların esiri olmuşsun; taşa, taştaki resme benziyorsun Şu taşın kalbinden, kaynak suyu gibi kayna da, fışkırarak çık. 

Hele ey kerem sahibi sakî! O kırmızı şarabı sun da öyle bir hâle geleyim ki, çekinmeden korkmadan senden, senin güzelliğinden bahsedeyim. 

O büyük kadehi bana, kendi kuluna sun da, onun mahmurluğuyla nasıl başımı, yukarılara daldırmışım, seyret!..”

AŞK VE İMAN – 11

Mesnevî’de, aşıkların yanıp yakılmasının bir gelişme olduğu anlatılır. Nitekim, ay da yanıp yakılarak taze bir yüz kazanır.

“Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna şöyle söyler:

“Hâlbuki aşk hastası, derdimi arttırın diye sızlanır.”

“Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan daha iyi bir sıhhat olamaz. Bu suçtan daha iyi bir ibâdet yoktur. Bu yüzden cehennem aşığın ateşinden söner. Der ki: Ey ulu er, çabuk geç. Yoksa ateşinden ateşim sönecek. Cennet de ona der ki: Yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.”

Mesnevî’de aşk hakkında “Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne ona” diye buyuran Hazreti Mevlâna, sözü yine sevgilinin suretine getirir. Bizlere mânâ aşkına ulaşmamız için aşacağımız yolların ipuçlarını söyler:

“Derken sevgili aşıktan gizlendi. Aşık da sevgilinin mânâsıyla eş oldu. Ben bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makâmının en ilerisinde salınmaktayım.”

Ve Hazreti Mevlâna sözü burada sırlayarak daha fazla söyleyemeyeceğini anlatır ve der ki:

“Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhûra gelirse gizlenmesi gerektir. Söylersen de faydasız. Yüzbinlerce gayret göstersen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz.”

Kasîde:

“Hakk’ın merhameti, keremi her zavallı, fakir adamın evine, can kaynağından kazmasız küreksiz bir ümid arkı açar! 

Gönül! Yüzünü cana doğru çevirdi de; ‘Ey aşık, ey dertlere dalmış sevdalı!’ dedi. ‘Evinde oturup durma; sevgilinin penceresinin önüne gel, ağla, yalvar! Ağlamayan çocuğa süt verilmez!’ 

Ey sevdalı hoca, ey kâr derdine düşmüş tacîr! Ovalara doğru yönel, neşe bahçesine git; gamlıların gamına bakma!.. 

Bu gönül, deriye benzer; gam ise ateş gibidir! Gam ateşinin tesiri ile, deriden yapılmış sofra gibi bir hâle gelir. 

Gönül gözün gam yüzünden toprakla dolarsa, nerden Tebriz’i bulacaksın nasıl Hazreti Şemseddin’e ulaşacaksın? 

Daha fazla sabredemiyorum; artık sırrını açığa vuracağım! Çektiğim derdi, ne göğün sırtı çekebilir, ne de yeryüzünün sırtı!.. 

Benim gönlüm gamlarla dolu; senin gönlünse, kayıtsız, gama karşı duygusuz! Senin yüzün, Çin güzellerinin yüzü gibi çok güzel; benim yüzümse, kırışıklarla dolu! 

Şu dünya ateşler içinde; neredeyse yanıp gidecek! Bilmem, benim gönlüm ne zamana kadar yanıp gidecek? Görelim, ne vakte kadar bu böyle sürecek? 

Dayanamıyorum; bin yıllık sırrı açığa vuracağım! İster gözünü kapa, ister aç, durumu seyret! 

Gökyüzünde dolaşıp duran ay, benim coşkunluğumu gördü de yolundan geri döndü, benim yanıma geldi. ‘Kimseye söylemem!’ dedi. ‘Ben, seni seviyorum, senin dostunum; hep seninle düşüp kalkmadayım!’ 

Onu görünce gözlerim kamaştı; bir an yüzüne hayranlıkla baktım. ‘Ey güzel dilberim!’ dedim. ‘Ey sudan yaratılmış ateşli güzel! 

Ey benim güzelim! Onun cana canlar katan yüzü tıpkı bu yüz! Allah hakkı için söylüyorum; gönüller kapan çalgıcım bu mu? İşte bu!.. 

Sevgilim! Senin aşkının yoluna döşenmişim; basıp geçmen için yerlere serilmişim! Yanıyorum; ne olur ateşime su serp! Ey dünyadaki gizli ay, ey Tebrizli Şemseddin!..”

AŞK VE İMAN – 10

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de “Aşk için bir sevgili lâzım” diye buyurur ve şöyle devam eder:

“Bu tıpkı şuna benzer: Gündüze nasıl güneş lâzımsa, aşka da sevgili lâzım. Güneş o yüze perde gibidir. Perdeyle sevgilinin yüzünü farkedemeyen, güneşe tapar. Ondan el çek.”

“Aşıkın günü de odur, rızkı da. Aşıkın gönlü de odur, gönlünün yanışı da” diye buyuran Hazreti Mevlâna, yine zerre içinde gizli olan güneşe dikkatimizi çeker ve der ki:

“Yüzbinlerce er, bir kişide gizlidir. Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.

O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de. Artık öyle bir can, nasıl olur da bedene lâyık olur?”

Her eserinde sayısız kez insanın yüceliğini dile getiren Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Ey insandaki binlerce Cebrâil! Ey âdi kalıpta gizli Mesîh’ler!

Ey kilisede gizli binlerce Kâbe! Ey İblisi yanıltan, yalnışlara sapmasına neden olan! Şeytan, neden bu toprağı tapı kılayım, neden bir surete din adını takayım? dedi.

Hâlbuki bu suret değildir, gözünü iyice ov da bak.”

Hazreti Mevlâna, “Yüzbinlerce er, bir kişide gizlidir” diye buyurduğu o er için, “O bir kişidir ki, içinde güneş gizli bir zerredir” diyerek, insanın hakîkatine dikkatimizi çeker. Surete bakıp yanılmamızı asla istemez. Böyle bir erde suretten öte görünen ululuk nurunun bulunduğunu söyler ve bakanların o nura bakmasını ister.

Beyit:

“Bunlar hep mânâ işi, peki suret nedir? Bu suret, öyle bir suret ki, seni suretten usandırır. Bu öyle bir uyuyan ki, her uyuyanı uyandırır.”

AŞK VE İMAN – 9

Mesnevî-i Şerîf’te “Nereye dönerseniz Tanrı yüzü vardır” sözü şöyle açıklanır:

“Susayınca bir bardaktan su bile içerseniz suyun içinde Tanrı’ya bakmaktasınız. Fakat aşık olmayan suya bakar da suyun içinde kendi yüzünü görür. Bununla birlikte aşığın sureti, Tanrı’da fânî olursa söyleyin bakalım, suda kimin suretini görür?”

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, aşıkların baktığı her yerde Tanrı’yı gördükleri hakîkatini şöyle açıklar:

“Aşıklar güneşte Tanrı güzelliğini görürler. Ay nasıl suda görünürse, güneşte de Hakk görünür. Fakat bu aşık ve sadık kişiler için geçerlidir; şeytana ve hayvana tecellî etmez. Bununla birlikte şeytan bile aşık olsa bir Cebrâil kesilir, şeytanlığı ölür. Bu makâmda ‘Şeytanım benim elimde Müslüman oldu’ sırrı belirir.”

Yine Mesnevî’de, ‘İmr’ül Kays’ isimli bir Arap padişahından bahseden Hazreti Mevlâna, bu padişahın zamanın Yusuf’u gibi çok güzel olduğunu söyler. Aynı zamanda şair olan ve Arap kadınlarının hepsinin aşık olduğu bu zât, şunu bildi ki onların hepsi suret güzelleridir. Onlar âdeta tahta üzerine yapılmış resimlerdir. 

Nihâyet bu padişahta bir hâl belirir ve gece yarısı ülkesinden kaçar. Bir hırkaya bürünüp gizlenir. Kusurdan ve her türlü noksandan uzak olanı aramaya başlar.

Hazreti Mevlâna, bu padişahın ülkesinden kaçıp arayışa düşmesinin sebebini ‘aşk’ olarak açıklar ve şöyle buyurur:

“Aşk, o padişahı dudakları kurumuş ve susuz bir hâlde Arap ülkesinden çekti. Bir şehre geldi ve orada kerpiç ameleliği yapmaya başladı. O ülkenin padişahına, Arap padişahlarından İmr’ül Kays bu diyâra geldi, aşka av olmuş, kerpiç ameleliği yapıyor, dediler.

Padişah kalktı, gece vakti onun huzuruna gitti. Dedi ki: Ey güzel yüzlü padişah! Sen, zamanın Yusuf’usun. İki ülke de sana tâbî olmuştur. Ben de senin kulunum, ülkem ve saltanâtım da. Bizim yanımızda konakla da devlet ve ikbâle erişelim.

Böyle bir hayli hikmetler söyledi. Padişah öylece susup duruyordu. Birdenbire sırrının yüzündeki örtüyü kaldırdı. Kulağına eğilip aşk ve derde ait ne söylediyse söyledi. Kendi gibi onu da baştan çıkardı. Diğer padişah da onun elini tuttu, onunla dost oldu. O da onun gibi tahttan, kemerden bezdi.

Bu iki padişah, uzak ülkelerin yolunu tuttular…”

Kasîde:

“Beşer sevdası olmayan başımda, bir heves var! Bir sevda var! Bu sevda yüzünden öyle bir hâldeyim ki, kendimden bile haberim yok!

Aşk padişahı, bana her zaman binlerce memleket bağışlar. Benim ise, ondan, onun cemâlinden başka hiç bir isteğim yok! 

Bana iki cihanda da onun aşkının kemeri ve külâhı yeter! Benim kendi külâhım başımdan düşse, belimde de kemerim olmasa, benim için tasa değil, hiç üzülmem 

Seher vakti onun aşkı, benim hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki, ben orada nice geceler, gündüzler geçirdim de seherlerden haberim bile olmadı. 

Canım ise mânâlar diyârına öyle bir sefer etti ki, gökler ve ay; ‘Biz ömrürnüzde böyle bir sefer yapmadık’ dediler. 

Ayrılıktan ötürü canım, iki gözünden kanlı yaşlar saçıyorsa da, sen, bunu gördüğün hâlde, incilerle dolu bir gönlüm yok sanma! 

O eşsiz varlığın cemâlinden, güzelliğinden bir nişâne, bir iz gösterirdim ama, iki cihan birbirine girerdi. Ben kavga ve gürültü çıkarmak niyetinde değilim.”

AŞK VE İMAN – 8

Hazreti Mevlâna, aşığın sarhoşluğunu yüce bir doğan kuşuna benzetir, fakat sarhoşlukla da yetinmemizi istemez. Bizlere Mesnevî’de şunları söyler:

“Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer, ama kutluluk mekânında ondan da yüceleri vardır. Yücelere çık, çünkü Allah’ın yarattığı bu geniş yeryüzü sana teslim olmuştur.”

Hazreti Mevlâna, bizleri bir İsrâfil gibi görmek ister ve şöyle buyurur:

“Herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada, sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrâfil ol.”

Maarif’te, Tanrı’nın velîsinden bir rahmet madeni olarak söz eden Hazreti Mevlâna der ki:

“Tanrı’nın velîsi bir rahmet madenidir. Herkes onun görünen varlığından zevk bulur, rahata kavuşur. Onun nurundan canlanır. O nur ile hiç eksilmez.”

Yine Maarif’te, âriflerden her şeyi kendilerinde bulan kişiler olarak bahseden Hazreti Mevlâna, ârifler hakkında da şunları dile getirir:

“Âriflerin sevgilileri de, mânevî aydınlıkları da gönüllerinin dışında değildir. Onlar, üzüm suyundan yapılmış şarabı içmezler, onlar mânâ şarabını kendi damarlarında dolaşan kanda bulurlar. Dünyada herkes bir Leylâ’ya Mecnûn olmuştur. Âriflerin her an Leylâ’ları da kendileridir, Mecnûn’ları da!..”

Rubâi:

“Kendi Leylâ’mdan, bende bulunan Leylâ’nın aşkından Mecnûn oldum; yüzlerce Mecnûn’dan daha deli, divâne bir hâle geldim! 

Ey beni hoşlukla, rahatlıkla terbiye eden, yetiştiren; ey bana mükerrem, üstün bir varlık olduğum müjdesini veren Allah’ım!

Aşkınla beni öldürürsen, ey benim katilim; benim diyetim Sen’sin!”

AŞK VE İMAN – 7

Hazreti Mevlâna, aşkın hayranlık olduğunu Dîvân-ı Kebîr’deki şu sözlerle dile getirir:

“Aşk daha başlangıçta bile baştan başa şaşkınlıktır, hayran olmaktır. Akıl, aşka karşı şaşırır kalır, can ise abdallaşır.”

Hazreti Mevlâna, yine Dîvân-ı Kebîr’de akılla aşka varılamayacağını şu sözleriyle anlatır:

“Akıl bir ateş gördü: İşte bu aşktır, dedi. Hayır! Aşkı akıl göremez, aşkı ancak aşkın uyanık gözü görür.

Aşk, ağızsız, dilsiz, sessiz sedâsız feryâd ederek dedi ki: Ey gönül! Sen yükseklerde uç da, aşkın yüceliğini gör!”

Dîvân-ı Kebîr’de bizlere, “Eğer sen, ben aşığım dersen, bil ki senin için birçok imtihan vardır” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Aşk, birliktir. Burada iki yok, ya sen varsın, ya aşk, ya da aşk devleti var” der.

Mesnevî’de bu birliği başka bir şekilde şöyle açıklar Mevlâna:

“Sevgili emredince kötü kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir. Onun emri ile olan kötülük, bütük âlemin iyiliklerinden üstündür.”

Yine Mesnevî’de bizlere sarhoşluktan dahî geçmemizi buyurur ve der ki:

“Diri ve daima işte güçte olan Allah’lık âlemine gir. Gir de, görmüyorum, görüyorum olsun… Şu bilmemler, biliyorum hâline gelsin. Sarhoşluktan geç, sarhoşluk verir ol. Niceye dek bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın?”

Rubâi:

“Sen nazlanırsın, sevgilin de nazlanır. Böylece iki taraf da nazlanırsa ayrılık meydana çıkar. 

Fakat sen, sevgiliye naz etmez de, niyâz edersen; yâni yalvarır, yakarırsan, bu yalvarıp yakarmadan, yüzlerce buluşma, yüzlerce kucaklaşma elde edersin.”

AŞK VE İMAN – 6

Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’de, “Sen, şu içinde yaşadığın gamlarla, belâlarla dolu âlemi bırak da, kendin bir âlem ol!” diye buyurur.

Âriflerin Menkîbeleri’nde ise şöyle der:

“Ömründen nasîbin; kendini, sevgiliden mutlu bulduğun ândan ibarettir. Öldükten sonra senin elini tutan aşk ilmidir. Sen, Tanrı için aşk ilmini öğren.”

Aşk bir ilgisi, bir meyli olmayan kişilere Hazreti Mevlâna der ki: 

“Kimin aşka meyli yoksa o, kanatsız kuş gibidir, vah ona!”

Hazreti Mevlâna, aşkı bu cihetten veya o cihetten diye ayırmaz. Zaten birlik dükkanı olarak sunduğu Mesnevî’sinde böyle bir ayrım ve ikilik yer almaz. Mesnevî dükkanında her şey birdir.

Ve şöyle buyurur:

“Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… Âkibet bizim için o tarafa kılavuzdur.”

Hazreti Mevlâna, yine Mesnevî’sinde aşkın kelimelerle anlatılmasının zorluğunu, dille bu bahsin anlatılmasının pek âciz kalacağını şu sözlerle ifade eder:

“Aşkı açıklamak ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcûb olurum. Dilin açıklaması gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.”

Rubâi:

“Bu gönül, kendinde, kendi gönlünün içinde bir bahar mevsimi gördü. Seher vakti herkes uykuda iken o, kendi gönlüne indi ve orada, görülmemis bir çayırlık, işitilmemiş bir gül bahçesi seyretti! 

O çayırlıkta, dünya hayatından bıkmış usanmış aşığın ruhuna huzur veren, rahat ettiren bir de köşk bulunuyordu; orada, dudaksız öpüşme ve kolsuz kucaklaşma vardı!”

AŞK VE İMAN – 5

Dîvân-ı Kebîr’de, “Senin önün sonun, ezelî aşk olacaktır” diyerek gönül gözüne ışıklar saçan Hazreti Mevlâna, yine Dîvân-ı Kebîr’de aşıkların nasıl bir yaşam içinde olduklarını dile getirir ve akıllılarla aşıklar arasındaki hâlleri şöyle açıklar:

“Akıllı, her zaman kendini göstermek arzusundadır. Aşık, her zaman kendinden geçmek, divâne olmak sevdasındadır.

Akıllılar, batmaktan kaçar, sakınırlar. Aşıkların işi gücü, denize batmaktır.

Akıllılara rahat, rahata ermekten gelir. Aşıklar, rahata ermek düşüncesinden utanırlar.

Aşık, nerde olsa herkesten uzak ve yârin halkası içindedir. Halk içinde ve halktan ayrı kalması tıpkı zeytinyağı ve suyun birarada kalması gibidir.”

“Hakk’a karşı toprak olana, melek secde eder” diye buyuran Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’inde der ki:

“Ey Şems-i Tebriz’i! Senin aşkına karşı kendini alçaltan kimse, aşkın gibi yüceldi…”

Maarif’te de, aşkın öğrenilecek bir ders olmadığını şu sözleriyle anlatır:

“Aşk öğrenilmez, kendiliğinden doğar… Gönül, kendi mânevî lezzetini bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzumunu hissetmez.”

Ve âriflerin Menkîbeleri’nde de şöyle seslenir:

“Ben aşıkların nazârında bakılan cisim değilim. Belki ben sözümüz ve ismimizi işitince müridin hissettiği o zevk ve hoşluğum. Allah! Allah! O ânı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu bir ganîmet bil ve şükürler et. Çünkü ben o zevkim.”

Rubâi:

“Gönülde binlerce kilit olsa bile korkma! Sen aşk dükkanını araştır, bul! Orada gönüller anahtarı vardır!”

AŞK VE İMAN – 4

Hazreti Mevlâna, Maarif’de buyurur ki:

“Göz onu görünce Tanrı olur. Zîrâ, Tanrı Tanrı’yı görmüştür. O, kendi nurundan onlara bir nur bağışlamazsa, gözler O’nu göremezler. Ancak bağışladığı bu nurla O’nu görebilirler. Bu durumda Tanrı’yı gören, kendi kendini görmüş olur.”

Hazreti Mevlâna, Fihî Mâ-Fîh’de, Hakk’ı talep eden kişinin aşık olması gerektiğini buyurur ve şöyle söyler:

“Hakk’ı talep etmekte aşk ve üzerine titreme lâzımdır. Her kim titremezse, ona, titreyenlere hizmet etmesi vâcib olur.”

Yine Fihî Mâ-Fîh’de buyurur, der ki: 

“Aşk odur ki, aşık gıdasını ve tadını, anne, baba ve kardeş sevgisini, evlât muhabbetini ve her türlü lezzetini O’ndan alır.” 

Ve iman eden kişinin fedâkârlıktan kaçmaması gerektiği şöyle dile getirilir:

“Dostluğun şartı, kendini Dost uğruna fedâ etmek, Dost için mücâdeleye atılmaktır. İmanın eseri ve İslâm’ın şartı da budur. Mümin, mâdemki kendisini Hakk’a fedâ ediyor, o hâlde belâya uğradığı, tehlikeyle karşılaştığı zaman elini ve ayağını fedâ etmekten çekinmemeli.

Zehir, Sevgilinin elinden içilebilir. O’nun acı sözü de şeker gibi yenilebilir. Sevgili, çok tatlı, pek çok tatlıdır.”

Rubâi:

“Ben olunca, senden senlik gider; yakînen sen senden fânî olursun. Bunun sebebi şudur: Ben kimse ile büyük bir çadıra sığmam. 

Benim sarhoşum olana her cihanda, cihan cihan kerem vardır. Lâkin; çalış, sabret, saflaşınca bu nimete erersin.”

AŞK VE İMAN – 3

İnsanın benliğinden boşalıp Dostla dolmasının yolu aşktır.

Maarif’de bu hâl şöyle anlatılır:

“Aşk geldi ve damarlarımın, derimin içindeki kanım gibi oldu. Beni benliğimden boşaltıp Dostla doldurdu. Vücudumda en ufak zerreye varıncaya kadar hepsini Dost aldı. Benden bana kalan şey, yalnızca bir isimdir. Geri kalan ne varsa hepsi O’dur.”

Aşkla benliğinden boşalıp, Dostla dolmuş olan, böyle bir mertebeye ermiş bir kimse, iyi ve kötünün de üzerindedir. Ortaksız bir tektir. Sayılı şeylerin dışındadır. Sanki teklik bir tuzladır ve o da o tuzlaya düşmüş ve yok olmuştur da, onda ikilikten eser kalmamıştır.

Maarif’de, Leyla ile Mecnun hikâyesinde bu birlik şöyle dile getirilir:

“Ey benim Rabbim! Senin arayıcın benim veya beni arayan bizzât sensin. Eğer talep hakîki olursa, talep eden kişi ile talep edilen birdir.

Mecnun’a ‘Baş ağrından kurtulmak için kan aldır’ dediler. O da mest bir hâlde olduğundan buna razı oldu. Damarlarından kan alınacağı sırada: Hey! Ne yapıyorsun? Leyla’nın kanını niçin akıtıyorsun? Ben, her ne kadar ismim Mecnun ise de Leyla’nın aşk tuzlasında Leyla oldum ve bende Leyla’dan başka bir şey kalmamıştır, diye bağırdı.”

Kasîde:

“Aşk, benim kadehimle şarap içer, kederlerden kurtulur.

Benim yüksek yardımımın kol ve kanadı olmadıkça, hiçbir gönül tenden yukarıya uçamaz.

Benim inâyet ipim olmadıkça, kimse kuyudan dışarıya çıkamaz.

Anladın ya; mürid için benim yanımdan başka bir emel tarafı, bir yardım kapısı yoktur.

Ölü benim kokumdan dirilir ve ölmez bir devlet bulur.”