MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (51)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Bayati ayininin üçüncü selamında, “Küfre gark oldu da nur-u Muhammed erişti, beka davulu çaldı, daimi mülk erişti” diyor. Bunun anlamı nedir?

Onu yazan Dede kendini tevazuda tutarak, bilerek bilmeyerek birçok hatalar yaptım ama senin rahmetin hatalarımdan çok büyük beni temizliyor, diyerek ona sığınıyor. Bunlar tevazu sözleridir. Onlar günahlardan, hatalardan kaçındılar. Fakat sevgilisine karşı ben temizim, hiçbir suç işlemedim, derse benlikle çıkmış olur. Günahım çok, senin rahmetin daha çok diyerek Rabbine boyun büküyor. Rabbi de büyüklüğünü gösteriyor, ona daha fazla yüz tutuyor.
Bayezid-i Bistami Veli Hazretlerine gelen iki kişi, muhabbet esnasında, “Biz otuz senedir arkadaşız, birbirimizi hiç incitmedik” dedikleri zaman, Bayezid Bistami Veli, “Kavga etseydiniz, birbirinize daha güzel dost olurdunuz, siz münafıksınız” demiş.
Neden böyle diyor? Menfaat var. Eğriyi de doğru görüp söylemeyerek birbirlerine ihanet etmişler. Bu yüzden aralarında kavga olmadığı için, Bayezid-i Bistami Hazretleri hoş görmemiş.
O çok günahım var, dedi, biz de şimdi günah işleyelim Allah affetsin, diye düşünmek de büyük hatadır. Çünkü insan bilmeyerek de günah işler, benliğe kapılır, ummadık yerde onun bunun arkasından konuşur, elinde olmadan günaha girer. Kendi hesabını ölçmüş, ayini yazmış diyelim. Onun rahmetinde her şey temizliğe kavuşur.

Hazreti Mevlana’mızın kasidesinde buyurduğu gibi…
“Ey gökleri aydınlatan ilahi çerağ, ey yeryüzünü nurlandıran Allah’ın rahmeti benim dertli halimi gör, feryadımı, iniltilerimi dinle, işit!..
Yüzlerce beladan kaçtım, senin merhametine, inayetine sığındım! Merhamet elini başıma koy, beni okşa; yahut iyilik ve ihsan eteğini aç, iyilikler saç!..
Ya benim muradımı ver, isteklerimi kabul buyur, yahut bu murad ve istek duygusundan beni kurtar, bu dünya duygularını, isteklerini benden al! verdiğin lütuf sözlerini yarına bırakmaktan vazgeç, geciktirme; bugün vadini yerine getir! Ya öyle yap, ya böyle yap!..
Ey Nebiler Sultanı! Ya, ‘Şüphe yok ki Biz, sana apaçık bir fetih vermişizdir’ kapısını aç da, yüzlerce zevk u safa gülistanları, yüzlerce neşe yaseminleri seyredeyim.
Yahut, ‘Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?’ ayetinin ilhamlar taşan memba’ından su, şarap, süt ve bal, bu dört çeşit lütuf, iyilik, ihsan, aşk manevi ırmaklarını gönlüme akıt, feyizlerle coşayım!
Ey Senayi, ey büyük Veli; yürü! Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin mübarek ruhundan meded, yardım iste; ‘Mustafa, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir!’..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (50)

Hoşgörü bir yere kadar değil mi? Her şeyi hoş mu göreceğiz?

Hoşgörünün ismi üstünde, hoş görülecek şeyleri hoş görürsün. Hoş görülmeyecek şeyleri hoş görmez, gözünü yumar, gidersin. Bir şey söylemez, o çirkinliğin sahibi olmazsın.
Cenab-ı Mevlana, hep güzel şeyleri hoş gördü.
Ona sormuşlar: “Senin yolunun başı var mıdır?”
Demiş ki: “Benim yolumun başı olsaydı sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağı güzelliktir, başı sonu yoktur. Kendini ne kadar güzelliklere verirsen o güzelliklerle sarhoş olur, kendinden geçersin.”
Güzellik kaynağı bir yol, bu güzellik kaynağında çirkin bir şey nasıl aranır?
Hazreti Mevlana bir gün sabah karanlıkta tekkeye giderken, hendekte bir çifti çirkin bir halde, kendilerinden geçmiş durumda görmüş. Başkaları görmesin diye hırkası ile bunları örterek tekkeye hırkasız gitmiş. Bu kişiler kendilerine geldiklerinde bu hırka olsa olsa Mevlana’nındır diye düşünmüşler. Tekkeye gelip hırkayı teslim etmişler ve tövbekar olmuşlar.
Hazreti Mevlana şöyle bir seslenişte bulunuyor:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
Hazreti Mevlana hoş görmedi, örttü; iyi yaptınız demedi. Örttü, ne kadar örtücü.
Adamın biri bir türlü iş bulamamış, çocukları aç kalmış. Mevlana’nın bulunduğu yerden bir halı çalayım, yakalansam da Mevlana bağışlar, diye düşünmüş.
Hazreti Mevlana’ya saraydan hediye edilen en kıymetli halıyı çalıp, satmak için pazara götürmüş. Saray adamları halıyı tanımışlar, adamı halıyla birlikte Hazreti Mevlana’nın huzuruna getirmişler.
“Ya Mevlana! Bu adam sizin halınızı çalmış. Halıyı getirdik, adamı da cezalandıracağız” demişler. Mevlana’nın verdiği cevap; “Sakın bu zatı suçlamayın. Bunun ihtiyacı vardı, aldı.” Çaldı, dememiş. İç alemini biliyor.
“Benim hatırım için bağışlayın, ben bir hediyede bulunayım” diyerek adamı göndermiş.
Başka birine böyle bir şey yapılsa sen nasıl alırsın diyerek tekme tokat karakola götürür. Şimdi buna hoş görü diyemeyiz. Hazreti Mevlana’nın burada rahmeti, şefkati büyük. Bunları nereden çıkarıyorlar? Bir sürü çirkinlik yap; ne güzel yapmışsın, nasıl dersin? Bunu söylemek bile tuhaf. Hoş olan şeye hoş deriz, hoş olmayana nahoş deriz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (49)

Hep iyilikle karşılık vermek gerekiyor ama Allah’ın Celali sıfatı da var. Celali çıkmamız gereken yer var mı?

Hazreti Muhammed bir karınca dahi öldürmemiştir.
Bir gün, bir kirpinin kovaladığı bir yılan, Hazreti Muhammed’e sokulur. Kirpi, Hazreti Muhammed’e sığındığını görünce yılana saldırmaz, bırakır. O da kirpiyi mükafatsız bırakmayarak sahabeden biri ile ciğer aldırıp kirpiye verir.
Yılan kirpiden kurtulunca, Hazreti Muhammed’i nasıl sokacağını düşünür. Hazreti Muhammed, canını yakmak istediğini anlayarak serçe parmağını yılana uzatır. Küçük parmak hal diliyle, “Beni küçük buldun, yılana ikram ediyorsun” der. O sırada torbasında kedilerle gelen Ebu Hureyre o vakayı görür. Torbasından çıkardığı bir kedi yılanı yakalar. Hazreti Muhammed, ısırılan serçe parmağına yüzük takar. İslam’da küçük parmağa yüzük takılır. Ne kadar latif, ne kadar ince bir Peygamber.
Hazreti Muhammed, savaş taraftarı değildi. Eğer savaş taraftarı olsaydı, Hazreti Mevlana, “Savaşa, kavgaya dair ne varsa bu alemde ben orada yokum. Sevgiye, barışa, birliğe dair ne varsa bu alemde ben orada varım” demezdi. Peygamber Efendimiz nefsi müdafaya izin vermiştir.
Hazreti Ali’nin bir sözü var: “Yetmişiki damarın bedende oynadıkça, hasmına eyvallah yok.” Kılıçla yapamazsan, dille yapacaksın. Teslim yok. Hep söylüyorum; Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Kişiler Allah’a yüz tutmadıkları, onun güzel sözlerini kendilerine ruh etmedikleri, nefslerinde yaşadıkları için başlarını belaya kendileri sokar.
Hazreti İsa, yolda giderken iki kişinin kavga ettiğini görmüş, ayırmak için araya girmiş. Biri yanlışlıkla İsa’ya bir tokat patlatmış. Hazreti İsa hemen öbür yanağını uzatmış.
“İsa, beni bağışla kazayla vurdum.”
“Bu yanağıma da bir tokat vur.”
“Neden?”
“Hırsın geçsin, karşı tarafa zarar verme.”
Peygamberler böyle yaşadılar. Bize bir fiske vursalar, kafasına vurmak için taş alırız. Sonra biz Muhammedi’yiz deriz, malesef lafta kalıyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (48)

Allah bela vermez…

Nemrut benliğe kapıldı. Tanrı benim, diyordu ama, bir topal sineğe yenildi. Kimseyi hakir görme, tatlı dili de ağzından bırakma, fetihler senin olur. Hep söylüyorum; Allah kimseye ceza vermez, daima mazlumun yanındadır.
Toplumda kızınca “Allah belanı versin” derler, bu çok yanlıştır. Allah kimseye bela vermez. Allah bütün belalardan, kötülüklerden münezzehtir. Kişi, Allah’ın emirlerine uymaz, isyanlarda yürür, nefsinde yaşar, kendi kendini kazaya atar. Kişi nefsinin kazasına tutulur cezalara gider, yine sevenleri üzülür.
Allah kahırla çıkmaz. Kişi kahır esmasında yaşar, o esma ona hoş gelir. İçer, sokakta yatar, küfür eder, onun hali bize çirkin görünür ama hor görmeyiz, kurtulsun diye dua ederiz.
Cenab-ı Allah, bütün güzelliklerin sahibi, şefkat, rahmet, güzellik doludur. Onda zerre kadar üzücü bir şey yoktur. Çünkü Allah, Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, Veliler ile en güzel simalarını göstermiştir. Simaları hep rahmeti ilahi. Hazreti Muhammed de bela okumak yoktu.
Peygamber Efendimiz en çok çile çeken Peygamberdir. Ebu Leheb ve karısı, Hazreti Muhammed’e büyük ıstırap verdiler. Çalı çırpı, dikenleri toplar, kumların içine atıp, üstlerini kumlarla örterlerdi. Hazreti Muhammed, çıplak ayakla sabah namazına giderken gömdükleri dikenler ayaklarına batardı, dikenleri çıkarmak için oturunca da baldırlarına batardı. O, beddua etmez, “Allah hidayet versin” derdi.
Bir gün ağzından küfür çıksın diye, Hazreti Muhammed secdede iken, bir koyun işkembesini içindeki pisliklerle üstüne attılar. Mübarek başını kaldırıp, “Allah sizden razı olsun” dedi.
Taif halkı onu taşladı, dizleri üstüne çöktü. Allah’tan hidayet istedi. Allah’tan hep iyilik istedi. Bana yardım et, bunlar bana zarar veriyor ortadan kaldır, demedi, beddua etmedi. Biz öyle bir Peygamberin madem ki ümmetiyiz. Ümmetin manası çok incedir. Çünkü Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, der ki: “Benim ümmetim gelmiş geçmiş bütün Peygamberleden efdaldir.”
Ümmet ne demek? Bütün faydasız bilgilerden arınıp, Hazreti Muhammed’i kendine bilgi edinir, bu alemde her şeyden çok onu sever, her yerde onu metheder, onu başında akıl, vücudunda ruh yapar, gönlünde en güzel yeri ona vererek bu alemdeki bütün güzelliklerin üstünde onu tutarsan o senin her şeyin olursa, o zaman sana ümmet sıfatı verilir. Böyle bir kişi, gelmiş geçmiş Peygamberlerden üstündür. Bu hale gelmedikten sonra yaptığın ibadetlerle, ben Ümmet-i Muhammed’im, diyemezsin. Kişi, Hazreti Muhammed’i nefsinden üstün tutmazsa, Hazreti Muhammed’e ümmet olamaz, Peygamberlerden de üstün olamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (47)

Edepli olalım, elimize, dilimize, belimize sahip olalım, diyoruz. Burada dile sahip olmak yalan söylememek, dedikodu yapmamak, kusurları örtmekten başka şeyleri de kapsıyor mu?

Dile sahip olmanın yalanla alakası yoktur. Diline sahip olan küfürlü muhabbetlerde, isyanlarda bulunmaz. İnsan, kimseyle alaylı tarzda konuşmadan, kimseyi hakir görmeden, bütün çirkin işlerden kendini uzak tutarsa, kendini muhafazaya almış, edebiyle yaşıyor, demektir.
Yalana gelince…
Hazreti Muhammed’e sorarlar, “Senin ümmetin yalan söyler mi?”
“Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir” diye cevap verir.

 

Birinden çok büyük kötülük gördüğümüz zaman, Allah belasını, cezasını versin, diyoruz. Bu doğru mudur? Allah ceza bela verir mi?

Hepimiz zahir iradeye sahibiz. Biri kötülük yaptı mı hemen karşılık vermek isteriz.
Bir gün Hazreti Muhammed sahabesini karşısına alarak sorar:
“Efendiler, size birileri kötülük yaparsa ne yaparsınız?”
Onlar da derler ki: “Biri bize kötülük yaparsa, biz ona iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
Susarlar. Çünkü safraları kabarıyor, bir şey söylemiyorlar. O sırada Hazreti Ali gelir, selam verir.
“Ya Resulallah, sohbetiniz neredeydi?”
“Biri size kötülük yaparsa ne yaparsınız? diye soruyordum.”
Hazreti Ali, “İyilikle davranırım” der.
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle.”
“Bir daha yaparsa?”
“Ya Resulallah! Kıyamete kadar iyilikle karşılık veririm.”
Sahabe üçte kaldı ama Ali, bütün kötülüklere iyilikle karşılık veririm, diyor.

Hazreti Mevlana da der ki: “Hasmını hor görme.”
Sorarlar, “Neden ya Mevlana?”
“Size karşı kini azalır” der.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (46)

Dünya yaşamında aklımızı nasıl kullanmalıyız?

Dünyayı elden bırakmayacak ama gönlüne de koymayacaksın. Bazısının gözleri maddeden başka bir şey görmez, kendini kaptırmış gider.
Akıl, Allah’ın bir sevgilisinin aklıyla büyütülürse o akıl toprağa girmez. Misal olarak, Hazreti Mevlana’nın aklını beğenmiş, onun yaşamını, fikirlerini benimsemiş, onun aklı ile kendi aklını büyütmüş kişide büyük akıl vardır. Hazreti Muhammed’in, Hazreti Mevlana’nın, Velilerin akılları tasavvufta akl-ı külldür. Onlar akıllarını Hakk’ta yok ettiler. Hakk’ı gönüllerinin en güzel yerine koyarak, onunla yola çıktıkları için aklın büyüğü onlardadır. Bizlerse akl-ı cüz, akl-ı ma’ş, akl-ı ma’d, bu üç akılda dolaşıyoruz. Kainat akl-ı cüz, küçük akılda. Akl-ı ma’ş, aklını menfaate yorar. Akl-ı ma’d da sabit fikirlidir, Nuh der Peygamber demez. Güzeli akılda baş etmek, en güzel akıl o. O akıl artık güzelleşir, ışık olur. Benliğinde kalmış, bir Hakk dostuna yüz tutmamış, onun fikirlerini, güzelliğini benimsememiş kişinin yaşantısı boştur. Küçük akıldan vazgeçilir, Hazreti Pir’in eserleri okunarak, onun güzel fikirleri vücutta ruh, başta akıl edilirse hayat güzelleşir. En büyük alim, İblis’ti. Onun ismi İblis olmadan önce, Azazil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün azaların efendisiydi. Adem’e, ondan daha mütevazı birine, bir rençbere baş kesmesi için emir geldiği zaman, “Hayır, ben ateştenim o topraktan, nasıl eğilirim, o hiçbir şey bilmiyor” dedi. Orada kim (Hakk) gizlenmiş görmedi. Ondan sonra lanet halkasını boynuna aldı. Azazillikten İblisliğe geçti. İblis kimdir? İnsan insanın İblis’idir, insan insanın Rahman’ıdır. Bir insan arkadaşlarını doğru yola götürür, güzellikler ikram ederse onun Rahman’ıdır, kötü yola götürürse onun İblis’idir.

Hazreti Mevlana’mızın çok bir kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Ay mı istiyorsun, güneş mi arzu ediyorsun? İşte; ay da burada, güneş de burada! Yok, feyizli seher vaktinin gelmesini, sabah olmasını mı istiyorsun? Onlar da, işte şurada, sevgilinin yanında!..
Ey Kenan Yusufu, ey Süleyman’ın canı; taç ve taht mı istiyorsun? İşte taç, işte taht; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey savaşların Hamzası, ey cenklerin Rüstemi! Kılıç, kalkan istiyorsanız, başka yerde aramayın; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey hoş gül kokuları koklayan bülbül, ey tatlı sözler söyleyen papağan; gül mü istiyorsunuz, şeker mi arzu ediyorsunuz? Geliniz, geliniz; gül de burada, şeker de burada, sevgilinin yanında!..
Ey Hakk yoluna düşen, Hakk’ı arayan, ilahi tecelliye mazhar olmak dileyen zamanın Musa’sı! Hakk’ı görecek mana gözü, O’nun buyruklarını duyacak mana kulağı istiyorsan, işte, onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey gönlü kinle, nefretle dolu şeytan, ey bizim eski düşmanımız; fitne mi istiyorsun, fesat mı istiyorsun, şer mi arzu ediyorsun? O kötülüklerin hepsi burada, sevgilinin yanında!..
Sus; bu kadar fazla söyleme! Kalk Hakk yoluna düş! Yol arkadaşı mı istiyorsun? İşte burada; sevgili yol arkadaşı! Başka ne arıyorsun?..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (45)

Dünya yaşamı bitince, akıl ne olacak?

Bu aleme sayısız nimet verildi, bütün nimetlerden en üstün akıl verildi. Aklını maneviyatla büyüten kişi, o topluma manevi bir ışık olarak gelmiştir. Bu kişinin deri ile kemiği toprağa girer.
Hazreti Mevlana der ki: “Nur toprağa girmez, deri ile kemik girer.” Işık toprağa girmez, dışarıda kalır. O nur yine sizi güzelliklere sürükler. Fakat bir kişi aklını son nefese kadar maddiyata yorarsa, tamamen toprak olur, yani helak olur. Beden seni aslından koparmış ama sen aslını zikredersen, bir gün gelir tekrar aşkın muhabbetin aslına döner, yine Hakk zikredilirsin. Dünyaya meyil verirsen, ruhaniyetin, güzelliklerin toprağa dökülür, toprak içer. Bütün yaşadıkların, ömür hepsi zayi olur.
Bir gün Mevlana Hazretleri talebelerine, “Dünyayı görmek ister misiniz?” diye sormuş.
Talebeler, Allah Allah zaten dünyadayız diye düşünmüşler. “Görmek isteriz” demişler.
O gün de have yağmurlu imiş, talebelerini alıp Konya’nın pazar yerine gitmiş. Cebinden bir altın para çıkararak, “Bunu sarraftan bozdurun” demiş. Bozdurup, bir avuç dolusu rub’iyye (Rub’iyye eskiden kullanılan altın paranın dörtte biri, sünnet çocuklarını süslemekte kullanılırmış) parayla gelmişler. Hazreti Mevlana pazarcılara dönmüş, “Ey ahali elimdekiler nedir?” demiş.
“Altın.”
“İyi, o zaman yağma edin” diyerek, çamura fırlatmış. Pazarcılar tezgahlarını bırakıp altınları toplamaya koyulmuşlar. Üstleri başları çamur içinde kalmış. Kimi bulmuş, kimi bulamamış.
Talebelerine, “Bundan bir ders aldınız mı?” diye sormuş.
“Siz anlatın” demişler.
“Altının özü topraktır. Pazarcıların üstü başı, altını çamurdan almadan önce temizdi. Altına gönül bağladılar, kimi buldu, kimi bulamadı. Üstlerini başlarını berbat ettiler. Şimdi bu kişiler saraya davet edilseler, o elbiselerle gidebilirler mi?”
“Gidemezler.”
“Bizler de kendimizi fazla maddiyata kaptırırsak aynı pazarcılar gibi üstümüzü başımızı kirletiriz. Padişahtan, saraydan maksat, Hakk’a o şekilde gidilmez. Dünyaya meyil vermeyeceksiniz.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (39)

Sırat köprüsü nedir?

Sizlere Behlül-i Dana Hazretlerinden bir hikaye anlatayım: Behlül-i Dana Hazretleri, Harun Raşid’in kardeşidir. Bir Cuma günü Behlül-i Dana Hazretleri camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celali esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahiden konuşmuş. Namaz eda edilip çıkılmış.
Haftaya, Behlül-i Dana Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş.
Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dana kova, kürek bekliyor.
“Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış.
Behlül-i Dana kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış.
“Behlül nereden geliyorsun?”
“Cehennemden.”
“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”
“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”
Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manayı sureti dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür. İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın kırmayacaksın. Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek? Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Hazreti Mevlana, bir kasidesinde şöyle buyuruyor:
“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede; gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır!
Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun bugün say! Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?
Gah cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile, gah iyi yemek, içmek ile bu aziz ömür geçip gitmede, her nefesde eksilmede!
Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır!
Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır!
Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..
Teni besleyip şişmanlatmaya bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek, mezar kurtlarına yem olacak bir kurbandır! Sen, gönlünü manevi gıdalarla beslemeye bak; yücelere gidecek, şereflenecek olan odur!
Bu leşe, yağlı ballı şeyleri az ver! Çünkü, tenini besleyen kişi, şehvetine, nefsani arzulara kapılıyor; sonunda da rezil olup gidiyor!
Sen, ruha manevi yiyecekler ver; yağlı ballı düşünüş, anlayış, buluş gıdaları ver de, gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (33)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir? (devam)

Selahaddin Efendi, Hakk’a yürüdüğü zaman Hazreti Mevlana hayatta idi. Hazreti Mevlana’ya, “Beni kabristana götürürken, gönül ister ki semazenler tabutumun önünde sema etsinler” diye vasiyet etti.
Hazreti Mevlana da, “Gam yeme. Allah o günü geç versin” dedi.
Hakk’a yürüdüğü zaman, en önde Mevlana ve onun arkası sıra semazenler sema ettiler, neyler üflendi, kudümler vuruldu, ayin-i şerif okuyarak gönderdiler. Gün geldi, Hazreti Mevlana da Hakk’a yürüdü. Hahamlar Tevrat, papazlar İncil, hocalar arş-ı şerifler okudular. Kendi canları da ayin okuyarak uğurladılar.
Mevlana, gönül dostlarından tecellisini gösterdi. Yalnız Hüsameddin Çelebi der ki: “Kimse ben O’yum demesin. Her kişi bakışı kadar kendinde Mevlana’nın tecellisini bulur. Çünkü Mevlana bir okyanustur. Bir testi okyanusu içine alamaz.” Testi gönlünü ne kadar büyütürse okyanusu o kadar alır. Gönül büyümeden olmaz.
Hazreti Mevlana, “Denizin üstünde geminin yüzdüğünü görüyorsunuz ama geminin içindeki sayısız denizleri göremiyorsunuz” der. Bu sözle kendini söylüyor, herkesi değil.
Mevlana Hazretleri henüz on yaşlarındayken, babası Sultan’ül-Ulema Hazretleri hacca giderken onu da yanında götürür. Yolculuklarında Şam’a uğradıkları zaman, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ile karşılaşırlar. Sultan’ül-Ulema ile musafaha yaparken Muhyiddin-i Arabi gözleri Hazreti Mevlana’ya takılır, gözlerini çekemez.
Sultan’ül-Ulema, “Ya Ali Ekber! Benimle musafaha yapıyorsun, neden Celaleddin’e gözlerini dikip kendinden geçtin?” diye sorunca, “Ey Sultan’ül-Ulema! Sen ve ben, bu sabinin yanında birer çayız. On yaşında ama o, bir okyanus. Onun manevi büyüklüğünü keşfettim; denizleri, çayları önü sıra götürüşünü seyrediyorum” der.

Yine Hazreti Mevlana’nın bir kasidesiyle sonlandıralım…

“Biz gittik; kalanlara selam olsun, hoşça kalsınlar! Doğan, mutlaka ölür!
O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur!
Direği rüzgardan olan bu bina ne kadar dayanabilir?
Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi, sen de bir gün dünyayı bırakıp gideceksin!
Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evladın olsun!
O geriye kalan iyilikler, ibadetler; gayb aleminin nurdan ipi ve dünyaya direk olanların ruhudur!
O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur!
Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!
Ben, bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum; tufan benim ölümüm, vademin gelip çatmasıdır!
Nuh’un gemisi de, gayb aleminde bu sudaki dalgaları bekliyordu!
Biz de susmuş olanların, mezarlıkta uyuyanların arasına girdik, yattık uyuduk! Çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (32)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir?

Hazreti Mevlana, ilk temsilcilerinde tamamen kendini yenilemiştir. Yani bir yerde, Hazreti Mevlana, Hüsameddin Çelebi olmuş, onun bedeninde işlemiştir. Önce Şeyh Selahaddin Efendi’de tecelli etti. Şeyh Selahaddin Efendi ümmi idi, kuyumculuk yapardı. Hazreti Mevlana’dan önce Hakk’a yürüdü. Ona, “Şems bilgiliydi. Sen ise ilim sahibi değilsin. Bu güzel sözleri nasıl konuşuyorsun?” diye sorulduğunda, Şeyh Selahaddin Efendi şöyle cevap verdi: “Hiçbir söz bana ait değil. Konuştuğum sözlerin hepsi, aynama ait.” Yani Hazreti Mevlana’yı kendime ayna ettim, bu sözler ona ait, demek istedi.

Şeyh Selahaddin Efendi, Sultan Veled’in kayınpederiydi ve Sultan Veled Hazretleri kayın pederini çok severdi.
Şeyh Selahaddin Efendi verem hastalığına tutuldu. Hastalığı günden güne ilerleyerek, sancılar, ateşler yapmaya başladı ama o kimseye belli etmedi. Damadı ziyaretine geldiği zaman, onu çok sevdiği için bütün ağrıları üstünden giderdi. Bir gün muhabbetleri uzayınca, sancılar başgösterdi. Şeyh Selahaddin Efendi’nin yüzü biraz buruştu. Sultan Veled dayanamayarak, “Efendi Baba Hazretleri, siz çok rahatsızsınız ama hastalığınızı benden gizliyorsunuz” dedi.
“Evet, bugüne kadar hep gizledim, şimdi ağrılar çok şiddetlendiği için gizleyemedim. Sen gelince, bana güç veriyorsun, kendimi iyi hissediyorum.”
“Efendi Baba Hazretleri, bu alemden göç edersen, ben kime gönül açacağım, kiminle dertleşeceğim, benim halim ne olacak?”
“Ben bu alemden gittikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene. Biri seni benim gibi severse onun boynuna sarıl, elini öp, o benim. Çünkü bizim özümüz sevgidir.”

Hazreti Mevlana’nın çok güzel kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Bütün dostlarımız gittiler, biz yapayalnız kaldık. Kimsesizler kimsesi, yalnız kalanların dostunu, her an çağırıp duruyoruz.
Bütün dostlar, hayal gibi gözümüzden çekilip gittiler. Biz de yalnız kalınca bütün dostlar bizi bırakıp gidince, bizler de Sevgilinin hayalini gözümüzün önüne aldık.
Bir zaman geliyordu, Sevgilinin ırmağından sular alıyor, kaplarımızı dolduruyorduk. Ayrılık ateşiyle tutuşmuş olan gönlümüze serpeliyorduk. Zaman oluyordu, aşk ağacının altında meyve silkeliyorduk.
Bir an oluyordu, bize şekerler, inciler saçıyordu. Bir an oluyordu, şekerlerine üşüşen sinekleri kovuyorduk.
Sevgilinin hayali, evinin kapısından çıkınca, onun kapısına kapıcı olduk. Hayali kapıdan çıkıp gidince, biz o kapıda kaldık, ayrılmadık…”