MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 40

ALLAH’IN SINIFI TEKTİR, İNSAN AYRIMI YOKTUR…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Şimdi diyorlar ki Dede, “Bir insanın nefsi ne kadar kuvvetliyse, o insandan o kadar kuvvetli bir velî olabilir. Nefsi zayıf olandan ise hiçbir şey olmaz.” Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhivessellem zamanında da Ebû Cehil’in nefsi ve egosu çok kuvvetliymiş. Ve o da Allah’ın ‘Bir’ olduğunu biliyor, Hazreti Peygamberin de Allah’ın bir elçisi olduğunu biliyor, ama onun kafasındaki ego ona diyor ki, ‘Ben Muhammed’den daha zenginim, daha bilgiliyim, onun okuma yazması da yok. Neden peygamberlik bana verilmedi de, ona verildi? 

Sorum şu: Bu egosu kuvvetli olan insanlardan, daha büyük daha teslîmiyetli insanlar çıkabilir mi sizce?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir insan, eğer böyle bir hâldeyken, kendine vâkıf olursa, nerede ve neden kayıplarda olduğunun farkına varır da hemen egosunu bir kenara bırakıp tam bir teslîmiyetle iman ederse, olabilir. 

Misâl olarak Ebû Cehil, Ebû Sufyan, bunlar o zamanda Mekke’nin sahipleriydi, çok zenginlerdi. Bunlar o egolarıyla Hazreti Muhammed Efendimize baş kesmiş olsalardı, hemen bir velî sıfatına ererlerdi. Ama baş kesmediler. Bakın ismi Ebû Cehil; bunun mânâsı nedir? Baba Câhil. Ona bu isim verilmeden önce adı Ebû’l Hikmet’ti. 

Size bir hikâye anlatayım: Bir gün Ebû Cehil, Hazreti Muhammed Efendimize Ömer-i Faruk’la bir haber gönderiyor ve diyor ki: “Yâ Ömer, git Muhammed’e selâm söyle; ben de onun sohbetlerine gelmek istiyorum. Yalnız, ben geldiğim zaman köleleri göndersin, ben onlarla birarada oturamam. Eğer isterse, benimle beraber hatırı sayılır beyleri de davet edebilir.” 

Ömer-i Faruk, tabî biraz saf; Ebû Cehil’in bu haberine sevinmiş. İçinden, Ebû Cehil de Peygamber’e gelecek, ona yüz tutacak, sohbetlerini dinleyecek; dinledikten sonra onu da kazanmış olacağız, diye geçirmiş. Bu niyetle Peygamber Efendimizi evine gitmiş. Fakat Ömer-i Faruk daha kapıdan içeri girer girmez, onun birşey söylemesine fırsat vermeden, Hazreti Peygamber Efendimiz dönüp Ömer-i Faruk’a şöyle seslenmiş: “Yâ Ömer, şimdi Allah’tan bana bir nidâ geldi. Allah benden buyurdu ki: ‘Allah’ın sınıfı tektir, insan ayırımı yoktur. Zengini de fakiri de bende bir kılınır. Biraz olsun böyle bir ayırım yapmak gönlünden geçerse; fakirleri, köleleri bir kenara itip, zenginleri öne alıcak olursan, seni peygamberlikten redederim.’”

İşte Hazreti Muhammed, bunun cevabını daha Ömer-i Faruk’un sormasına lüzum kalmadan vermiştir. 

Yani demek istediğim şudur ki, böyle biri gelirse, egosunu kırarsa, oraya baş keserse ve orayı kendinde var ederse, hâliyle o teslîmiyetli ve iyi bir insan olur; kimbilir belki velî de olur. 

Bakın biz şöyle de deriz: Bir hâtib, intisâb etse, hangi tarîkata olursa olsun, o, bulunduğu yolda çift kanatlı bir kuş olur. Neden? Çünkü hem ilm-i zâhiri var, hem de ilm-i bâtını var. Hattâ eğer putlarını kırarsa çok daha güzel dil sarfedebilir.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MANEVİ MENKIBELER – 92

HÜRMET…

Hazreti Peygamber, dar’ül-beka’ya yürüdükten sonra, Hattapoğlu Ömer, Ali’nin hakkını yedi, hilafete Ebubekir’i getirdi.

Getirdikten sonra, Ebubekir-i Sıddık, Cuma hutbesini okumaya çıktığı zaman, Hazreti Peygambere hürmet etti, Hazreti Peygamberin basamağından bir basamak aşağıda hutbeyi okudu.

Gün geldi, üç sene sonra Ebubekir de Hakk’ın rahmetine yürüdü, yerine Ömer geçti.

Ömer de hutbeyi okurken, hem Hazreti Peygamberin hem de Ebubekir’in basamağına hürmeten, ikisinin aşağısında hutbeyi okudu.

Onbir sene sonra, Ömer de namazda katledildi, Osman-ı Zinnuri hilafete geçti.

Osman-ı Zinnuri hilafete geçince, hem Ömer’in basamağına bastı geçti, hem Ebubekir’in, direk Resuallah’ın basamağına geçti, orada diz çöktü, tefekkürde durdu. O tefekkürdeyken cami nurlandı. Bir vakitten sonra hutbeyi okudu.

Hutbeden sonra sordular, “Neden sen hürmet etmedin Hazreti Peygamberin makamına, Ebubekir’in, Ömer’in makamına? Çıktın Hazreti Peygamberin makamından hutbeyi okudun?”

İşte Osman’ın verdiği cevap… “Başımdaki taç, Resulallah’ı temsil ediyor, ben onu aşağı basamaklarda tutamam. O tacın hürmetine Resuallah’ın basamağına çıktım.”

Cemaat o zaman anladı, neden camiyi nur kapladı…

Şimdi gelelim Molla-i Cami’ye.

Molla-i Cami, büyük bir bilgin. Mevlâna için der ki: “O, Ali Cenab’ın vasfı hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir, fakat Kitabı vardır.”

Hazreti Mevlâna da dar’ül-beka’ya yürüdüğü zaman, Hüsamettin Çelebi geçti yerine.

Molla-i Cami taziyeye geldi, yanında kırk tane bilginle birlikte. O devirde o da isim yapmış.

Çelebi Hüsameddin’e dedi ki: “Öğle namazında imamiyete sen çık.”

Çelebi Hüsameddin, “Biz imamiyete çıkmıyoruz” dedi, “biz cemaatimize arka çeviremeyiz. Biz İmam Ali gibi vazifeliyiz. O kırklara arka çevirmedi. Hazreti Resulallah, üçyüzaltmışaltı ashab-ı suffe’ye arka çevirmedi. Namazdan sonra geldi, onların huzurunda oturdu, onlara cemalini tuttu. Biz de cemal tutmaktayız, arka çevirmiyoruz.”

Ee, sen misin bunu söyleyen?.. Başladı Molla-i Cami, “Senden” dedi, “istiyorum, Allah aşkına, Muhammed aşkına, üstadım Mevlâna aşkına, İmam Ali aşkına, imamiyete çık.”

Hüsameddin Çelebi baktı ki yeminler çok büyük, çıktı imamiyete. Tekbir çekti.

Tekbir çektikten sonra ayet okumadı, şiir okudu. Güzel bir şiir okudu ve tekbir çekti. Hepsi rükuya vardılar, rükudan secdeye… Şiirlerle namazı tamamladı.

Kırk tane bilgin, döndüler Molla-i Cami’ye, “Yazık oldu bizim namazımıza” dediler, “Şiirle hiç namaz kılınır mı? Namaz kazaya gitmeden sen geç imamiyete. Biz bu yaşa geldik, bu kadar bilgi tahsil ettik, hiç duymadık şiirlerle namaz kılınsın.”

Molla-i Cami Hazretleri dönüp onlara dedi ki: “Ben de duymadım ama, onun kadar Allah’ı metheden şiirler de işitmedim. Bu yüzden, bu namaz kabul edilmezse Hakk’ın huzurunda, hiçbir namaz kabul edilmez.”

Kıldırmadı ve aldı cemaatini geldi Türbe-i Saadet’e, Mevlâna’nın makamını ziyaret edecek.

İyi ama… Mevlâna’nın ruhaniyeti, daha kapıdan girer girmez Molla-i Cami’nin bütün vücudunu sardı.

Molla-i Cami çıkardı ayakkabılarını, dört ayak üstüne geldi, kuzu gibi yürümeye başladı. Cemaati hayretler içinde kaldı. 

Molla-i Cami, böyle geldi Hazreti Pir’in kuburu başına, orada eğildi, tefekküre daldı. Hemen ilham geldi, talebelerinden birine dönüp, “Alın kalemi ve kağıdı, şimdi içimden gelen ilhamı dile getireceğim” dedi.

Aldılar kalemi, kağıdı, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

Molla-i Cami, Mevlâna’ya seslendi…

“Hülya-yı Kübra mısın? Kabe-yi Beytullah mısın? Asuman ferk eylemedi.. Mevlâ mısın, Mevlâna mısın?”

Bu sözler, Türbe-i Saadet’de yazılıdır.

Onun için, Pirimiz yüce bir varlıktır.

Dünyamızda, manen ziyaret edilen ilk Hadra-yi Kubbe, Kudüs’tedir, kırksekiz Peygamber yatar. Oranın da kubbesi yeşildir. İkincisi Hazreti Peygamber ziyaret edilir. Üçüncüsü Cenab-ı Mevlâna.

Cenab-ı Mevlâna’yı ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve kırksekiz Peygamberi ziyaret etmektir.

Kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Hazreti Muhammed’i ziyaret etmek, kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Dünyada üç tane Hadra-yi Kubbe var, Yeşil Kubbe.

Peki manası nedir bunun? Bunun manası, bu zat’lar insanı insana söyleyenlerdir, irşad edicilerdir…

MANEVİ MENKIBELER – 71

İYİLİKLE KARŞILIK VERİRİM…

Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz, sahabesiyle otururken, başta Ebubekir’e soruyor: “Ya Ebubekir! Sana biri zarar verirse bu alemde, nasıl bir karşılıkta bulunursun?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Bir daha yaparsa?”

“Yine iyilikle karşılık veririm.”

“Bir daha yaparsa?”

Ebubekir duraklamış.

Hazreti Muhammed Efendimiz aynı soruyu sırayla Ömer-i Faruk’a ve Osman-ı Zinnûri’ye de soruyor. Hepsi üçüncüye gelince duraklıyorlar.

O sırada İmam Ali Efendimiz geliyor. Selam veriyor. “Ya Resulallah, sohbetiniz nereden?” diye soruyor.

“Şimdi sıra sana geldi ya Ali, otur bakalım. Ya Ali! Biri bu alemde sana zarar verirse ne yaparsın?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Yine yaparsa?”

“Yine iyilikle.” Tekrarlıyor, cevap yine aynı. En sonunda, “Ya Resulallah” diyor, “kıyamete kadar bana kötülük yapsa ben yine iyilikle karşılık veririm.”

“Neden?”

“Ben onları biliyorum kimdirler, ama onlar beni bilmiyorlar, o yüzden ben iyiliğimi bırakmam.”

Hazreti Ali, Peygamber Efendimizin terbiyesinde yetiştiği için, cefalara razı oluyor, isyanlara düşmüyor. 

Her Müslüman, Hazreti Muhammed Efendimizin huyu ile huylansa acaba dünya nasıl bir hale gelir?..

MANEVİ MENKIBELER – 70

HAZRETİ MUHAMMED’İN HIRKASI…

Hazreti Resulallah, “Benim hırkamı Veysel Karanî’ye götüreceksiniz dediği için, Ebubekir-i Sıddık, Ömer-i Faruk, Osman-ı Zinnûri ve Hazreti Ali hırkayı Veysel Karanî’ye götürmek üzere yola çıktılar.

Geldiklerinde Veysel Karanî Hazretleri’ni secdede buldular. Selam veremediler, dördü birden huzurda durdular. 

Zaman geçti, Veysel Karanî Hazretleri secdeden başını kaldırmayınca, Ömer-i Faruk dayanamadı, selam verdi ve secdesini bozdu. Veysel Karanî Hazretleri başını kaldırdı ve “Biraz daha sabretseydin ümmet-i Muhammed’in bu alemden gittikten sonraki tüm ruhî cezalarının kapısını kapatacaktım” dedi.

Ondan sonra hırkayı verdiler, durumu anlattılar. Veysel Karanî, hepsine Peygamber Efendimizi sordu, “Nasıl tanırdınız? Nasıl görürdünüz?”

Ebu Bekir-i Sıddık, O’nun bütün adaletini iyi bir dil ile anlattı. Bu cevap üzerine Veysel Karanî Hazretleri, “Sen, benim maşukumun, cihan nuru Hazreti Muhammed’in dış kısmını görmüşsün” dedi.

Ömer-i Faruk’dan ve Osman-ı Zinnûri’den de benzer yanıtlar aldı. 

Sıra geldi Hazreti Ali Efendimize. Hazreti Ali şöyle cevap verdi: “Medine’den Mekke’ye İslâm orduları gelip, Mekke’yi fethettikten sonra, Hazreti Resulallah bana buyurdu: ‘Ya Ali, çık benim omuzlarıma, bu putları kır.’ Ben de kendisine dönüp dedim ki: Senin bu mübarek omuzlarına ben basamam ya Resulallah. Sen çık benim omuzlarıma. Hazreti Resulallah buyurdu ki: ‘Ya Ali, sen beni taşıyamazsın. Emre itaat et!’ İkiletmedim ya Üveysi, Hazreti Muhammed’in omuzlarına çıktım. Çıkar çıkmaz, kendimi arş-ı alânın da ötesinde gördüm. Bütün gezegenler benim altımda kaldı. Baktım ki, bütün cihan muhabbet-i Resul. Cihan, O’nun muhabbeti ile suret bulmuş. Seslendi, ‘Ya Ali, kendine gel.’ Kendime geldim ve putların hepsini kırdım.”

Veysel Karanî, Hazreti Ali’nin bu cevabı üzerine şöyle buyurdu: “Ya Ali! Sen, Hazreti Resulallah’ın hakikatini görmüşsün. Onlar halife olsun. En son sen olacaksın. Çünkü onlar senin dilinden anlamazlar.”

Rubai:

“Her iki gözüm, o mahmur gözlerinden mest olmuştur.

Şunu anla ki, senin aşkından, senin elinden ben elden çıktım. 

Bari bana uy da sen de başını salla, peki de! 

Başında aşk havası esiyorsa, bu haller sende de vardır.”

Hazreti Mevlâna

MANEVİ MENKIBELER – 33

O taç yerinde durması lazım…

Peygamber Efendimizden sonra, Ebubekir-i Sıddık hilafete geçip Hazreti Peygamberin tacını başına taktığı zaman, hutbeyi okurken, Hazreti Peygamber Efendimizin hutbe okuduğu basamağa çıkmadı, bir basamak aşağıda durdu. Saygı duydu Hazreti Peygamberin basamağına, öyle hutbeyi okudu.

Ebubekir Hakk’a yürüdü, arkadan Hattapoğlu Ömer geçti. O da saygı duydu, hem Resulallah’ın basamağına hem Ebubekir’in basamağına, Ebubekir’den bir aşağıdaki basamakta hutbesini okudu.

Şimdi sıra geldi Osman-ı Zinnuri’ye. Osman-ı Zinnuri, Hazreti Resulallah’ın tacını başına taktığı zaman, günlerden Cuma gelince, hem Ömer’in basamağına bastı hem Ebubekir’in, geçti Resulallah’ın basamağına ve orda bir süre tefekkürde durdu. Hemen hutbeyi okumadı, tefekkürde durdu.

Rivayet ederler ki, tefekkürü esnasında camiyi nur kapladı. O tefekkürden sonra kalktı Osman-ı Zinnuri hutbesini okudu. 

Hutbesini bitirdikten sonra sordular, “Neden sen, Ebubekir gibi, Ömer gibi basamaklara saygı göstermedin?”

İşte Osman’ın verdiği cevap… “Başımdaki taç Resulallah’a ait, ben o tacı aşağılara alamam. Ben aşağılarda dururum ama, o taç yerinde durması lazım.”

Bakın o da bu şekil bir saygı duymuştur…