MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (222)

Hasan Çıkar Dede

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde daima insandan bahsediyorsunuz, nedir insanı bu kadar değerli kılan?

Evet, biz burda hep insanı işliyoruz. Bizler kazançdayız, çünkü ölümsüzleri kendimize dost edindik ve en başta Hazreti Muhammed Efendi’mize yüz tuttuk. Bizler, bir mürşid-i kamilin vasıtasıyla onları gönlümüze koyarsak ve onlarla yola çıkarsak, bir gün gelir dünya ömrümüz biter ama, yine mürşid vasıtasıyla Hazreti Muhammed’e yola çıkılır, ölümsüzlüğe ulaşılır. Çünkü Allah, bilgileri insanla bildirir. Bütün bilgiler, Hazreti Muhammed Efendi’mizin iç aleminde zuhura gelerek, insan toplumuna sunulmuştur. Hazreti Peygamber Efendi’miz, bütün varlıklara sevgi ile bakmış ve ne varsa bu alemde, hepsi hal diliyle ona kimliklerini açıklamıştır. Allah, Hazreti Peygamber Efendi’mizle dile gelmiştir. Ne diyor Hazreti Muhammed? “İkre!” Bunun anlamı nedir? “Oku!” Peki Hazreti Mevlana ne diyor? “Bişnev!” Bunun anlamı da, “Dinle!” demektir.

Hazreti Muhammed Efendi’mizin, Cenab-ı Mevlana’mızın ve bütün Piran Efendi’lerimizin davası, bizleri kendilerine vakfetmek, bizleri kendileri gibi ortaya çıkarmak ve bizlere kimliklerimizi kazandırmaktır.

Şimdi buraya belki yüz kişi gelir ama, bu güzelliklere ancak beş ya da on kişi vakıf olur.

İşte Hazreti Mevlana’mız buyurur: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Bir yere sevgini vermemiş isen, sevgini aşka dönüştürmemiş isen, sen yaşıyorsun ama, aslında ölmüşsün. Bir’i buldun mu hepsini bulmuş olursun. Bir peygamberi buldun mu hepsini bulmuş olursun.

Allah akıl vermiş, onu da başa koymuş. Şimdi sen bu güzel eserleri okur ve bu güzellikleri kendinde büyütürsen, sen de güzel bir insan olursun.

Evliyaullah’ın hepsi Hazreti Muhammed Efendi’mizin kardeşleridir. Hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla nurlanarak bu topluma çıkmışlardır. Onların gönlünde, Hazreti Muhammed Efendimiz ve Ehl-i Beyt’imiz vardır.

Bu nedenle biz burada devamlı Hazreti Muhammed Efendimizi dile getiririz. Çünkü o şefkat ve merhamet doludur. Güzel kerametleri sonsuzdur. O, bir öcü değildir. O, bir kanun adamı değildir. O, bu aleme kendisini sevdirmek için geldi, bizleri korkutmak için gelmedi. Bizleri ateşlerde yakmaya, ızdırap vermeye, cehenneme atmaya gelmedi. Eğer bizler Hazreti Muhammed’i bu şekilde tanıtırsak, Onun dostu değiliz demektir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (221)

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde çoğu zaman Mesnevi’den anlatıyorsunuz. Bizlere Cenab-ı Mevlana’nın eseri ‘Mesnevi’ hakkında ne söylemek istersiniz?

Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve bizi bizlere anlatır, kesinlikle bizim dışımızda değildir.

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yatmıştır ve Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, daha ilk akşam onun manasında tecelli etmiştir. O manada, Peygamber Efendimiz, Mesnevi’yi eline almış ve gülümseyerek “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur.

Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, diyor ki: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden bizarım.”

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet etmiştir.

Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, Hazreti Peygamber Efendi’mizi yaşadığı devire göre taşımış, bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir. Bu yüzden dünyamızda, onun kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan başka bir mütefekkir zuhura gelmediği için, bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı sevmektedirler. Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir, çünkü Peygamber Efendi’mizin, selam olsun üzerine, yaşadığı devirde toplum o kadar cahildi ki, bu yüzden halka iç alemini açamamıştı.

Hazreti Mevlana’mız, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmıştır ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben nanayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi.”

Bunu söyleme sebebi şu idi; bir insan sevgilisinin hakiki cemalini görürse, onun kimliğine vakıf olursa, onda kendini fani kılarsa, o güzel yüze aşkla baktığı için güzel manalar çıkarır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (220)

Hasan Dede, sizin 1965 senesinden beridir Hazreti Mevlana’yı manen giydiğinizi ve Onu temsil ettiğinizi söylemeden geçmek istemiyorum. Hatta 1987 senesinde Konya’da düzenlenen Şeb-i Arus törenlerinde postnişin sıfatıyla Hazreti Mevlana’yı temsil etmiştiniz. Ve Galata Mevlevihanesi’nde 1981 senesinden itibaren, Mevlevihanenin tadilata girdiği 2007 senesine kadar hizmet edip, meydan açmıştınız, öyle değil mi?

Evet, ne kadar şükretsek az, Hazreti Mevlana’nın yüce keremleri sayesinde bu yolda çok güzel hizmetlerde bulunmak, Çağdaş Mevlana Aşıkları olarak yüce Pirimizi yurtiçinde olduğu kadar, yurtdışında da birçok ülkede temsil edebilmek nasip olmuştur. Ve halen, Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı adı altında, Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde hizmet vermeye devam ediyoruz ve Allah’ın yardımıyla son nefesimize kadar da hizmetlerimize devam edeceğiz.

Galata Mevlevihanesi’nden söz açılınca; Mevlevihane’nin postnişinliğini yapmış ve Hazreti Mevlana’yı kendisinde bende etmiş olan Şeyh Galib Dede’nin de, selam olsun üzerine, Mevlevilik yolundaki hikayesi oldukça ilginçtir.

Şeyh Galib Hazretleri, 17 yaşlarında posta oturmuştur. Yaklaşık 13 yaşlarında iken, annesi ve babası onun dergaha gitmesinden hoşnut değillerdi. Oğullarının dünyevi ilimler üzerinde tahsil görmesini istemekteydiler. Kendileri bunu Şeyh Galib Efendi’ye söyleyemedikleri için mürşidi Esrar Dede’ye, oğullarını dergahdan göndermesi için bir mektup yazmayı uygun görmüşlerdi. Fakat Esrar Dede’nin buna cevabı şöyle olmuştu, “Burası red kapısı değil, Hakk kapısıdır. Ben bu kapıdan kimseyi geri çeviremem. Bana bir daha böyle bir mektup yazmayın.”

Bunun üzerine anne ve babası Şeyh Galib’i başka yollarla dergahdan soğutmaya çalışmışlar ve Şeyh Galib, bir süre sonra anne ve babasının bu konuşmalarından etkilenmeye başlamış ve kafasına dünya girmişti. Mürşidi Esrar Dede, onun bu halini görmüş fakat hiçbir şey söylemeyerek susmayı tercih etmişti.

Bir gün Şeyh Galib, dergahdan çıkmış, kafası karışık bir halde yolda yürürken, Karaköy yokuşunda başı dönmüş, ayağı kaymış ve diz üstü yere düşmüş. Yerden başını kaldırdığında bir de ne görsün, gökyüzünden yeryüzüne doğru bulutlar akın akın geliyor. Bunun üzerine duraklamış ve, “Rabbim” demiş, “bunlar yağmur değil, kar da değil, nedir bunlar?” İçinden şöyle bir nida gelmiş, “Ya Galib, bunlar denizdeki ve yeryüzündeki mahluklara rızıktır.” “Peki” demiş Şeyh Galib, “insanın rızkı nedir?” İçindeki ses yine cevap vermiş, “İnsanın rızkı nurdur, diğerleri hepsi nefsi gıdadır.”

Bunu duyar duymaz, kalkmış yerden dosdoğru dergaha geri gelmiş. Esrar Dede, onu görünce şöyle seslenmiş, “Deme Galib gelmem, gayri getirirler.”

İşte böyle, açarlar kapıyı, gösterirler, sen yerinden bile kıpırdayamazsın.

Şeyh Galib, kimliğine ulaştıktan sonra şöyle bir şiir yazmıştır; şimdi bu şiirden bir alıntı yapalım.

“Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü.” Öyle bir coşku var içimde ki, ama karşımda beni anlayacak, kemalata ermiş insan yok.

“Dayanır mı şişedir bu reh-i seng sare düştü” Senin, diyor, esrar-ı rengin, yani kainatı yarattın girdin içime, nasıl anlatayım ki seni ben.

“Reh-i Mevlevide Galib bu sıfatla kaldı hayran. Kimi terk-i nam u şane kimi i’tibare düştü.”

Şimdi bir insan, bir Hakk yoluna, hangisi olursa olsun, intisab etti mi, bilsin ki, kendini ölümsüzlüğe götürmektedir. Ama bunun için çalışacak, o güzellikleri kendinde çoğaltacak ve O olmaya çalışacak. Bunu söylediğimiz zaman, O kimdir? Hakk’dır.

Hazreti Mevlana’mız şöyle der, selam olsun üzerine: “Sen O’musun? O sen misin? Sen O isen, O sen ise, bu alemde ne diye gam çekersin?”

Galip Dede Hazretleri de Hazreti Mevlana’nın bu sözlerinden etkilenerek, şöyle buyurmuştur: “Gam, keder ne varsa bu alemde, halk-ı cihanındır. Aşıkta gam, keder ne gezer.”

Hakk’ı var etmiş kendinde, vermiş gönlünü iman ettiği yere. Hiç onda gam, keder olur mu? Kendinde yaşamıyor ki, geçmiş kendinden, tüm varlığı Hakk olmuş.

Yine Hazreti Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Eğer sevgi olmadan, aşk olmadan yaşıyorsan, bil ki sen ölmüşsün. Ama bir yere gönlün varsa, muhabbetin varsa, o zaman yaşıyor ve yaşatıyorsun.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu aleme. Dünya nimetleri için gelmedik. Ama bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlünü verme. Gönlün Allah’da olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

İşte Yunus da şöyle diyor: “Kim bu malın sahibi? Kim bu mülkün sahibi?Nerde bunun eski sahibi? O yalan, bu yalan; vermişler eline biraz oyalan.”

Yani sonuç itibariyle, dünya nimetleri yine dünyada kalır, ancak işlediğin güzel ameller seninle beraber yola çıkar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (219)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hasan Dede, sizinle yaptığımız sohbetlerde aşktan bahsettiğimiz zaman, sizin derinliklerinizdeki zevkler ortaya çıkıyor ve geçmiş ile gelecek bir oluyor. Var olan tek zaman şimdiki zaman oluyor. Aşkın derinliklerinden söz ediyorsunuz. Peki o halde; bu kainatın sırları iki kişinin soru cevap şeklindeki bir aşk diyaloguyla ortaya çıkar; yani bir mürid mürşidiyle böyle bir sohbete girerse perdesi kalkar. Aksi takdirde perdeler kalkmaz, diyebilir miyiz?

Evet, aynen öyledir. Bakın Şems-i Tebrizi şöyle der: “Hazreti Mevlana’nın konuştuğu sohbetlere kanmayın. Ona daha derinden kazmayı vurun. Onda öyle akılların almayacağı güzellikler vardır ki, onları duysanız hem siz kendinizden geçersiniz, hem de çevrenize ışık doğar.” Bizlerin de burada yaptığımız sohbetlerde, hem sizler güzellikler elde ediyorsunuz, hem de aynı zamanda bizler bu güzelliklerden faydalanıyoruz. Çünkü bizler buraya hazırlıklı gelmiyoruz, gönlümüze ne doğarsa ona göre konuşuyoruz.

“Ey oğul! O Allah eri, kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Allah erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder. Hakim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.” (Mesnevi, I/1062)

Bakın bir gün Hüdavendigar Mevlana’nın huzuruna geliyorlar ve diyorlar ki: “Ya Mevlana, bugün sohbete Hünkar ile veziri gelecekler, acaba onlara göre bir sohbet açar mısın?” İşte Hazreti Mevlana onlara şu cevabı veriyor: “Efendiler! Sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Benim ağzımdan dile gelen Cenab-ı Hakk’ın ilhamıdır.”

“Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha layık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku… bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara layık olan sözler mi? Layık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırlarını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız… çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir!” (Mesnevi, IV/1564)

Bizim bütün davamız; her zaman dile getirdiğimiz gibi, Peygamberlerin, Velilerin, Mürşid-i Kamil’lerin bu aleme gelmelerindeki maksatları, makam sahibi olmak için değil, bilakis sadece cemaatlerinin rızasını almak için, Allah’ın rızasını almak için gelmiş olmalarıdır. Çünkü sizler, Hakk’sınız. Burada hepimiz biriz ve Hakk’tan söz ediyoruz. Eğer sizlere bir şeyler verebiliyorsak, o zaman bizden bahtiyarı yok…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (218)

Cenab-ı Mevlana, Hakk yolunda yürüyenlere ve hakikate varmak isteyenlere şunu tavsiye ediyor, diyor ki: “Bu Hakk kapısı ucu bucağı olmayan bir kapıdır, sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan sakın yeter deme, durma ilerle.” Başka bir rubaisinde de şöyle diyor: “Her gün benim için yeni bir yola çıkmak ve mesafeler almak gerekir. Bu görünen ben, ben değilim. Şu halde ben.. ben… dediğim kimdir söyle? Söyleyen de ben değilim, peki benim dilimle söyleyen kimdir söyle? Aslında benim görünen şu maddi varlığım, baştan aşağı kadar bir gömlekten fazla bir şey değildir. Benim gömleği olduğum varlık kimdir söyle? Gönlümün içi de dışı da odur. Bedenim de, can da, damar da, kan da bütün odur. Artık böyle bir yere imansızlık ve iman nasıl sığar? Bu halde nasıl olur da benim varlığım kalır? Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.” Cenab-ı Mevlana, “Buraya iman ve imansızlık sığmaz” diyor, bu durumda o hale gelende iman kalır mı, kalmaz mı? Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, bu sözüyle şunu söylemek istiyor: Eğer sen aradığın yere ulaştıysan, o olduysan, artık başka bir yere iman edemezsin. Ancak yolcuyu kendine iman ettirirsin.

“Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, iman kapısının kilididir.” (Mesnevi, I/1078)

Cenab-ı Mevlana yine şöyle buyurur: “Sende bir can var, sen onunla dirisin. O can, benim gözümde zavallı kaldı. Bir aşk var, sen onunla yola koyuldun. O da benim yanımda garib kaldı.” Demek ki ne kadar Hakk’a vakıf olmuş Mevlana…

“Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garib!..” (Mesnevi, I/2172)

Hazreti Muhammed de şöyle buyurur: “İki günü bir olan benden değildir.” Yani bir yerde durma, yarınlara koş… Cenab-ı Mevlana da şöyle der: “Bu akşam güzel bir sohbet yaptık. Bu sohbet bu an içindi, yarına varsak yarına göre konuşalım.”

“Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup dururlar da, hazineden bir pul bile görmezler. Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir. Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.” (Mesnevi, II/1610)

Cenab-ı Mevlana, bir gün bir tabakhaneye gitmiş. Orada gezerken gözü, kurumaları için üstüste serilmiş derilere ilişmiş. Derilerden damlıyan sular, bir yerde toplanıp, kirli bir su birikintisi haline gelmekteymiş. Yine başka bir yerde serilmiş olan derilerden akan kirli sular da birikmeden, akıp gitmekteymiş. Mevlana bunu görünce şöyle seslenmiş: “Ey su şükret ki yürüyorsun. Bir gün gelecek bu yürümenle gidecek aslına kavuşacaksın, o olacaksın. Vay yürümeyip durana!” Yani bizlere hiçbir zaman durmak yoktur. Eğer hiçbir şey yapamıyorsan, güzel bir fikir üretmeye çalış, tembellikte kalma.

“Allah’a hamd olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir kimya idi herhalde… gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet fidanından bir daldın… ona yapıştım da beni cennete dek götürdü. Bedenimi kapıp götüren bir seldi… bu sel, beni de lütuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim. ‘Allah müminleri satın aldı’ sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben! Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!” (Mesnevi, IV/3507)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (217)

Hazreti İsa buyuruyor ki: “Yaşamı bulmak istiyorsanız, yani kendi kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.” Siz ne dersiniz?

Bu çok doğru bir sözdür. Çünkü insan kendini kontrol etmeden, kendi iç alemine bakmadan yola koyulursa kazalara düşebilir. Ama eğer bir insan kendi iç alemini kontrol ederek, kendinde Allah’a uygun güzelliklerin olmadığının farkına vardıktan sonra arınma yoluna girip, mürşidiyle beraber yürürse, onun yolu aydınlığa çıkar.

“Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Allah, Peygamberleri yollar mıydı? Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!” (Mesnevi, IV/3197)

Şöyle bir misal vereyim: İki atlı yolculuğa çıkmışlar. Gece olunca çayırlık bir yere gelmişler. Orada dinlenmeye karar vermişler, atlarından inmişler. Birisi atını bağlamadan, başı boş çayıra bırakmış ve demiş, “Allah’a emanet olsun.” Öbürü de atını bir ağaca bağlamış ve demiş, “Ya mürşidim, ya şeyhim atım sana emanet olsun.” Sonra uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde biri gelmiş, bağlı duran atı almamış, gitmiş bağsız, başı boş duran atı almış. Sabah olunca atını kaybeden adam dönüp öbürüne, “Sen atını mürşidine emanet ettin, ben ise Allah’a emanet ettim. Benim atımı çalmışlar, senin atın bağlandığı yerde duruyor. Bu iş nasıl oldu böyle?” İşte derviş olan şu cevabı vermiş: “Allah’ın kulları çoktur. Bir kulunun ata ihtiyacı oldu, tuttu atını ona verdi, bak sen yaya kaldın. Ama ben atımı mürşidime teslim ettim, mürşidim hiç uyumaz, o yüzden benim atımı o beklemiştir.”

“Arifin hali , uyanıkken de budur, Allah, ‘Onlar uykudadırlar’ dedi, bunu inkar etme. Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır. Allah, arifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı. Gaflete dalıp arifi anlamadılar. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var? (Mesnevi, I/393)

Attan maksat bedendir. Eğer sen, kamil bir mürşidin huzuruna gelip, tam bir teslimiyetle ve imanla ona bağlanır ve iç alemindeki bütün kötülüklerden arınmak için çaba sarfedersen, kendinde bütün güzel huyları toplarsan, o zaman mutlu ve huzurlu bir yaşam sürersin. Tanrı saltanatına kavuşmak, dünya varlıklarıyla olmaz; Tanrı huylarıyla huylanmakla olur. Hayale gitme, hakikate gel!..

“Tanrı’nın verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir (batıl) ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ey dikkatsiz Cebri! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma. Ki rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün. Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak aynı şeydir. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan!” (Mesnevi, I/939)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (216)

Hasan Dede, Tibetli budistler düşüncelerini öylesine olgunlaştırıyorlar ki, üzerlerinde sadece ince, cübbeye benzer bir giysiyle, gece vakti -10 derece soğukta oturabiliyorlar ve hatta sıcaktan terliyorlar. Bunu düşünce gücüyle yapıyorlar. Demek oluyor ki, düşünce ile herşeyi yapmak mümkün. Aslında siz de burada düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışıyorsunuz ve bir insanın düşünceyle Hazreti Muhammed olabileceğini , Hazreti Ali olabileceğini, Ehlibeyt olabileceğini söylüyorsunuz. O halde, bütün mesele insanın düşüncesini olgunluğa eriştirmesidir, diyebilir miyiz?

Bu konuda Mevlana şöyle buyurur: “İnsan düşünceden ibarettir. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. İnsandan düşünce alınacak olursa, geriye sadece deri ile kemik kalır.”

“Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.” (Mesnevi, VI/811)

“Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, göğsüne serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevi, II/279)

Şimdi, bir insan tefekküre dalar ve düşünür. Eğer güzel bir şey düşünüyorsa, o güzellikleri seyreder ve o anda kendisinden geçer. O anda artık hiçbir şey hissetmez, çünkü tek bir noktaya aklını vermiştir.

“Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” (Mesnevi, V/588)

Şöyle bir misal vereyim: Savaş esnasında, Hazreti Ali Efendimizin iki omuzunun arasına bir ok isabet ediyor. Etrafındakiler hemen koşup oku çıkarmak istiyorlar. Hazreti Ali Efendimiz hemen onları durduruyor ve “Durun, oku şimdi çıkarmayın. Ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız” diye buyuruyor. Namaza durduktan bir zaman sonra oku çıkarıp alıyorlar. Hazreti Ali Efendimizin ağzından bir ses dahi çıkmıyor. Herkes şaşkınlık içinde kalıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını bitirdikten sonra ona soruyorlar: “Ya Ali, biz oku çekerken sen hiç ses çıkarmadın, hiç acı duymadın mı?” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayır, duymadım” diyor, “Çünkü namazın ruhaniyetiyle kendimden geçmiştim.”

“Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.” (Mesnevi, I/3003)

Bir insanı sevgilisine en kısa yoldan ulaştıracak şey, aşktır. Çünkü bir insan aşka düştüğü zaman, o artık kendinde değildir. Bütün düşüncesi aşık olduğu yerdedir, sevgilisindedir. Yolda yürürken onunla konuşur, işyerinde çalışırken onunla çalışır, yemek yerken onunla yer, gece uyurken onunla uyur, rüyasında onu görür; her zerresi sevgilisyle doludur, her düşüncesi sevgilisi olmuştur.

“Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar… bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar, Tanrı abdallarıdır! Aklı, dost aşkında kurban et… akılların hepsi de o taraftandır, odur! Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgilisi olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!” (Mesnevi, IV/1423)

Gerek Hazreti Muhammed Efendimiz, gerek bütün Evliyaullah, hepsi muratlarına aşk ile ermişlerdir, akılla değil. İşte Yunus Emre ne kadar güzel söyler: “Ey insan! Bu akılla, yürüttüğün fikirle aradığın dostu bulamazsın.” Neden böyle söylüyor? Çünkü akıl, perdedir. Bu yola akılla çıkılmaz, akıl yolu keser. Bizim yolumuz aşk yoludur.

“Ateşli aşk şarabını ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret. O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Allah’a sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!..” (Mesnevi, VI/2017)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (215)

Hasan Dede, bizler burada Hazreti Muhammed’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Mevlana’yı anıyoruz. Fakat aslında bütün mesele onları kendimizde bulmak değil midir? Bizler, eğer düşüncelerimizi temizleyerek, onlara düşüncelerimizde yer verirsek, o zaman bakışlarımızdaki mana değişir, konuşmalarımız değişir, nefes alışımız bile değişir ve manevi bir hale dönüşürüz öyle değil mi? Buradaki sohbetler bu gayeye mi hizmet ediyor?

Bir insan aklını dünya muhabbetlerinden, dünya varlıklarından temzilemezse ve kalbini de aynı şekilde dünyadan boşaltmazsa, Yüce Muhammed o kişide varlığını göstermez. İşte Mevlana şöyle buyurur: “Ey yolcu, o saray benim muhabbetimle mahmur olmadıktan sonra, o saraya o Padişah konuk olmaz.”

“Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme. Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!..” (Mesnevi, I/721)

Gerek Yüce Muhammed Efendimiz, gerekse diğer mana erleri, onları temsil eden kişide varlıklarını gösterirler. Çünkü temsil eden kişi, yani bizler, onları kendimize ruh edinmişiz. Biz, onlarla diriyiz, onlar da bizimle diridir. İnsandır hepsinin varisi ve temsilcisi. Onlar, sevenlerinden dile gelirler. Onlara muhabbetini vermiş kişilerden konuşurlar. Bizler, burada onları anmadan, onların güzel muhabbetlerine bürünmeden, sohbet açmayız. Ama eğer bir kişinin dilinde hep dünya muhabbeti varsa, dünyadan konuşuyorsa, o kişi Hakk’ın dışına çıkmış demektir.

Bakın İbrahim Halilullah diyor ki: “Un ile toprağı bir görenler bendendir, bir görmeyip ayıranlar benden değildir.” Dünyadaki bütün varlıklar toprağın evlatlarıdır. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, ziynetlerimiz, bütün eşyalarımız, hepsi toprağın evlatlarıdır. Hepsinin özüne indiğimiz zaman karşımıza toprak çıkar. Peki bunlara bu kadar gönül veriyorsunuz da, neden onları yaratanı istemiyorsunuz?

“İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir. Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!..” (Mesnevi, I/800)

Hazreti Mevlana, “O sırat köprüsü bu dünyadır” der. Kıldan ince, kılıçtan keskin… Eğer sen, kendin incinsen dahi, kimseyi incitmeden yaşamını sürdürürsen, sen sırat köprüsünden geçmiş olursun. Ama eğer birisi sana bir laf söyledi diye beş lafla karşılık verirsen; her gün beş vakit namaz kılıyor olsan dahi, o köprüden geçemezsin, düşersin.

“İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan ‘Lahavle’ye kanan kişi, savaşta tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir. Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce ‘Lahavle’ okuyan Şeytan’a bak; ey Adem, İblis’i gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap eder. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!” (Mesnevi, II/251)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (214)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Özgürlüğünü elde etmiş olan bir derviş nasıl davranır, nasıl hizmet eder?

İman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla özgürlüğe kavuşmuş olan bir derviş kimliğine ermiş demektir. Fakat toplumun kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehalet içinde ve isyanlar içinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

“Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur… Fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!” (Mesnevi, IV/1614)

Bizlere en büyük örnek Yüce Muhammed’dir. O, her zaman insanı ön planda tutmuş ve “İnsan varsa, Allah var” diye buyurmuştur. Onun en büyük hizmeti, insanlara insanlık tohumu ekmekti, yani kendisini ekmekti. O gün Muhammed bir iken, binler oldu, milyonlar oldu. Fakat malesef sadece dille anıldığı için, bugün belki yalnız on kişide varlığını göstermektedir.

“Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim, dedi Allah, hem de gizli… Bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!” (Mesnevi, IV/3028)

Bir gün, Yüce Mevlana’ya bir soru sordular: “Meyve mi büyüktür bu alemde, yoksa ağaç mı büyüktür?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Meyve büyüktür.” “Neden?” dediler. Şöyle bir misal verdi: “Bir elma ağacı yaklaşık ikiyüz tane elma verir. Bir elmanın içinde ise beş altı tane çekirdek tohumu bulunur. Onları alıp toprağa diktiğin zaman, her birinden beş tane elma ağacı yetişirse, o beş elma ağacı olgunluğa eriştiğinde sana bin adet elma verir. İşte bu yüzden meyve daima ağaçtan büyüktür.”

“Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin… imkanı yok! Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle! Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz… artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!” (Mesnevi, IV/1759)

Eğer bizler de yolcularımıza insanlık tohumu ekebilirsek, onlara kimliklerini verebilirsek, onlar yarınların aydın insanları, yarınların büyükleri ve yarınların ölümsüzleri olurlar.

“Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1444)

Peki ölümsüz kimdir? Yüce Muhammed ölümsüzdür, İsa Ruhullah ölümsüzdür, Musa Kelamullah ölümsüzdür, Yüce Mevlana ölümsüzdür, bütün Piran Efendiler ölümsüzdür… Neden ölümsüzdürler? Çünkü hiçbir zaman kendi menfaatleri için hizmet etmemişlerdir, daima insanlık için hizmet etmişlerdir ve kendilerini insan toplumuna kazandırmışlardır. Ölümsüz olmak demek, sevenleriyle beraber anılmak, onlarla yaşamak demektir. İşte bizler de onların devamıyız. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlar, bizlerde varlıklarını göstermektedirler, bizlerde yaşamaktadırlar. İnsanın gideceği yer yine insandır, başka bir yer değil.

“Ecelle, ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır… çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu! Padişahların paraları değişir durur… Fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Üstünün dostu ol ki üstün olasın… Kendine gel de, mağluplara dost olma! Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir. Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.” (Mesnevi, IV/2865)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (213)

Hasan Dede, deniliyor ki: Hakiki dervişlik özgürlüktür. Yani derviş her bakımdan özgür olmalıdır, bir yere bağlı olmamalıdır. İnanmak demek, bir teoriye, bir felsefeye, bir dünya veya ahiret görüşüne inanmak demektir. İnanmak zihindedir, düşüncededir. İnanmakta şüphe olabilir, güven ise yürekten gelir. Acaba bizi inancımız mı yoksa yüreğimiz mi özgür bir derviş yapar? Siz ne dersiniz?

Bu sözleri kim söylemişse çok yerinde söylemiştir. Bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Ama mürid var, muhib de var. Mürid, yola bağlı olan demektir, muhib ise yola karşı sempatisi olan demektir.

“Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o temizliği nereden tadacak. O, manadır, faulün failat değil.” (Mesnevi, VI/160)

Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, tamamen iman ettiği yere teslim olmuştur ve onda varlığını gösteren teslim olduğu yer olmuştur. Böyle olduğu için de o tamamen hürdür, özgürdür. Dervişe artık kanun koyamazsınız, çünkü o artık Hakk ile Hakk olmuştur. Allah’ın hürriyetine kavuşmuştur.

“Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın, Allah attı’ hükmüne girersin, eminsin.” (Mesnevi, VI/1522)

Yüce Mevlana şöyle der: “Aşık yoktur bu alemde, Maşuk vardır.” Aşık ölüdür. Eğer aşık derse ki, hem ben varım hem o var, bu kişi aşık değildir, ancak aklına aşıktır.

“Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)