HEPSİ MUHAMMED’İ ZİKREDİYOR…

Tasavvufun Pir’i Hazreti Ali Efendimizdir. Hazreti Ali’den sonra, tasavvuftan söz eden Hasan-ı Basri olmuştur. Hattapoğlu Ömer’de, Ebubekir-i Sıddık’ta, Osman-ı Zinnuri’de bu hakikatler yoktur. Neden yoktur? Çünkü onlar, Hazreti Muhammed’in dış kısmını, yani zahirini gördüler, Hazreti Ali Efendimiz ise iç kısmını, yani batınını görmüştür.

Nerde gördü batınını?..

Medine’den Mekke’ye geldiler. Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, “Ya Ali” dedi, “çık benim omuzlarıma, bu putları indir.”

Hazreti Ali Efendimiz dedi ki: “Ya Resulallah, ben senin o mübarek omuzlarına basamam. Sen çık benim omuzlarıma.”

İşte Hazreti Peygamber, “Sen beni taşıyamazsın” dedi, “Sözüme itaat et, çık.”

Emre itaat, çıktı Hazreti Ali. Sen misin çıkan?.. Kendisini arş-u alâda gördü, dünya çok aşağılarda kaldı.

Peki ne gördü?..

Bütün gezegenler, yaratılanlar, ne yaratılmış ise, hepsi Muhammed’i zikrediyor.

İşte hakikat… Kainatta ne varsa suret olarak, hepsi Muhammed’i temsil eder. Bütün o kainata dirilik veren ruh Ali’dir.

Şimdi batın ilminden başka bir ilim daha var. O artık söylenmez kolay. Ledün ilmi, direk Allah ilmi… İkram ederse söylersin, ikram etmezse söylemezsin.

Bizim burada yaptığımız muhabbetlerin çoğu batınîdir. Nasıl batınî? Herkes insanı bir beşer görür, Allah’ı insan dışında görür. Biz de deriz ki, insan dışında Allah’ı arama, insan arındıysa kötülüklerden, Hazreti Muhammed’i, Pirini kendinde ruh ettiyse, onu sevmek Allah’ı sevmektir.

Hazreti Muhammed Efendimizin bedeni Medine’de toprağa gitti; ama ruhunu, ışığını Ali taşıdı. Ali de son nefesinde yine imanla Resulallah’a yola çıktı gitti. 

Mevlâna’ya bakalım… O da son nefeste ne babasına gitti, ne dedesine, ne geçmiş Muhammed’e, ne geçmiş Ali’ye gitti. Nereye gitti? Mürşidine gitti, Şems-i Tebriz’e… Çünkü onda gördü Hakk’ın nurunu.

İşte bu yüzden, yine batınî bir söz… Dervişler, hangi tarikattan olursa olsun, şeyhi gelmeden, eğer derviş ise, vermez ruhunu, katiyyen. Kim gelirse gelsin onu almaya, yola çıkmaz. Ama şeyhi geldi mi hemen yerinden kalkar, yola çıkar gider.

Bunların hepsi gelecek bir gün hepimizin başına… Onun için yazdım bir şiir…

Az yaşa, çok yaşa,

Akibet bir gün gelecek başa.

Bu dünya bir değirmen taşıdır,

Daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir,

Bir gün gelir söner,

Ehli iman sahipleri,

İman ettikleri yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik, ölenleri kendimize dost edinmedik.

MANEVİ MENKIBELER – 38

İster istemez verecek…

Hazreti Muhammed’in dışında diğer Peygamberlerden de alıncak şeyler vardır. Misal olarak Hazreti Musa’dan ne alabiliriz?..

Bir gün Musa Kelamullah kalkmış Tur-i Sina’ya gitmiş. Tur-i Sina’da Cenab-ı Hakk’a demiş ki, “Bana izin verir misin Allah’ım, senin kullarını biraz keşfe çıkayım?”

“Buyrun ya Musa” demiş Hakk, “çıkabilirsin.”

Çıkmış Musa, gelmiş bir rençbere, “Allah’ın selamı üzerine olsun” demiş.

O da “Sizin de ya Musa” demiş.

“Ne yapıyorsun?”

“Toprağı işliyorum.”

“Güzel… Ne ekeceksin?”

“Buğday ekeceğim.”

“Olacak mı? Nasıl görüşün?” demiş Musa.

“Allah verirse” demiş rençber, “olacak.”

Musa sevinmiş. Neden? Çünkü Allah’a sığınarak cevap verdi.

Kalkmış yürümeye devam etmiş. Bir rençber daha görmüş karşısında. Ona da selam vermiş. Ona da sormuş, “Ne yapıyorsun?”

“Toprağı işliyorum.”

“Ne ekeceksin?”

“Buğday.”

“Olacak mı?”

“İster istemez olacak” demiş rençber.

Bakın şimdi… Musa duraklamış, sormuş, “Ya Allah vermezse?”

“İster istemez verecek!”

Musa Kelamullah böyle bir kişiyle karşılaşmadığı için, bırakmış başkasını gezmeye, doğru Tur-i Sina’ya gelmiş, çıkmış Hakk’ın huzuruna. “Allah’ım” demiş, “senden izin istedim kullarını gezmeye. İki kulunu gezdim, ikisinin de işlerini keşfettim. Sordum ilkine, ne ekeceksin tarlanda, dedi buğday ekeceğim. Olacak mı? diye sordum, dedi ki Allah verirse, sana sığındı. Bu cevap benim hoşuma gitti, sana sığındığı için. İnşallah Allah verir… Sonra daha ileriye gittim, yine bir rençbere rastladım. O da toprağını işlemiş, ona da sordum, ne ekeceksin, dedi buğday. Olacak mı? diye sordum, bana celali cevap verdi, ister istemez olacak dedi. Durakladım, rençberin cemaline baktım, sordum ya Allah vermezse, dedi ister istemez verecek… Onlardan ayrıldım, senin huzuruna geldim.”

Cenab-ı Hakk Musa’ya sormuş, “Ya Musa ilk ziyaret ettiğin rençberin tarlasına baktın mı, nasıl işlemiş?”

“Baktım” demiş, “dörtte üçünü güzel işlemiş, ama toprağın dörtte birinde topaklar vardı.”

“Ya Musa” demiş Hakk, “ona istersem veririm, istemezsem vermem.” Sonra yine sormuş, “Pekala” demiş, “beni mecbur kılan, ister istemez verecek diyen rençber toprağını nasıl işlemiş, baktın mı?”

“Baktım” demiş Musa, “toprağı o kadar güzel işlemiş ki, sanki toprağı kahve haline getirmiş.”

“Ah Musa” demiş Hakk, “ben o kişiye vermezsem, dünyadan adaletim kalkar, mecburum vereyim.”

Bakın ne diyor, dünyadan benim adaletim kalkar diyor, mecburum vereyim…

Onun için her kişi, yaptığı işin hakkını verirse hiç gam yemesin, Allah karşılığını verir. Ama baştan savma iş yaptı mı, e Allah da onu başından savar… Yani hiçbir şeyi mecbur ettiremezsin.

MANEVİ MENKIBELER – 29

Hep hizmette…

Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, evine bir misafir geldiği zaman, O kalkardı kapıyı açsın.

Bir gün de misafirlerine su ikram ediyor testiyle. Kapı çalınıyor, alıyorlar misafirleri içeriye. 

Soruyorlar, “Bu evin sahibi, Resulü kimdir?” diyorlar.

İşte Hazreti Muhammed, “Misafirlerine hizmet eden, su verendir” diyor. Bakın, “Ben” demiyor.

Gençler şimdi görüyorlar, Peygamber yaşlılara su ikram ediyor. Kendi kendilerine konuşuyorlar, “İlahi Hakk” diyorlar, “kimin elinden su içiyor bu yaşlılar.”

Bunları işitiyor Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, “Gam yemeyin” diyor gençlere, “sizlere de vereceğim.”

Merhamet dolu, sevgi dolu, hizmet dolu…

Şimdi bizlerde eskiden, Mevlevi tekkelerinde çay ikram edilirken, Dede yaşlıysa meydancı çayı verirdi, Dede de şeker koyardı bardaklarına. Öyle anlıyor musun, ben şeyhim, sen kalk hizmet et, yok. Kendileri hizmet ederlerdi. Neden? Peygambere örnek olacaklar, çünkü Peygamber hep hizmette, hep hizmette…

MANEVİ MENKIBELER – 4

Baş köşe nereye derler?..

O devirde, halk, Mevlana’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar. Bir medresenin açılışı için Mevlana’ya haber gönderiyorlar, davet ediyorlar, gelsin açılışını yapsın. İlla bir sebep bulacaklar.

Mevlana, Şems’e diyor, “Kalk, davetliyiz.” Şems, “Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun” diyor. Mevlana, “Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz bir yere gitmem” diyor. “Peki…” Kalkıp gidiyorlar.

Mevlana, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra “Bize müsaade biz gidelim” diyor. “Yok” diyorlar, “bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?” Şems diyor, “Sen git, ben burda otururum.” Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlana giriyor içeriye, “Nedir sorunuz?” diyor. “Sorumuz” diyorlar, “Baş köşe neresidir bir evin içinde?” Cenab-ı Mevlana diyor ki: “Birincisi, bir ev sahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denilir. İkincisi, bir Ulema, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,” diyor, “Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.” Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna. İşte, sevgilinin yeri baş köşe…

Hocalar çıldırıyor. Bir ağır soru hazırlıyorlar Mevlana’ya. “Bir sorumuz daha var” diyorlar. “Buyrun” diyor Mevlana, “nedir sorunuz?” “İçki hakkında ne buyurursunuz ya Mevlana? Haram mıdır, helal midir?”

Şimdi koca Mevlana derse haram, Şems’i incitecek; derse helal, Hazreti Peygamberi incitecek. Bakın, şimdi nasıl iki ateş arasında duruyor Mevlana… Ee ama usta.

“Efendiler” diyor, “hepiniz bilginsiniz, alimsiniz, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmişsiniz, tefsirini de yapmışsınız. Şimdi ben size bir soru soracağım, cevap almak isteyeceğim.” “Buyur” diyorlar, “ya Mevlana sor.”

“Bir fıçı şarap bir havuza dökülürse, o havuzdan su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler hemen cevap veriyorlar, “O havuzdan su almak caiz değildir, o su kirlenmiştir artık, haramdır.”

“Aynı fetvayı ben de veriyorum” diyor Cenab-ı Mevlana. “Şimdi ikinci sorum” diyor, “bir fıçı şarap denize dökülürse, o denizden su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler, “Deniz tuz tabiatındadır” diyorlar, “şarabı yakar, o denizden su alınabilir, helaldir.” Mevlana bunun üzerine, “Benim Efendim Şems ne bir havuzdur ne de bir deniz, o bir okyanustur” diyor, “kusura bakmayın, bana müsaade…” Ve geçiyor koluna Şems’in, kalkıp gidiyorlar. Hocaların hepsi kalakalıyorlar.

Bu hikayeden maksat, onların ne kadar zeki olduklarını, onların ne kadar aklın büyüğünde olduklarını sizlere anlatmaktır. Bu yüce zatlar dünya durdukça sevenleriyle yaşayacaklar ve en güzel şekilde anılmaya devam edeceklerdir.

MANEVİ MENKIBELER – 3

Evliyalar manevi kardeştirler…

Evliyalar arasında birbirlerine karşı inat yoktur, kavga yoktur, haset yoktur; sevgi vardır, birlik vardır. Şimdi nasıl birlik var?..

Kalkmış biri bir kurban almış, gelmiş Cenab-ı Mevlana’nın huzuruna, selam vermiş, almış Mevlana selamını. “Ya Hüdavendigar” demiş, “senin sohbetinden faydalanmak istiyorum. Destur var mı, bu kurbanı tığlayalım, burda kaynasın, canlar lokma etsinler?”

Cenab-ı Mevlana, kurbanı almadan evvel sormuş, “Senin sağa sola bir borcun var mı?”

“Var” demiş.

“O kurban burda kesilmez” demiş Mevlana, “peşin borçlarını ödemiş olsaydın, sonra buraya adağını getirseydin.” Kabul etmemiş. “Otur” demiş, “burda Hakk ne verdiyse yiyip içelim, muhabbeti dinlersin.”

“Yok” demiş “madem kabul etmedin oturmam.”

“Sen bilirsin.”

Kalkmış, almış kurbanı, gelmiş Hünkar Hacı Veli Bektaş’a, aynı teklifi yapmış.

Hacı Veli Bektaş fazla incelememiş, “Tığlayın” demiş, tığlamışlar. Tığlandıktan sonra kazana atılmış.

Dönmüş Hacı Veli Bektaş’a, selam olsun üzerine, “Ya Hünkar” demiş, “senden önce gittim Hüdavendigar Hazreti Mevlana’ya, aynı teklifte bulundum, o kabul etmedi. Sen kabul ettin.”

Hemen Hünkar Hacı Veli Bektaş kendini toparlamış, “Hüdavendigar Mevlana, bütün Evliyalar arasında en pürüzsüz bir Evliya’dır” demiş, “zerre kadar pürüz kabul etmez.”

Adam susmuş. Kalkmış Hacı Veli Bektaş’tan tekrar gelmiş Mevlana’ya, çıkmış huzuruna, “Sen” demiş, “kabul etmedin ama Hünkar Hacı Veli Bektaş kabul etti.”

Cenab-ı Mevlana dönüp demiş, “O öyle bir deryadır, özünü almıştır kirini atmıştır.”

Adam demiş, “Yahu açamadım ikisinin arasını.”

Sen nasıl açarsın onların aralarını, onlar Hakk ile Hakk… Bunlar hep yaşantılarda olmuştur. Ama akıl var yakın var… Evliyaların hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar sureten ayrıdırlar ama manada hepsi birdirler.

MANEVİ MENKIBELER – 1

O, yarının büyüğüdür…

Bir gün Mevlana’nın karşısına 4-5 yaşında bir çocuk çıkmış. Hemen koşmuş Mevlana’ya, elini öpmeye. Mevlana eğilmiş çocuğa, okşamış başını, almış elini öpmüş.

Demişler, “Ya Hüdavendigar, sen onun elini niye öptün, o daha çocuk?”

“O yarının büyüğüdür” demiş, “bende çocuk yok, insan var.”

Yani çocuğa dahi insan olarak bakıyorum, diyor. Çocukla da ders vermiştir bize Mevlana. Kimseyi küçük görmeyeceksiniz, kimseyi…

Bizim yolumuz Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin, Hazreti Mevlana’nın yoludur. Onların dilinden bal tat aldı, şeker tat aldı. Bütün güzellikler tat aldı onların dilinden… Çiçekleri ne görüyorsun bahçelerde, onların o güzel sözlerinden renk almışlardır. O güzel kokuları ne görüyorsun, onların o güzel sözlerinden o güzel kokuları almışlardır…

Hepimizin özümüzde aşk var, sevgi var, hepimizin… Onun için aşktan, sevgiden konuşalım, onların diliyle çıkmaya gayret sarfedelim, çıkmayalım kendi dilimizle; güzel konuşalım, güzel söz söyleyelim, yapıcı olalım, kırıcı olmayalım.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 100

“Beni doğruluğa çekenle doğruyum. Eğri hareket edene ben de eğriyim.”

Şimdi Hazreti Ali Efendimiz burada şunu söylemek istiyor: Birine arkadaşlık ettiğimde, doğru gidenle doğru yürürüm, eğri gidenle de eğri bakarım, bakalım şimdi nereye kadar böyle gidecek.

Arkadaşlık ediyor fakat onun yaptığını yapmıyor. Maksat onunla beraber duruyor, havasını bozmuyor. Ali ya, ismi üstünde herkese uyuyor. Eğri gibi dursa da doğruluktan ayrılmıyor.

Hazreti Muhammed Efendimiz de şöyle buyurur: “Hiçbir kötü niyet beslemeyerek, din kardeşlerini sevmek, hiçbir nefsani duyguya kapılmaksızın, kinden arınmak, göklerin ve yerlerin sahibi Hazreti Allah’a göre, en sevilen insani amellerdendir.”

Hazreti Ali Efendimizin ders aldığı yer Hazreti Resulallah’tı. Bizler de Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak, hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.

Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin mumlarını yakalım! Benliğe kapılmadan yoklukta kalmaya gayret edelim ki, güzellikler bizlerde suret bulsun. Gayret etmekten hiç vazgeçmeyelim; herkesin kendi ölçüsünde ikram edebileceği güzellikler vardır. Sayıları ‘Bir’leyebilmektir insan olmak. O halde bütün yaratılmışları sevelim! Tümden göz olalım, O’nun sevgisi ile kainata bakalım. Tümden kulak olalım, işittiklerimiz bize O’nun mesajlarını getirsin. Her zerremiz O’nunla nefes alsın. Biz söz olalım, Allah bizden konuşsun!..

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 99

“Bir atım var ki yumuşaklığa gemlenmiş, bir atım da var ki cehalete eyerlenmiş.”

İnsanlarda hem rahmaniyet hem de şeytaniyet vardır. Şimdi birisi atını bağlamış yumuşaklığa, hep rahmaniyette tutuyor ve bir atı daha var ama hiç durmuyor, hep istiyor nefsi arzularının peşine gitsin; onu da tutuyor gemliyor, diğer ata benzetmeye çalışıyor. Bunların her ikisi de insanın elindedir.

Yine kendisidir, Ali’dir diyen: İçimde asabiyete ve isyana ait ne varsa, ben onlara gem vurmuşum, onlar benim ayaklarımın altındadır. Asabiyet ve öfke padişahlara hükmeder, ama bana ise esirdir.

İşte Hazreti Ali bir gün yolda arkadaşıyla gidiyor, birine rastlıyorlar. Adam tutuyor Hazreti Ali’ye, “Esselamu aleyküm ya Allah’ın ayısı” diye hitap ediyor. Hazreti Ali de, selam olsun üzerine, dönüp, “Ve aleyküm selam ya Allah’ın Alisi” diye karşılık veriyor. Yanındaki arkadaşı duraklıyor içinden, Allah Allah diyor ve Hazreti Ali’ye dönüp, “Ya Şahım çok latif bir cevap verdin. Karşı taraf sana hakarette bulundu, sana ayı diye hitap etti ama sen ona yine Ali diye hitap ettin, bu nasıl olur?” Hazreti Ali cevap veriyor, diyor ki: “Ah kardeşim, insan insanın aynasıdır. O kendi kimliğini bende gördü, ben aynayım, ben de kendi kimliğimi onda gördüm. O bana ayı dedi, ben de ona Ali dedim, geçtik gittik.” Bakın hiç çirkin bir söz sarfetmiyor.

Nitekim Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin dilinden buyuruyor ve diyor ki: “Rahman’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir.” (Furkan, 63)

Geniş gönül sahipleri, kimseye kızmazlar, her şeyi hoş görürler. Gül, buluttan su içer; gönül de sabırdan. Bulut gülün dostu, sabır ziyanın dostudur.


İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 98

“Özrünü öyle güvenilecek birisine söyle ki, senin özrünü hoş karşılayarak sana yardım edebilecek biri olsun.”

İmam Ali Efendimiz çok güzel buyuruyor. Şimdi birinden özür dileyeceksin; ama önce bunu biriyle paylaşacaksın ve paylaştığın kişi çok sağlam bir arkadaşın, dostun olacak. Onunla paylaşacaksın, neden özür dilediğini anlatacaksın; o da sana o kişiden özür dilerken yardımcı olacak, senin yanında olacak, seni savunacak.

Bu yüzden İmam Ali Efendimiz, dostunu seç ona sırrını aç ve onunla özür dilemeye git, demek istiyor. İmam Ali Efendimiz burada bizlere yol gösteriyor.

Bakın Mevlana’mız da ne güzel buyuruyor: “Hilim kılıcı, demir kılıçtan daha keskin, hatta yüzlerce ordudan daha galip, daha üstündür. Sen demirden kılıç gibi olma; sen, hilim sahibi ol, kalbi kırık, mahzun kişilerin evlerine ışık ol!”

Allah’ın nurunun tecelli ettiği bir kalb, sadece kendisinin değil, bütün varlıkların iyiliği için gayret sarfeder. Yoldan sapanlara, asi çıkanlara dahi rahmani gözle bakarak onların da güzelleşebilmesi için uğraşır ve eğer kendisi müşkül bir duruma düşerse, o zaman da Allah onun yardımına koşar ve böylece Allah’ın rahmetine ve şefaatine nail olur.

Amacımız Allah’a layık olarak tekrar O’na kavuşmak ise, bunu engelleyecek her türlü nefsani hallerden kendimizi koruyalım. Bütün yaratılmışları muhabbetle sevelim. Aynı şekilde davranmayanlara karşı dahi tutumumuzu değiştirmeyelim, bizler onlara örnek olalım. Tevazu ve alçak gönüllülüğü kendimize en değerli ziynet edinelim.

Ve yeri gelmişken Hazreti Ali Efendimizin, “Bin sefer mazlum ol, ama bir sefer zalim olma…” diye buyurduğu öğüdünü de tekrar hatırlayalım ve daima hafızamızda tutmaya çalışalım.


İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 96

“Dünyanın bütün varlıkları fanidir; tıpkı bir örümcek ağı gibi, bir anda var olurlar, bir anda yok olurlar.”

Kur’an-ı Natık olan Hazreti Ali Efendimizin bu sözü, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayete işaret etmektedir: “Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 41)

Cenab-ı Mevlana, bir kasidesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.”

Hazreti Ali Efendimiz gibi Cenab-ı Mevlana’nın da bu sözleri çok doğru ve yerindedir. Biz can konağını aramazsak, onu kendimizde var etmezsek, demek ki biz hiçbir işe yaramıyoruz.

Hazreti Mevlana’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşeni de şöyle buyuruyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesabesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelal, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasıyla kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrail’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsan ediyor, şu halde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Evet, bizler de Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.