MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (228.2)

Hazreti Şems Efendimiz, Mevlana’nın putlarını kırmak için onu türlü imtihanlara soktu. Şems olmak kolay değildir, herkes Şems’i taşıyamaz. Bunun üzerine bir gün Şems Hazretleri, Cenab- ı Mevlana’dan meydandaki bir meyhaneden şarap almasını istedi. Hazreti Mevlana o güne kadar hiç bir meyhaneye girmemiş, şarap da ağzına koymamış; ama diğer taraftan Şems’e de ikrar vermiş, gitmese olmaz. Kalkıyor Cenab-ı Mevlana meyhanenin yolunu tutuyor, giriyor meyhaneye. Meyhaneci karşısında Mevlana’yı görünce çok şaşırıyor, “Buyrun Mevlana Hazretleri, bir şey mi oldu?” diyor. Hazreti Mevlana, “Şurdan bana bir testi şarap doldurur musun?” diye sıkılarak cevap veriyor. Meyhaneci şaşkınlıklar içinde bir testi şarabı Hazreti Mevlana’ya ikram ediyor. Mevlana şarabı alarak çıkıyor meyhaneden, sokakta kimse onu elinde şarapla görmesin diye de şarabı cübbesinin altına saklıyor ama, tam kalabalık halkın arasından geçerken, testi kayıyor, yere düşüyor ve kırılıyor. Her yer şarap oluyor ve etraftaki halk da bunu görüyor ve aralarında söylenmeye başlıyorlar; biri diyor, “Mevlana şarap mı içiyormuş”, öbürü diyor, “Yazıklar olsun, biz kime inanmışız, kime iman edip sözlerini dinlemişiz!”

Cenab-ı Mevlana’nın canı bu duyduklarına çok sıkılıyor, eve dönüyor ve üzüntüden sakalları titreyerek çıkıyor Şems’in karşısına. Hazreti Şems, Mevlana’nın bu halini görünce gülmeye başlıyor ve soruyor, “Hayırdır Mevlana ne oldu?” Hazreti Mevlana başına gelenleri olduğu gibi anlatıyor Şems’e. Şems Hazretlerine tabi ki herşey zaten malum, diyor ki, “O şişeyi gayb aleminden ben düşürdüm. Şimdi söyle bana, seni halkın mı sevmesini istersin, yoksa Hakk’ın mı?” Cenab-ı Mevlana, “Hakk’ın sevmesini isterim” diye yanıt veriyor. Bunun üzerine Hazreti Şems şöyle devam ediyor, “Ben de bunu seni halktan uzak etmek için yaptım.”

Hazreti Şems, Mevlana’yı buna benzer daha birçok imtihanlara tutmuştur. Bundan şunu anlamamız gerekir; bir insan putlarını kırmadıktan sonra hakiki kimliğine ulaşamaz. İnsanı bütün güzelliklerden uzak eden küçük aklıdır. Böyle bir kişi kendi aklını beğenir ve başkalarını hor görür.

Cenab-ı Mevlana, Hazreti Şems’in elinde piştikten ve bir güneş gibi parladıktan sonra bakın ne diyor: “Ey insan! Kusursuz kul bu alemde arama. Kusursuz insan yoktur bu alemde, herkeste bir kusur vardır. İnsanlarla iyi geçinmek istersen, herkesin iyi taraflarına bak, o zaman huzurlu olursun.”

İnsan, başkalarında kusur ararken kendi kusurlarını görmez, ama kişi önce kendi kusurlarını görür de, başkalarında kusur aramayı bırakırsa, işte o zaman daha mutlu bir yaşam sürer.

Bizler burada her zaman Hazreti Muhammed Efendimizi, Ehl-i Beyt Efendilerimizi, Hazreti Mevlana’mızı, Piran Efendilerimizi ve onların güzelliklerini zikretmekteyiz ki, onların o güzel ruhları bizlerde yansıma yapsın. Bizim ruhlarımız Onların ruhlarıyla güzelleşir ve zenginleşir. Zaten birinin ruhu Onların güzel ruhlarıyla temas etmezse, uzlaşmazsa, bu demektir ki, ondaki ruh hayvanidir. Çünkü insan canlı bir dünyadır. Ne varsa dünyamızda, o vardır insanda. Kin mi besliyorsun; surette insansın ama hakikatte devesin. Gurur mu yapıyorsun; surette insansın ama hakikatte tavussun. Hep hırsta mı tutuyorsun kendini; surette insansın ama hakikatte kazsın. Kavgaları mı seviyorsun; surette insansın ama hakikatte horozsun. Bir toplumda tatlı sohbetler yapılırken, bir acı söz söylersen; surette insansın ama hakikatte akrepsin, yılansın. İnatla yola koyuldun mu; surette insan görünürsün ama hakikatte eşeksin, keçisin. İnsanın varlığında bunlardan sayısız var, ama kişi bunlardan arınmadıktan sonra insan olamaz, insan görünür ama hakikatte hayvandır. İnsan olabilmek için de bir insan-ı kamili kendine ayna etmek gerektir, ayna ile yola çıkan kişi güzel konuşur. Eskiler güzel konuşan bir insan gördüklerinde, “Maşallah, ne güzel konuşuyor, aynaya yüz tutmuş” derlerdi. Bu ne demektir, güzel konuşuyor, çünkü bir Mürşidi var. Mürşidini ayna etmiş kendine, ondan yansıyan güzelliklerle konuşuyor, etrafına güzellik sunuyor. Bazı kişileri de duyarsınız devamlı küfürlü konuşur, onun için de derler, “Aynasız!” Yani, bir aynaya yüz tutmamış, Mürşidi yok, kendi aklıyla yola çıkıyor, kendini beğeniyor, kötü konuşuyor, işte o kişiden her şey beklenir. Böyle bir kişi için hidayet dilemek gerekir ki, bir Mürşide ulaşsın da, insanlığa kavuşsun.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (228.1)

Minyatür: Ömer Faruk Atabek

Hasan Dede, sizin de bildiğiniz gibi Şems-i Tebriz Hazretleri pek öyle herkesle anlaşabilen bir kişi değil. Ve bir gün Tanrı’ya şöyle yalvarıyor, “Allah’ım senin has kullarından biri var mı ki, benim sözlerime tahammül edip, beni anlayabilsin?” Bunun üzerine, gayb aleminden kendisine işaret geliyor, “Aradığın kişi Rum diyarında, oraya git!” Ve Şems gidiyor Mevlana’yı buluyor. Daha sonra, Şems-i Tebriz Hazretleri diyor ki, “Mevlana, Ay’dır, benim Güneş gibi vücuduma gözler dayanamaz. Ay, Güneş’e ulaşamaz ama Güneş, Ay’a ulaşır. Kur’an’da buyurulduğu gibi, “Gözler onu görmez ama, o gözlerin gördüklerini görür.” (En’am Suresi, 203.Ayet) Şimdi Hazreti Şems buyuruyor ki, “Her ayet-i kerime bir mesaj, bir aşk mektubu gibidir. Kur’an’ın gerçek anlamını Hakk aşıkları bilir. ‘En el Hakk’ sözünün anlamı, Tanrı’yı tanımaktır, yani ‘Ben Tanrı’nın tefsiriyim’ demektir.” Hazreti Şems’in bu görüşünü nasıl yorumlarsınız, Hasan Dede?”

Şems-i Tebriz, selam olsun üzerine, buyurduğun gibi, bir münacaatta bulunuyor ve “Allah’ım bana bir mürşit ihsan et” diyor, “çünkü senin sayısız bilinmeyen kulların var.” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk kendisine şöyle sesleniyor; “Sana öyle birini ihsan edersem bana ne hediye edeceksin?” İşte Şems’in verdiği cevap; “Sana başımı vereceğim.” Cenab-ı Hakk yine sesleniyor; “Git, Rum diyarında Celaleddin isminde birini ara, onu bulursan, işte aradığın kişi odur.”

Bunun üzerine bir gün Şems-i Tebrizi Hazretleri Şam’da dolaşırken, Hazreti Mevlana da o sırada Şam’da bulunuyor, ikisi karşılaşıyorlar. Şems-i Tebrizi Hazretleri onun aradığı kişi olduğunu hemen anlıyor ve koşup Cenab-ı Mevlana’nın kolundan tutarak durduruyor ve Mevlana’ya şöyle sesleniyor; “Ey cihanın sarrafı! Ara beni bul!” Daha sonra Hazreti Şems-i Tebrizi Konya’ya geliyor ve bir hana konuk oluyor. Handakilere Mevlana’yı soruyor. O sırada handa konaklayan birkaç bilgin Mevlana’yı tanıdıklarını söylüyorlar ve şöyle buyuruyorlar; “Cenab-ı Mevlana gibi aramızda bir bilgin daha yoktur. Kendisi katıra biner ve kırk tane bilgin arkasında gider, bunların da hepsi atlara binerler. Ve Mevlana Hazretleri kilise avlularında ve cami avlularında durur ve Allah’ın büyüklüğünden söz eder. Ayrıca sayısız da müftü yetiştirmiştir.” Hazreti Şems-i Tebriz, Peki giyimi nasıldır?” diye sorunca bilginler şöyle cevap veriyorlar; “Hırkası ipekten, güzel giyinir, saltanatlıdır.” Bunun üzerine Hazreti Şems biraz duraklıyor ve soruyor; “Peki bu zat buralardan geçer mi?” Bilginler cevap veriyorlar; “Sabah saatlerinde atların ayak seslerini duyarsan, bil ki geçen odur.” Bunun üzerine Hazreti Şems sabahı beklemeye koyuluyor ve gün ağarmaya başladığında atların seslerini duyuyor ve cübbesini giyiyor, tacını takıyor ve aşağı iniyor. Şems-i Tebrizi Hazretlerinin asasında Lavza-i Celal yazıyor, yani ‘Allah’. Harakiyesinde ise ‘La ilahe illallah Muhammeden Resulullah’ yazıyor. Cenab-ı Mevlana atının üzerinde karşıdan gelirken, tekrar çıkıyor karşısına, tutuyor atının dizginlerini ve gözlerini Mevlana’ya dikerek, “Ya Mevlana, sana bir sorum var.” diyor. Hazreti Mevlana, Şems’in yüzüne bakar bakmaz onun halinden kim olduğunu okuyor ve cevap veriyor, “Buyur ya Şems, sorun nedir?” Şems soruyor, “Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Beyazid-i Bestami Veli mi?” Bu soruyu işitince Hazreti Mevlana celali ve cezbeli bir tavırla diyor ki, “Bu ne biçim bir soru?! Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Hazreti Şems devam ediyor, “Peki” diyor, “Hazreti Muhammed Efendimize ‘Allah’a karşı ibadetini yaptın mı?’ diye sorduklarında dedi ki, ‘Yapamadım.’ Aynı soruyu Beyazid-i Bestami Veli’ye sorduklarında, o dedi ‘Yaptım’. Biri dedi ‘Yaptım’ diğeri dedi ‘Yapamadım’, şimdi bunlardan hangisi daha büyük?”

İşte Mevlana Hazretlerinin verdiği cevap; “Beyazid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza bir gölün suyu döküldü, havuz taştı ve ‘Hırkamın altında Allah’tan başka bir şey yoktur’ dedi. Hazreti Muhammed ise bir okyanustur, bütün denizler Ona aksa, O taşmak nedir bilmez.”

Hazreti Şems, Cenab-ı Mevlana’dan bu cevabı duyar duymaz başını secdeye vurdu. Hazreti Mevlana atından indi, Şems’in koluna girdi ve tam üç ay boyunca halvet oldular, halvet boyunca sadece üç simitle karınlarını doyurdular. Birbirlerine sayısız manevi inciler döktüler. Ne zaman ki halvetten çıktılar, ikisi de muma dönmüşlerdi. (devam edecek)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (227)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Hakk, Kur’an’da Tebareke Suresinin ilk iki ayetinde diyor ki; “Önce ölümü yarattım sonra hayatı.” Bununla ilgili ne söyleyeceksiniz?

Bu ayetten şunu anlamalıyız; her şey yokluktan varlığa kavuşur. Evliyalar, selam olsun üzerlerine, Evliya mertebesine ermeden önce ilmi zahiri bıraktılar, bir mürşid-i kamilin karşısında öldüler ve onun huzurunda yeniden doğdular. Doğduktan sonra da doğdukları, yani yeniden can buldukları yer ile yol almaya devam ettiler ve topluma faydalı çok güzel insanlar oldular. Ölmekteki mana, nefsin kötü huylardan arınması, manevi güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi, bu şekilde ölmediyse eğer, diri sayılmaz. Benliğinde yaşamaya devam ettiği ve ikilikte kaldığı müddetçe diri değildir.

Hazreti Mevlana der ki: “Bu kainatta ne görüyorsanız benim nazarımda hepsi uykudadır, ölüdür.”

Ne zaman ki, o kişi, bir Hakk dostuyla, yani bir mürşid-i kamille yola çıkar ve tam bir teslimiyet içinde olursa, işte ölümün arkasından dirilik doğar. Tam bir teslimiyet içinde olmak ne demektir? Kendi aklını bırakarak, ikrar vererek bağlandığın mürşidine uymak, onun aklıyla aklını büyütmek ve olgunlaştırmaktır. Çünkü gerçek bir mürşidin de bağlı olduğu yer Hazreti Muhammed’dir. Hazreti Muhammed, Akl-ı Küll’dür. Bunun manası da şudur, Hazreti Muhammed’in her zerresi akıldır, güzelliktir.

Hazreti Mevlana bir kasidesine şöyle buyurur:

“Ey gönül! Eğer sen, sevgiliyi istiyorsan; kendinden kurtul, kendine yabancı ol! Pervane gibi sevgide vefalı ol! Bedenini, canını düşünme; aşk alevinin içine kendine at!

Tamamıyla yüzünü Hakk’a çevir, Hakk’a yönel! Gerçek aşktan bahset, aklını yorma, onun boynuna halka geçir, onu serbest bırakma da, bizim gibi mest ol, divane ol!

Eğer ölümsüzlüğü istiyorsan; kendinden geç, yok ol; Allah adamı ol! Nefsani arzuların kölesi olma da, bu aşk deryasında inci tanesi kesil!

Bir olmak; kesretten kurtulup vahdete gelmek, tevhide ulaşmaktır. Bu dünyada ne bekliyorsun? Eğer sen bizden isen, bizim mezhebimizde isen aşk meyhanesinin köşesine gel!

“Biz onları temiz şarapla doyurduk” ayetinin sırrına eren kişi, hem evveldir, hem ahirdir, hem sakidir, hem de kadehtir.

İbrahim Edhem Hazretleri gibi ol; alemin mülkünden, tacından tahtından kendini kurtar. Aşk yoluna başını koy, Hakk’tan gafil olma, ondan ilgisiz kalma!

Kalenderler gibi o dilberin vuslat kadehinden şarap içiyorsun. Şekle, görünüşe bakma, küfür de, din de bir süsten, bir nakıştan ibarettir. Sen imanın özüne bağlan, masal arama, taklitle yaşama!”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (226)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Şems bir sohbetinde diyor ki; “Bayezid- i Bestami Hazretleri zamanında, bir şeyhin aşık bir müridi vardı. Bu mürid bir gün şeyhine dedi ki; ‘Ben her gün yetmiş defa Tanrı’yı açıkça görüyorum.’ Şeyhi de ona şöyle cevap verdi; ‘Senin bir kere Bayezid-i Bestami’yi görmen, Tanrı’yı yetmiş defa görmenden daha iyidir.’ Şeyhinin bu cevabı üzerine mürid dışarı çıktı ve Bayezid-i Bestami’yi gördüğünde düşüp öldü.” Hazreti Şems bununla ilgili şöyle buyuruyor; “O, sevgili yolunda canını verdi, kendinde bir parça dahi nefs kalmamıştı, onu da feda etti.” Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Şimdi bu mürid başka hayali Tanrı’lar peşindeydi, putları çoktu. Ne zaman Bayezid-i Bestami’nin, selam olsun üzerine, hakiki yüzünü gördü, o zaman kendinden geçti ve artık dünyada daha fazla kirlenmemek için de Hakk’a yürüdü. Aslında bütün dava şu; bir mürid sıdkı bütün imanla ikrar verdiği yere bağlanırsa, gönlünü tamamiyle bağlandığı yere verirse, Peygamberini, Tanrı’yı ve Tanrı’nın sevgililerini ikrar verdiği yerde görürse, yavaş yavaş artık onda perdeler kalkar, çok şeyler görünür ve artık kimsenin sözü ona tesir etmez. Hazreti Mevlana’yı ele alalım, Divan-ı Kebir’inde öylesine kasideler dile getiriyor ki, akıllar duruyor. Hazreti Mevlana henüz yedi yaşındayken Cenab-ı Hakk bir sefer ona yüzünü gösterdi. Mevlana bununla yetinmedi, büyük bir aşkla o yüzün peşinde koştu ve onun sayısız sefer değişik yüzünü gördü ve onda yandı. Şimdi herkesin anlayabilmesi için şöyle bir örnek dile getirelim; dünyada altıbuçuk milyar insan var, ve bunun birbuçuk milyarında Hazreti Muhammed’in nuruyla nurlanmış güzel yüz var diyelim. Şimdi o birbuçuk milyar nurlu yüzü bir cemalde toplayalım, acaba kendi aklınızla bu cemale bakabilir misiniz? Bakamazsınız, çünkü anında erir ve su haline gelirsiniz.

Cenab-ı Mevlana buyurur der ki: “Ben hakiki yüzümü gösterecek olsam, başta güneş, ay ve yıldızlar yerinden oynar ve dünyanın nizamı alemi bozulur.”

Onlar, bizler gibi, sıradan bir insan suretine bürünmüşler ve örtmüşler hakiki yüzlerini. Ancak bunu anlıyacak olan yolcudur, yani müriddir. Bir mürid daha önce de söylediğim gibi sıdkı bütün bir imanla ve pürüzsüz bir sevgiyle ve aşkla bağlanırsa ikrar verdiği yere, işte o zaman manasında kabı taşıdığı kadar açarlar yüzlerini ve mürid o yüzde yanar, aşık olur ve artık hep o yüzün peşinde koşar. Bütün Evliyaullah, hepsinin selam olsun üzerlerine, kapları taşıdıkları kadar geceleri Hazreti Muhammed’in yüzünü gördüler ve onun aşkında yandılar. Şimdi, kimse cübbeye, bilgiye veya ilme aşık olamaz, ama hakiki yüzü gördü mü sevgisi artar ve aşka dönüşür.

Hazreti Ali de, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne de iman ederim.”

Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Muhammed Efendimizin terbiyesinde büyüdü, onun her sözüne inandı ve iman etti. Hazreti Ali, Hakk’ın nurunu Hazreti Muhammed’de gördü. Mürşid-i Kamil’ler de Hazreti Muhammed Efendimizin varisleridirler, onu kendilerine bende etmişlerdir ve onu temsil ederler.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (225)

Peygamberimiz Hazreti Muhammed Efendimiz, bir hadisinde diyor ki; “Ahiret ehline dünya haramdır ve dünya ehline ahiret haramdır. Tanrı ehline ise hem dünya hem de ahiret haramdır.” Şems Hazretleri de buyuruyor ki; “Mevlana, Tanrı’ya aşık bir kişidir. Hem bu dünyayı hem de ahireti unutmuştur. Mevlana, Tanrı aşkıyla sarhoştur, fakat aşkta uyanık değildir. Ben ise sarhoşum, ama aynı zamanda uyanığım da. Ben sarhoş olsam da uyanıklığımı kaybetmem. Dünyanın haddine mi bana perde olsun, veya benden saklansın!” Şems Hazretleri bu sözleriyle sizce ne anlatmak istiyor Hasan Dede?

Şimdi burda Şems-i Tebrizi Hazretleri, selam olsun üzerine, şunu dile getirmek istiyor. Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, her zerresi aşktan sarhoştu ve tamamen teslimiyetteydi. Ne dünya ile ne de ahiret ile bir pazarı vardı. Onun pazarı tamamen Allah ileydi. Hazreti Mevlana patlamaya hazır bir volkan gibiydi ve bu patlamayı yapacak bir kıvılcım bekliyordu. İşte Hazreti Şems, Mevlana’nın kıvılcımı oldu. Cenab-ı Mevlana, Hazreti Şems’in ateşinde öyle bir parladı ki, hem Şems yandı hem de bütün dünya onun muhabbet ateşinin nuruyla aydınlandı.

Bundan şunu anlamamız lazım, yine Hazreti Mevlana‘nın tabiriyle: “Aşka biraz akıl girerse aşk tamam değildir.”

Hazreti Şems şöyle buyurur der ki; “Ben Mevlana’yı bir sefer irşad ettim. O beni sayısız sefer irşad etti.” Bu da şöyle zuhur etmiştir. Hazreti Mevlana, devamlı Feriduddin-i Attari’nin kitabını okuyordu ve elinden hiç düşürmüyordu. Bir gün Hazreti Şems, onun kitabını elinden aldı, suya attı ve Cenab-ı Mevlana’ya şöyle seslendi; “Sen neden hala başkalarının kitaplarını okuyorsun? Sen bundan böyle kendi eserlerini yazacaksın.” Hazreti Mevlana kitabın suya düşmesinden çok üzüldü. Şems Mevlana’nın bu üzüntüsünü görünce dayanamadı ve uzandı kitabı tekrar sudan çıkardı, kitap hiç ıslanmamıştı, kupkuruydu. Hazreti Şems gösterdiği bu keramet üzerine yine Mevlana’ya şöyle buyurdu; “Aradığın o yüce varlık sensin, ne diye hala başka yerlerde arıyorsun.” Cenab-ı Mevlana bunu duyunca kendinden geçti ve işte o anda parladı ve onun bu parlamasından onbinlerce beyit meydana geldi.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (224)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hasan Dede, bilindiği üzere, Kirman, İran’da kimyonun en çok yetiştiği şehirdir. Şems-i Tebriz Hazretleri’nin bir benzetmesi var, diyor ki: “Kimyonu Kirman’a götürmekte ne fayda var? Tanrı kapısına da canını götürsen bunun aynıdır, ne faydası var? O kapı canların yaratıldığı yerdir, oraya orda olmayan bir şey götür. Sen O’na niyaz ve yalvarma, yakarma götür. Zira niyazsız olan Allah, niyazı sever. Oraya yokluğunu götür ki, sana lütufda bulunulsun. O da aşktır. Bir kere aşk tuzağına düştün mü? O seni sarar gider.” Şöyle bir ayet-i kerime de var: “Allah’ı severseniz, O da sizi sever!” Bunun hakkında ne buyurursunuz?

Şimdi Şems-i Tebrizi Hazretleri, selam olsun üzerine, bu menkibede şunu dile getirmek istiyor: Sevgili, senin canını istemekte değildir. Sen O’na canını verirsen, o Sevgili kiminle muhabbetini dile getirecek? Kiminle kendini yadedecek? Sevgili’nin istediği şey sevgidir. O’na sevgini büyüteceksin, gönlünü vereceksin, o sevgi aşka dönüşecek. Sevgi, aşka dönüştükten sonra, senden kimlik kalkacak ve sende Sevgili kimliğini gösterecek.

Hazreti Mevlana’mız buyurur ki: “Aşık ölüdür, aşıktan görünen Maşuktur!”

Aşk, insanı hedefine ulaştıracak en hızlı vasıtadır. Hem hedefe ulaştırır, hem de ulaştırdığı yerde yokluğa erdirir. Nereye sevgini ve aşkını verdiysen, orası sende tecellisini gösterir.

Yine Hazreti Mevlana’mız der: “Ey Aşık! Benim makamıma geldiğinde, bana Maşuk diye hitab ediyorsun. Ey Aşık! Aşk ile geldiğinde, ziyaret eden de sensin, ziyaret edilen de sen…”

İşte Şems-i Tebrizi Hazretleri’nin anlatmak istediği de budur. Sevgili’ne sevgini, aşkını, muhabbetini, gönlünü götürürsen, o Sevgili senden hoşnut olur.

“Bir gönülde aşk ve muhabbet ateşi yoksa, o kişi karanlıklarda. Allah’ın nürundan haberi yoktur” diye buyuran Mevlana’mız bir kasidesinden de şöyle seslenir:

“Kimin gönlünde aşktan eser yoksa, onun üstüne bir bulut çek! Çünkü o Ay’a düşmandır. Gönül aydınlığından kaçar.

Aşk bahçesinde yetişmeyen ağaç kupkuru bir ağaçtır. Onun ne yaprağı vardır, ne de meyvesi. Fakat aşk bahçesinde yetişen meyveli, yapraklı ağacın gölgesinde bulunmayan değerli bir kişi de, değerini kaybeder, hor ve hakir bir kişi olur.

Bir kişi çok değerli, eşsiz bir inci gibi olsa, aşktan haberi yoksa ondan uzaklaş! Çünkü dünyada insana aşktan başka ne akraba vardır, ne de baba!..

Aşıkların mezhebinde her gün aşk derdinden daha beter bir hale gelmeyen kişi, ölüm hastalığına tutulmuştur.

Kimin yüzünde aşktan bir eser, bir nur görürsen, gerçek olarak şunu bil ki, o bildiğin, tanıdığın insanların cinsinden değildir.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (223)

Hasan Dede, Hazreti Muhammed’in ümmeti nasıl bir ümmet olmalıdır, ne vasıflara sahip olmalıdır?

Size Peygamber Efendimizden bir misal vereyim: Bir gün biri Hazreti Peygamber Efendimizin huzuruna gelmiş ve, “Ya Resulullah, sana bir sorum olacak” demiş. Peygamber Efendimiz bakmış, hemen adamın bir sıkıntısı olduğunu anlamış. “Buyur, sor.” demiş. Adam devam etmiş, “Bilerek bilmeyerek hatalara düştüm, suç işledim. Yarın bir gün Hakk’a yürüyünce, korkuyorum, cehennemde yanacak mıyım?” Tam o sırada da, karşıdan bir anneyle çocuğu geçiyormuş. Hazreti Peygamber’imiz cevap vermiş, “Şu anneyle çocuğunu görüyor musun?” “Evet” demiş adam “Görüyorum.” Hazreti Resulullah devam etmiş, “O anne ister mi çocuğu ateşte yansın?” “İstemez” demiş adam. “Peki, demiş çocuk ateşe düşse annesi ne yapar?” Adam yine cevap vermiş, “Anne hemen atar kendini ateşe.” “Neden?” diye sormuş Hazreti Peygamber. “Çünkü” demiş adam, “Anne şefkat doludur.” Peygamber Efendimiz gülümseyerek devam etmiş, “İlahi Hakk! Annede bu kadar şefkat varsa, Allah baştan aşağı şefkattir.”

Hazreti Muhammed Efendimizin bir diğer adı Habibullah, yani Allah’ın sevgilisi. Öyle Tanrı kulları var bu alemde, onu giymiş, onun yüzüyle topluma çıkmış, onun dilinden konuşuyor, onu anlatıyor. Bizler de burada Hazreti Muhammed’in ruhuna büründük, ondan konuşuyoruz ve onu anlatıyoruz. O bizim sevgilimiz.

Hazreti Muhammed Efendimiz bir seslenişinde şöyle diyor: “Benim ümmetim, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerden efdaldir.”

‘Ümmet’ in manası nedir? Bütün kendine faydası olmayan bilgilerden arınmış, bedenine Hazreti Muhammed Efendimizi baş etmiş, onu kendine bilgi edinmiş olandır, onun diliyle konuşandır, her yerde onu methedendir; işte ümmetin manası budur.

O ilk ve son Peygamberdir, ondan önceki bütün Peygamberler onun nuruyla gelmişlerdir bu aleme.

Bizler Hazreti Muhammed Efendimizi ne kadar methetmeye kalkarsak kalkalım, yine kabımızın aldığı kadar ondan bahsedebiliriz; çünkü o manevi bir okyanustur, onun rahmeti sonsuzdur, o iki cihanın nurudur, onun güzelliklerinin ne başı vardır ne de sonu. O hiçbir varlığa kem gözle bakmamış ve kırıcı konuşmamıştır. İncinmiştir ama incitmemiştir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (222)

Hasan Çıkar Dede

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde daima insandan bahsediyorsunuz, nedir insanı bu kadar değerli kılan?

Evet, biz burda hep insanı işliyoruz. Bizler kazançdayız, çünkü ölümsüzleri kendimize dost edindik ve en başta Hazreti Muhammed Efendi’mize yüz tuttuk. Bizler, bir mürşid-i kamilin vasıtasıyla onları gönlümüze koyarsak ve onlarla yola çıkarsak, bir gün gelir dünya ömrümüz biter ama, yine mürşid vasıtasıyla Hazreti Muhammed’e yola çıkılır, ölümsüzlüğe ulaşılır. Çünkü Allah, bilgileri insanla bildirir. Bütün bilgiler, Hazreti Muhammed Efendi’mizin iç aleminde zuhura gelerek, insan toplumuna sunulmuştur. Hazreti Peygamber Efendi’miz, bütün varlıklara sevgi ile bakmış ve ne varsa bu alemde, hepsi hal diliyle ona kimliklerini açıklamıştır. Allah, Hazreti Peygamber Efendi’mizle dile gelmiştir. Ne diyor Hazreti Muhammed? “İkre!” Bunun anlamı nedir? “Oku!” Peki Hazreti Mevlana ne diyor? “Bişnev!” Bunun anlamı da, “Dinle!” demektir.

Hazreti Muhammed Efendi’mizin, Cenab-ı Mevlana’mızın ve bütün Piran Efendi’lerimizin davası, bizleri kendilerine vakfetmek, bizleri kendileri gibi ortaya çıkarmak ve bizlere kimliklerimizi kazandırmaktır.

Şimdi buraya belki yüz kişi gelir ama, bu güzelliklere ancak beş ya da on kişi vakıf olur.

İşte Hazreti Mevlana’mız buyurur: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Bir yere sevgini vermemiş isen, sevgini aşka dönüştürmemiş isen, sen yaşıyorsun ama, aslında ölmüşsün. Bir’i buldun mu hepsini bulmuş olursun. Bir peygamberi buldun mu hepsini bulmuş olursun.

Allah akıl vermiş, onu da başa koymuş. Şimdi sen bu güzel eserleri okur ve bu güzellikleri kendinde büyütürsen, sen de güzel bir insan olursun.

Evliyaullah’ın hepsi Hazreti Muhammed Efendi’mizin kardeşleridir. Hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin nuruyla nurlanarak bu topluma çıkmışlardır. Onların gönlünde, Hazreti Muhammed Efendimiz ve Ehl-i Beyt’imiz vardır.

Bu nedenle biz burada devamlı Hazreti Muhammed Efendimizi dile getiririz. Çünkü o şefkat ve merhamet doludur. Güzel kerametleri sonsuzdur. O, bir öcü değildir. O, bir kanun adamı değildir. O, bu aleme kendisini sevdirmek için geldi, bizleri korkutmak için gelmedi. Bizleri ateşlerde yakmaya, ızdırap vermeye, cehenneme atmaya gelmedi. Eğer bizler Hazreti Muhammed’i bu şekilde tanıtırsak, Onun dostu değiliz demektir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (221)

Hasan Dede, siz sohbetlerinizde çoğu zaman Mesnevi’den anlatıyorsunuz. Bizlere Cenab-ı Mevlana’nın eseri ‘Mesnevi’ hakkında ne söylemek istersiniz?

Mesnevi, Kur’an ayetlerinin aşkla yapılmış yorumlarıdır, tevilidir ve bizi bizlere anlatır, kesinlikle bizim dışımızda değildir.

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yatmıştır ve Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, daha ilk akşam onun manasında tecelli etmiştir. O manada, Peygamber Efendimiz, Mesnevi’yi eline almış ve gülümseyerek “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, böyle bir eser yazmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime sun, mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif, insan toplumuna sunulmuştur.

Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, diyor ki: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişilerden bizarım.”

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevilidir ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet etmiştir.

Muhammed Mevlana’mız, Hazreti Resulullah Efendi’mizin bendesi olarak, onun iç alemini en güzel şekilde keşfetmiş, Hazreti Peygamber Efendi’mizi yaşadığı devire göre taşımış, bütün insanlık alemini kucaklamış, dinlerde ayrım yapmamış, hepsini bir görmüş, birlikten söz etmiş ve ikiliğe hiç yer vermemiştir. Bu yüzden dünyamızda, onun kadar sevgiden, aşktan ve birleyici sözlerden konuşan başka bir mütefekkir zuhura gelmediği için, bugün bütün insanlık alemi Pirimiz Hüdavendigar Hazreti Mevlana’yı sevmektedirler. Hazreti Mevlana’ya saygı Hazreti Muhammed’e saygı demektir, çünkü Peygamber Efendi’mizin, selam olsun üzerine, yaşadığı devirde toplum o kadar cahildi ki, bu yüzden halka iç alemini açamamıştı.

Hazreti Mevlana’mız, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’den çok derin manalar çıkarmıştır ve demiştir ki: “Bendeniz, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetine mana vermeye kalktım; denizler mürekkep oldu, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu. Ben nanayı yazmaya başladım; denizler kurudu, ağaçlar tükendi, yapraklar bitti, fakat mana bitmedi.”

Bunu söyleme sebebi şu idi; bir insan sevgilisinin hakiki cemalini görürse, onun kimliğine vakıf olursa, onda kendini fani kılarsa, o güzel yüze aşkla baktığı için güzel manalar çıkarır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (220)

Hasan Dede, sizin 1965 senesinden beridir Hazreti Mevlana’yı manen giydiğinizi ve Onu temsil ettiğinizi söylemeden geçmek istemiyorum. Hatta 1987 senesinde Konya’da düzenlenen Şeb-i Arus törenlerinde postnişin sıfatıyla Hazreti Mevlana’yı temsil etmiştiniz. Ve Galata Mevlevihanesi’nde 1981 senesinden itibaren, Mevlevihanenin tadilata girdiği 2007 senesine kadar hizmet edip, meydan açmıştınız, öyle değil mi?

Evet, ne kadar şükretsek az, Hazreti Mevlana’nın yüce keremleri sayesinde bu yolda çok güzel hizmetlerde bulunmak, Çağdaş Mevlana Aşıkları olarak yüce Pirimizi yurtiçinde olduğu kadar, yurtdışında da birçok ülkede temsil edebilmek nasip olmuştur. Ve halen, Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı adı altında, Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’nde hizmet vermeye devam ediyoruz ve Allah’ın yardımıyla son nefesimize kadar da hizmetlerimize devam edeceğiz.

Galata Mevlevihanesi’nden söz açılınca; Mevlevihane’nin postnişinliğini yapmış ve Hazreti Mevlana’yı kendisinde bende etmiş olan Şeyh Galib Dede’nin de, selam olsun üzerine, Mevlevilik yolundaki hikayesi oldukça ilginçtir.

Şeyh Galib Hazretleri, 17 yaşlarında posta oturmuştur. Yaklaşık 13 yaşlarında iken, annesi ve babası onun dergaha gitmesinden hoşnut değillerdi. Oğullarının dünyevi ilimler üzerinde tahsil görmesini istemekteydiler. Kendileri bunu Şeyh Galib Efendi’ye söyleyemedikleri için mürşidi Esrar Dede’ye, oğullarını dergahdan göndermesi için bir mektup yazmayı uygun görmüşlerdi. Fakat Esrar Dede’nin buna cevabı şöyle olmuştu, “Burası red kapısı değil, Hakk kapısıdır. Ben bu kapıdan kimseyi geri çeviremem. Bana bir daha böyle bir mektup yazmayın.”

Bunun üzerine anne ve babası Şeyh Galib’i başka yollarla dergahdan soğutmaya çalışmışlar ve Şeyh Galib, bir süre sonra anne ve babasının bu konuşmalarından etkilenmeye başlamış ve kafasına dünya girmişti. Mürşidi Esrar Dede, onun bu halini görmüş fakat hiçbir şey söylemeyerek susmayı tercih etmişti.

Bir gün Şeyh Galib, dergahdan çıkmış, kafası karışık bir halde yolda yürürken, Karaköy yokuşunda başı dönmüş, ayağı kaymış ve diz üstü yere düşmüş. Yerden başını kaldırdığında bir de ne görsün, gökyüzünden yeryüzüne doğru bulutlar akın akın geliyor. Bunun üzerine duraklamış ve, “Rabbim” demiş, “bunlar yağmur değil, kar da değil, nedir bunlar?” İçinden şöyle bir nida gelmiş, “Ya Galib, bunlar denizdeki ve yeryüzündeki mahluklara rızıktır.” “Peki” demiş Şeyh Galib, “insanın rızkı nedir?” İçindeki ses yine cevap vermiş, “İnsanın rızkı nurdur, diğerleri hepsi nefsi gıdadır.”

Bunu duyar duymaz, kalkmış yerden dosdoğru dergaha geri gelmiş. Esrar Dede, onu görünce şöyle seslenmiş, “Deme Galib gelmem, gayri getirirler.”

İşte böyle, açarlar kapıyı, gösterirler, sen yerinden bile kıpırdayamazsın.

Şeyh Galib, kimliğine ulaştıktan sonra şöyle bir şiir yazmıştır; şimdi bu şiirden bir alıntı yapalım.

“Yine zevrak-ı derunum kırılıp kenare düştü.” Öyle bir coşku var içimde ki, ama karşımda beni anlayacak, kemalata ermiş insan yok.

“Dayanır mı şişedir bu reh-i seng sare düştü” Senin, diyor, esrar-ı rengin, yani kainatı yarattın girdin içime, nasıl anlatayım ki seni ben.

“Reh-i Mevlevide Galib bu sıfatla kaldı hayran. Kimi terk-i nam u şane kimi i’tibare düştü.”

Şimdi bir insan, bir Hakk yoluna, hangisi olursa olsun, intisab etti mi, bilsin ki, kendini ölümsüzlüğe götürmektedir. Ama bunun için çalışacak, o güzellikleri kendinde çoğaltacak ve O olmaya çalışacak. Bunu söylediğimiz zaman, O kimdir? Hakk’dır.

Hazreti Mevlana’mız şöyle der, selam olsun üzerine: “Sen O’musun? O sen misin? Sen O isen, O sen ise, bu alemde ne diye gam çekersin?”

Galip Dede Hazretleri de Hazreti Mevlana’nın bu sözlerinden etkilenerek, şöyle buyurmuştur: “Gam, keder ne varsa bu alemde, halk-ı cihanındır. Aşıkta gam, keder ne gezer.”

Hakk’ı var etmiş kendinde, vermiş gönlünü iman ettiği yere. Hiç onda gam, keder olur mu? Kendinde yaşamıyor ki, geçmiş kendinden, tüm varlığı Hakk olmuş.

Yine Hazreti Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Eğer sevgi olmadan, aşk olmadan yaşıyorsan, bil ki sen ölmüşsün. Ama bir yere gönlün varsa, muhabbetin varsa, o zaman yaşıyor ve yaşatıyorsun.

Biz, Allah’ı yaşatmak için geldik bu aleme. Dünya nimetleri için gelmedik. Ama bu demek değil ki, dünyadan elini ayağını çekeceksin. Elin dünyada olsun, ama gönlünü verme. Gönlün Allah’da olsun. Kazandıklarınla da hayır yapmaya koş, Allah yolunda harca ki, Allah’ın rızasını kazanasın. Çünkü dünya nimetlerinin hiçbiri kabire gitmez.

İşte Yunus da şöyle diyor: “Kim bu malın sahibi? Kim bu mülkün sahibi?Nerde bunun eski sahibi? O yalan, bu yalan; vermişler eline biraz oyalan.”

Yani sonuç itibariyle, dünya nimetleri yine dünyada kalır, ancak işlediğin güzel ameller seninle beraber yola çıkar.