MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (209)

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yani bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor. Ve deniliyor ki: Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan manevi dünyaya giremezsin. Siz bu konuda ne dersiniz Hasan Dede?

Nefes, insanın ağzından çıkarken der ki: Ben kimim? Bizler de ruhen diyoruz ki: Rabbimsin. O da tekrar sana geri dönüyor. Yani devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.

“Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür. Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğunu da Allah’ın tez tez halketmesindendir. Allah’ın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun ve daimi gösterir. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim bile olsa kendiliğinden bilemez, ona de ki: İşte Hüsameddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren…” (Mesnevi, I/1141)

Bir insanın bedeninde korkular suret bulursa, bunun sebebi imansızlıktır. Fakat ehl-i iman sahibi bir insanda korku namına bir şey yoktur. Bizim, ehl-i iman sahibi dendiğinde, aklımıza ilk gelen kişi Hazreti Ali Efendimizdir. O, Hazreti Muhammed Efendimizin uğruna her an canını vermeye hazırdı. Kılıcıyla pervane gibi döner ve bütün düşmanları ortadan kaldırırdı. Aslında hakikatte o kimseyi öldürmemiştir, onun öldürmesi diriltmektir. Ali’nin kılıcı dirilik verir, öldürmez. Hakikate göre, bir nefsi ortadan kaldırmaktaydı ve Rahman sıfatına yüceltmekteydi. Bunu da ancak iman yaptırabilir.

“Ali dedi ki: ‘Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah aslanıyım heva heves aslanı değil… İşim, dinime şahittir. Ben ‘Attığın zaman sen atmadın, Allah attı’ sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir. Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah’dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş… Ona hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Allah’ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turab oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam da ancak Allah içindir. Vermem de… Tamamı ile Allah’ınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.” (Mesnevi, I/3786)

Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.

“Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da! Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir, iyileşir! Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” (Mesnevi, IV/2617)

Sende aşk varsa, iman varsa mutlaka güzel bir yere varırsın. O zaman senin başındaki akıl da iman ettiğin yerin aklıdır, senden tecelli eden o güzellikler de yine iman ettiğin yere aittir, çünkü bize ait hiçbir şey yoktur. Biz, O’nun gölgesiyiz. Bizden önce onlar gölgelik yapmaktaydılar. Onların o ruhunu, o taşıdıkları güzellikleri, hiç şeksiz şüphesiz şimdi biz taşımaktayız. Katiyyen O’nun dışında değiliz ve şimdi bugüne göre sizlere konuşmaktayız.

“Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın… çünkü bu kapı, bugün açılacak! Sen safran evleğisin, safran ol… başka sebzelerle karışıp uzlaşma! Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!” (Mesnevi, IV/1083)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (208)

Bir mürşid demiş ki: “Aşka girdiğin zaman, aşk derinden işlerse, düşüncelerini kaybedersen, hemen bana gel. Başını kaybettiğin zaman hemen bana gel. Hiç başın olmadığını hissetmeye başladığın zaman, korkma, hemen bana gel. Doğru an budur, işte o zaman sana bir şey öğretebilirim. Başın varken öğreti imkansızdır, baş hep araya girer.” Ne dersiniz Dede?

Cenab-ı Mevlana der ki: “Benim gördüklerimi, eğer benden önceki Veliler görmüş olsalardı, dağlarda meczub halde gezerlerdi.” Çünkü akıl da kalmaz, baş da kalmaz. Eğer sen böyle bir hale düşersen, medeti yine sevgilinden bulursun. Böyle bir anda hemen ona dön ve onu kendine baş et ki, başsız ve vücutsuz kalmayasın.

“Kadir oldukça ayrılığıa ayak basma. Allah katında en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. O, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah vermiştir. Birisine metin olan söz, diğerine zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir! Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de! Allah, kullarına ibadet edin diye emrettiyse bir kar, bir fayda elde etsin diye değil, kullarına ihsanlarda bulunsun diyedir.” (Mesnevi, II/1752)

Bugün, Hazreti Mevlana kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama O farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnun haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş O’nunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… Bu halleri yaşamıştır Mevlana ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer O’nun gibi bu hallere düşecek olursak O’na yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak O bizleri tekrar eski halimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.

“Çalış da o duyduğun şeyi gör. Batıl olan hak olsun. Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir. Hatta bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir. Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de o güzelliğin vuslatına miyancıdır. Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.” (Mesnevi, V/3920)

Aşk, akıllıyı deli eder; deliyi de akıllı eder. Mademki kainatın en akıllısı Hazreti Muhammed, o zaman mürşid vasıtasıyla O’na vardığın zaman, hem O’nun güzelliklerine gark olup gidersin, hem de O’nun o güzel aklını kendine baş edersin. Böyle olduğu takdirde, işte o zaman senden daha akıllı, daha güzel yoktur bu alemde.

“Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/607)

Hazreti Şems, Mevlana ile buluştuklarında katırının dizginlerinden tutuyor, gözlerini de Mevlana’nın gözlerine dikiyor ve “Ya Mevlana!” diyor, “Sana bir sorum var.” Mevlana, “Buyrun sorun” deyince Şems, O’na şu soruyu soruyor: “Hazreti Muhammed mi büyüktür bu alemde, yoksa Bayezid-i Bestami Veli mi?” Cenab-ı Mevlana, bu soruyu işitince hayretler içine düşüyor ama böyle bir soruyu Şems’den başkasının da soramayacağını bildiğinden hemen O’nu keşfediyor ve şu cevabı veriyor: “Ya Şems! Bu ne biçim bir sorudur? Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Yine Şems soruyor: “Güzel cevap verdin, fakat Bayezid-i Bestami Veli’ye sordular: Allah’a karşı ibadetini yaptın mı? Bayezid dedi ki: Yaptım. Pekala, Hazreti Muhammed’e de aynı soruyu sordular; O ne buyurdu: Yapamadım. Biri dedi, yaptım; biri dedi, yapamadım. Buna nasıl cevap vereceksin ya Mevlana?” İşte Mevlana Şems’e şu cevabı verdi: “Bayezid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza gölün suyu döküldü, havuz taştı ve şöyle seslendi: İz cübbeti minallah – Cübbem dünyaya aittir, onun dışında ne varsa Allah’tır. Hazreti Muhammed ise bir okyanustu, bütün denizler ona aksa, onda bir taşma olmaz.”

“İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı sana karşı dudağını ısırsın… Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!” (Mesnevi, IV/1888)

Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orda onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir.

“Peygamber, ‘Kim ahmaksa düşmanımızdır, yol kesen gulyabanidir. Akıllıysa canımızdır, ondan gelen esinti ondan gelen rüzgar bize fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım, çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir’.” (Mesnevi, IV/1947)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (207)

Mecaz aşk, ilahi aşka hazırlıktır, deniliyor. Böyle bir aşkı yaşayanlar diyor ki: Aşık olunduğunda, aşık olduğun kişinin bedeni yok olur. Doruk noktada biçim çözülür, şekil kalmaz. Aşk, bir insanı, insanın kendini içten görebildiği gibi görür. O zaman, beden, şekil, biçim kaybolur. Bir mürşid böyle bir aşkın içine girmiş ve “Bedenim nerede, bedenim nereye gitti?” diye ağlamaya başlamış. Müridlerini çağırmış ve onlara, “Gidin ve benim bedenimin nerede olduğunu bulun, ben bedenimi kaybettim” demiş. Böyle birisi için, o bir beden olarak yaşar fakat artık o bir beden değildir, deniliyor. Bu konuda siz ne dersiniz Hasan Dede?

Burada söylenmiş olan bu sözler, tamamen aşkta yokolmuş, bedenine ait ezelden her ne istek varmış ise hiçbiri kalmamış ve görünen bedeninde maşuk zuhura gelmiş olan bir kişiyi anlatıyor. Bu kişi kendine baktığında bedenini göremiyor, çünkü görünen maşuk olmuş.

“Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma. Ruha, Allah’ı tevhid etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var. Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.” (Mesnevi, III/1610)

Mecaz aşka gelince; eğer mecaz aşk olmazsa mana aşkına yol bulunmaz. Mecaz aşk köprüdür. Mevlevilikte şöyle bir tabir vardır: Bir kişi mürid olmak için gediğinde, mürşid ona, daha önce hiç aşık olup olmadığını sorar. Eğer aşık olmamışsa onu geri çevirir ve “Git bir şeyi sev de bana öyle gel” der. Çünkü hiç aşka düşmemiş birine ne kadar sevgiden, aşktan söz etmeye kalksan hiçbir şey alamaz, öğrenemez. Mecaz aşk geçicidir. Kainat her gün kendisini yeniler durur. İnsanın da bir yaştan sonra üzerindeki gençlik gider, güzelliği solmaya başlar. Bu yüzden manevi aşka döner. Manevi aşk ise geçici değildir, ondaki güzellik daimidir. Onda hiç eksilme yoktur hatta artış vardır.

“Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.” (Mesnevi, I/1790)

Peygamber Efendimiz, günde sayısız sefer kendi iç alemindeki Rabbinin sonsuz güzellikteki sayısız cemalini seyrederdi. Yani demek istiyorum ki, manevi aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazarında dünya bir rüya alemidir, hiçbir bekası yoktur. Onun beka alemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.

“Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer. Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır! Ey aşıklar! Arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!” (Mesnevi, IV/847)

Fakir, şöyle bir şiir yazmışım: Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile dünya durdukça yaşam sürer.

“Erler, bu alemden göçmeye neşelenirler, şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar! İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.” (Mesnevi, IV/2593)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (206)

Hazreti Mevlana diyor ki: “Zeliha öyle bir hale gelmişti ki, onun gözünde çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu. Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti. Mahremlerine de bu sırrını söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese, söğüt dalı yeşerdi, dese, başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti iyiyim, dese, bu sözlerinin hep ayrı ayrı manaları vardı. Birini de överse, hakikatte Yusuf’u överdi. Birinden şikayet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu, dileği de Yusuf’tu.” Bizler de burada size ne kadar soru sorsak hep sonunda Mevlana çıkıyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Bu sorunuza şöyle bir misal vereyim: Derler ki, altı cihette hep O’nu görüyorum. Bu altı cihet nedir? İnsanın altı yönü, yani önü, arkası, sağı, solu, başüstü ve ayakaltı. Aşığa gelince, onun gözleri sevgilisinden başka bir yeri görmez. Nereye dönerse, kiminle konuşursa, sevgilisi onun kalbindedir, her zerresini sarmıştır. Dünya ehliyle konuşuR ama bir an evvel ondan kopmak ister ki, tekrar o sevgilisiyle başbaşa kalsın.

“Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?” (Mesnevi, VI/5)

Zeliha da, Yusuf’a sıdk-ı bütün bir imanla ve aşkla bağlanmış olduğu için onu her yerde görmekteydi. Hazreti Mevlana’nın Yusuf ve Zeliha için söylemiş olduğu bir dörtlük vardır ve orada Yusuf’a serzenişte bulunmaktadır, der ki: “Aşk odu evvel düşer maşuka, andan aşıka. Şem’i gör ki yanmadan, yandırmadı pervaneyi.” Yani şunu söylemek istiyor Mevlana: Aşk sende zuhura geldi, karşı tarafın nurunda yandın. Sen daha görür görmez ondan sana yansıma oldu ve sen ona aşık oldun. O ışığı gör ki yandırmadı pervaneyi. Zeliha, yedi sene Yusuf’un etrafında bir pervane gibi döndü ve Yusuf yaktı Zeliha’yı ama yandırmadı onu.

“Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı? Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, ‘Tanrı’yı teşbih’tir. Can için bedeni temizlemededirler.” (Mesnevi, V/3853)

Yine Cenab-ı Mevlana, aşk için şöyle buyurur: “Aşk bir padişahtır, bayrağı görünmez. Aşk, Tanrı Kur’an’ıdır, ayetleri bilinmez. Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir, kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”

“Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

Mecnun da sevgilisi Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, almış kağıdı kalemi eline ama yazamadan bırakmış ve şöyle seslenmiş: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Vücudumun her zerresini sardın, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” O artık Leyla olmuş, onu kendi dışında bulamıyor ki mektubu kime yazacak.

“Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et! Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür! Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama, Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır. Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Allah, doğruyu daha iyi bilir.” (Mesnevi, III/3840)

Şimdi bunlar hep mecaz aşk, bir de mana aşkı var ki, ona da en büyük örnek Resulallah Efendimizidir. Onun her kelamında bizlere ne sunmuş ise hiçbir zaman, “Ben söylüyorum” dememiştir, her zaman, “Allah benden buyurdu” demiştir, yani O her an teslimiyetteydi. Hatta Yusuf’tan çok daha güzel bir yüze sahipti, öyle ki Hazreti Ali Efendimiz O’nun yüzüne bakamazdı. Bu yüzden ona “Kainatın nuru” diye hitab edilir.

“Bir nefescik Allah güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün… Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzade gibi sevgiline kavuşursun… ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul… doğrusunu Allah daha iyi bilir.” (Mesnevi, IV/3215)

Bir akşam Peygamber Efendimiz eve geliyor, o esnada Ayşe yengemiz dikiş iğnesini düşürmüş , yakmış yağdanlığı yerde onu arıyor. Hazreti Resulallah onu böyle görünce ne aradığını soruyor, o da cevap veriyor. Hazreti Muhammed Efendimiz bunu duyunca hemen bir yüz tutuyor, oda nurla doluyor, onun yüzünün ışığıyla yerdeki iğne parıldıyor ve Ayşe yengemiz iğneyi böyle buluyor.

“Ey Peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin; bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir Hatem’sin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.” (Mesnevi, VI/174)

Veysel Karani Hazretleri de Hazreti Peygamberin diğer yüzünü gördü ve o yüzde yandı. Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimizin bir dişi kırıldı. Veysel Karani Hazretleri, O’nun hangi dişinin kırıldığını bilmediği için otuziki dişini birden çekti çıkardı ağzından. Bugün kullanılan otuzüçlük tesbihler Veysel Karani’yi temsil eder, otuziki tesbihin otuzüçüncüsü Veysel Karani’dir. Annesi çok hasta idi, ona Veysel Karani Hazretleri bakmaktaydı. Fakat Peygamber Efendimize olan sevgisi ve aşkı haddi aşınca O’nun yüzünü görmek istedi ve kalktı annesinden izin isteyerek Hazreti Peygamberi görmek üzere Medine’ye gitti. Peygamber Efendimizin evine varınca, kapısını çaldı, kapıyı Fatma annemiz açtı. Hazreti Resulallah o sırada mescitte sahabesiyle muhabbetteydi, evde yoktu. Fatma annemiz ona kim olduğunu sorduğunda, ona “Ben Üveysiyim, Resullah’ı görmeye geldim, acaba evde midir?” diye yanıtladı. Fatma annemiz Peygamber Efendimizin birazdan eve geleceğini söyledi, fakat Veysel Karani O’nu bekleyecek kadar vakti olmadığını söyleyerek, üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Rivayete göre, bir zaman sonra Hazreti Resulallah eve geliyor, fakat daha eve varmadan, otuz-kırk metre öteden, Veysel Karani’nin kokusunu alıyor. Kapıyı çalıyor, Fatma annemiz açıyor. Daha Fatma annemiz, Veysel Karani’nin geldiğini söylemesine fırsat kalmadan Peygamber Efendimiz ona dönüp, “Ben evde yokken Veysel Karani beni görmeye geldi değil mi, Ciğerparem?” diye soruyor.

“Muhammed demiştir ki: Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Allah kokusu geliyor. Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti… yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!” (Mesnevi, IV/1827)

Aslında Peygamber Efendimiz kendisini Veysel Karani’ye gösterirdi, ama göstermedi. Neden? Çünkü eğer ona dış yüzünü gösterecek olsaydı, Veysel Karani O’nun iç yüzünden soğuyabilirdi. Bu yüzden yüzünü göstermemiş ve onu o iç yüzünde yanmaya bırakmıştır.

“Bir zaman seni toprak gibi yeşertir…bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir! Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir! Fakat bunları o görür, başkası değil…temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz! İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin! İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!” (Mesnevi, IV/547)

Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatları Hazreti Ali Efendimizle bilinmiştir ve Evliyaullah’a yansımıştır. Bu hakikatleri tasavvuf ehli dışında bir yerden öğrenemezsiniz, hatta gece gün sorsanız bir nebzesini bulamazsınız. Size derler, fazla ileri gitme, günahtır, haramdır. Peki neden böyle söylerler? Çünkü nakilcidirler, derinini bilmezler. Bizlere sayısız nimet verilmiştir, bu nimetlerden en üstünü olarak da akıl verilmiştir. Eğer bizler o aklı kullanmasını bilmezsek ne kadar arayışlara düşsek de bu hakikatlere eremeyiz. Belki meyvenin kabuğuna ereriz ama meyvenin tadına varamayız.

“Harf kaptır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de ‘Ümm-ül-Kitap’ yanında bulunan, kendisinde olan zattır. Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü! Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin. Allah kimin ruhuna meheng korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.” (Mesnevi, I/296)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (205)

Hazreti İsa Aleyhisselam’ın bir sözü var, diyor ki: “Ancak çocuk gibi olanlar Tanrı’nın krallığına girebilir.” Ve yine deniliyor ki: “Aşk olduğunda bir kez daha çocuk gibi olursun. Çocuksu olarak hayata bakarsın, hep kaygısızca ve zevk alarak bakarsın.” Bizler biliyoruz ki, çocuk zihninin düşüncesi, büyük bir insanın yetişkin düşünce sisteminden çok daha basittir. Peki o zaman bizim Cenab-ı Hakk’a yaklaşmamıza düşüncelerimiz mi perde oluyor? Ne dersiniz Hasan Dede?

Çocuk dediğimiz zaman, adı üzerinde, çocuk, yani henüz reşit olmamışlar, hala melek sıfatındalar ve bir günah işlememişler. Aşıklar da maşuklarıyla bu aleme nazar kıldıkları zaman, hiç ayrım yapmazlar ve bütün bu alemi bir cennet-i ala görürler. Bu sebeple dilleri hep tatlı olur, yüzleri hep güleç olur ve sözleri sevici olur.

“Bu ahlak, ona ezelden verilmiştir; gözü de sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmuş, aydın olmuştur. Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?” (Mesnevi, III/1913)

Bir gün İsa Ruhullah’a bir soru soruyorlar: “Başta Musa olmak üzere, bütün Peygamberler tebessümlü idiler, ama senin gibi gülmüyorlardı. Yahya Peygamber çok ağlardı. Zekeriyya Peygamber de tebessümlü idi. Senin ise devamlı kahkaha atıp gülüyorsun. Bu alemde ne görüyorsun da böyle gülüyorsun ya İsa?” Hazreti İsa onlara şu cevabı veriyor: “Ben bütün bu alemi cennet-i ala görüyorum, bu yüzden de hep gülüyorum.”

“Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru! Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi. İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o. Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da ‘Heleta’ daki gülüşleri görün hele!” (Mesnevi, IV/3536)

Peygamber Efendimiz de cemaatine daima tebessümlü bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih, asık bir yüzle çıkardı. Hazreti Salih’in, yaşadığı devirde, bir küpü vardı. O küp ile halkın kumaşlarına renk verirdi. Halk, ona renklendirmesi için gömlek olsun, pantolon olsun, çeşitli elbiselerle gelirlerdi. Renklerin isimlerini de bilmedikleri için, istedikleri renge sahip ya bir çiçek, ya bir eşya parçasını da beraberlerinde getirirlerdi. Hazreti Salih, herkesin kumaşlarını küpe atar ve istedikleri renkte çıkarırdı. Bir gün meraklı biri sordu: “Ya Salih, senin bu küpünde boyalar hiç birbirlerine karışmıyor mu?” Hazreti Salih, onu şöyle yanıtladı: “Benim küpümün rengi tektir, sizler renk istiyorsunuz, ben de sizleri istediğiniz renklere boyuyorum.” Yine biri daha sordu: “Ya Salih, bütün peygamberlerin yüzleri tebessümlü, özellikle Hazreti İsa çok gülermiş, ama senin yüzün hep asık. Neden?” Ona da şu cevabı verdi: “Benim içim hep İsa gibi güler, yüzüm ise sizlere ağlar. Çünkü hiçbiriniz bir arayışa düşmüyorsunuz. Ömürleriniz boşa gidiyor. Gün gelecek kapınız çalınacak, o zaman bin pişman olacaksınız ama iş işten geçmiş olacak.”

“Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez. Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim. Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı. Eyvallah olsun ki Kuçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Allah, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikayetim en çok kendimden… Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var. Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte… Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.” (Mesnevi, I/2190)

Hazreti Peygamber Efendimiz, bir gece vitr-i vacip namazının onüçüncü rekatındaydı. O esnada perdeler kalktı ve gördü ki, bütün insan sıfatında gezen kişiler, hatta kendine yakın olan kişiler de dahil, hepsi dışardaki mahluklardan bile daha çirkindiler. Onları o şekilde görünce hemen ellerini kaldırdı ve tekbir çekerek, “Allah’ım sana sığınıyorum” dedi.

“Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın…gece gündüz gitmektesin; gemidesin. Canlar bağışlayan cana sığınmışsın… gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın! Zamanın Peygamberinden ayrılma… kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme ! Aslan bile olsan değil mi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hakirsin. Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!” (Mesnevi, IV/540)

Bizler burada her zaman o Allah dostlarını anıyoruz ki, onların güzellikleri bizlerin ruhlarımıza yansıma yapsın ve bizim de nasibimiz onlar gibi güzel insanlar olmak olsun. Ama burada dinleyip de o güzellikleri kendimizde ruh etmezsek, aklımızda o güzel sözlerin muhakemesini yapmazsak, buradan çıkınca yine kendi küçük akıllarımızla hareket edersek, hiçbir şey elde edemeyiz ve bunda hiçbir zaman Hakk’ı suçlayamayız. Suçlu olan biri varsa o da kişinin kendisidir. Burası şefaat yeridir, buraya gelen kayıplara düşmez, ama neden daha da ileri gidip sınıf atlamasın. Hele bir de sınıfta kalırsa, o zaman ne yapacak? Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimiz, Cenab-ı Mevlana ve bütün Piran, hepsi şefkat dolu varlıklardır. Ceza vermezler, daima irşad ederler. Yeter ki, onların o güzel sözlerine kulak verelim ve böylece kurtuluşa erelim.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (204)

Bizler burada toplanıyoruz ve Hakk sohbetleri yapıyoruz. Hepimizin tek bir gayesi var, o da daha güzel ve iyi bir şekilde yaşamak, mutlu olmak ve insanları da mutlu etmek. Sevgi, bağlılık, saygı, doğruluk, öfke, utanç ve kaygı gibi duygularımızı nasıl kontrol edebiliriz ve nasıl yaparsak daha kaliteli yaşarız diye bir arayış içindeyiz. Bu hayatta sonsuz ahiret ve huzuru öğrenmek için, deniliyor ki: “Kendinizi keşfetmeniz lazım. Bunun için de aşka yakalanmak gerekli.” Aşka yakalanmayan bir kişi gerçekten kendisini keşfedemez mi, ne dersiniz?

Eğer bir insan isyanlarda, küfürlerde yaşıyorsa bu demektir ki, bu kişi hala ikrar verdiği yere teslim olmamış. Söz ile ikrar vermiş ve tekrar akıla düşmüş. Akıla düştüğü için de kolay kolay rahata ve huzura kavuşamaz.

“Kafir de istemeyerek Allah’a tapar ama onun maksadı başkadır. Padişahın kalesini yapar amam beylik dâvasındadır. Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihayet kale, padişahın eline geçer. Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi, mevki sahibi olmak için değil. Çirkin, ‘Ey çirkini de yaratan padişah, sen güzeli de yaratmaya kadirsin, çirkini de’ der. Güzel de ‘Ey güzellik padişahı, beni bütün ayıplardan arıttın’ der.” (Mesnevi, II/2545)

Peki kendini bilen bir insan nasıl davranır? Bizlere en güzel örnek Hazreti Ali Efendimizdir. Sizlere şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan kölesine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyledi. Köle cevap vermedi ve başını sallamakla yetindi. Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de baktı ki atlar hala hazır değil. Hemen kölesine seslendi, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” Köle ona şöyle bir cevap verdi: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.” Hazreti Ali Efendimiz, kölenin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulundu. Onu böyle gülerken gören köle şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sordu. Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindeki kızdırmak için gülüyorum.”

“Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir. Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım. Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret. Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.” (Mesnevi, II/3691)

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Piran’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Velilerde, nebilerde gören göz Ali’dir.” Bütün hakikatler Hazreti Ali Efendimizle sunuldu. Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi, bütün hakikatleri verdi. Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi ve biraz olsun rahatladı. İşte o kuyuda daha sonraları bir saz meydana geldi. Veysel Karani Hazretleri de, develerini otlatırken, o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı.

“Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah’a perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz. Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbe’ye gelmiş sayılırsın?” (Mesnevi, I/2200)

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. İşte yine Cenab-ı Mevlana şöyle der: “Bu alemde kusursuz kul aramayın. Çünkü bu alemde kusursuz bir kul yoktur. Eğer yaşamınızı güzel geçirmek isterseniz, herkesin iyi taraflarına bakın ve öyle yaşamınızı sürdürün.”

“Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın olmasın! Allah için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda bulun da. Daima gözüne dost görünsün… gönlüne kin yüzünden çirkin suretler gelmesin!” (Mesnevi, IV/1977)

Bakın Peygamber Efendimiz, akşamları istirahate çekilmeden evvel tam yetmişbeş sefer ‘Estağfurullah’ çekiyor ve bilerek ya da bilmeyerek birine kırıcı bir söz söylemiş ise içindeki Rabbine sığınıyor ki onu affetsin.

Benim nazarıma göre teslimiyette yaşayan bir kişi hiçbir zaman kimseye kırıcı sözler sarfetmez, kırıcı konuşana dahi tebessümle karşılık verir. Yine Mevlana der ki: “Eğer zekat vermek için paran yoksa, bir güler yüz tutarsan o da zekat sayılır.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (203)

Yaşadığımız bu aleme, aşık olan bir kişi ile aşık olmayan bir kişinin bakışı aynı değildir. Aşık olan kişi, aşkın derin ve samimi dünyasında bireyleri, biçimleri, şekilleri görmez. Aşk, onun için evrene açılan bir kapıdır. Aşık olmayan kişi ise, bu aleme bilimsel yönden bakar. Herşeyi bir beden, bir şekil ve bir biçim olarak görür. Bundan dolayı onun zihni aşık olan kişininki gibi değildir. Buna benzer endişe ve şüpheleri olan birisi, bir gün Hazreti Mevlana’ya soruyor, Mevlana ona şu yanıtı veriyor: “Benimle olduğun sürece hiçbir konuda endişe etmene gerek yok, bana bağlan yeter.” Bunu nasıl açıklarsınız?

Aşık olan kişi kurtuluşa ermiş kişidir. O, Hakk ile Hakk olmuştur. O, daima huzur ve neşe içindedir. Sevgilisinin nurunda yanmaktadır. Onsuz bir saniyesi dahi geçmez, devamlı Sevgilisiyle beraberdir.

“Onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin önüne oturmuşlar… Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir. Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile, bu terkibin aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.” (Mesnevi, III/1725)

Aşık olmayan kişi ise sıkıntılar içindedir, huzuru pek yoktur. Devamlı, bu nasıldır, bu neden böyle, şu neden böyle, diye endişeler içindedir. Ona, ne kadar anlatırsan anlat, başkaları kabul eder ama o kabul etmez, yine bir başka soru ile çıkar. Böyle kişiler kolay kolay bir yere varamazlar. Neden varamazlar? Çünkü sevgi nedir bilmemiş, hiçbir yere sevgisini vermemiş, ya da sevgisi aşka dönüşmemiş. Onun önüne istersen Kur’an-ı Kerim’i koy, istersen İncil’i koy, istersen Tevrat’ı koy, ne kadar delil gösterirsen göster, inanmaz, çünkü teslimiyeti yoktur, içinde daima bir endişe ve şüphe vardır.

“Kabuktan ibaret olan akıl, bir işi yüzlerce delille ancak anlayabilir. Fakat Akl-ı Kül, doğru olduğunu bilmediği yola adımını atar mı hiç? Akıl, defterleri baştanbaşa karalar durur. Aklın aklıysa bütün alemi ayla, doldurur, nurlandırır. O, karadan da kurtulmuştur, aktan da. Onun ayının nuru, gönüle de yayılmıştır, sana da. Cüz’i akıl bu karayla akı, yine kadirden,bir yıldız gibi parlayıp alemi aydınlatan Kadir gecesinden elde etmiştir. Keseyle dağarcığın değeri altındadır. İçinde altın olmayan keseyle dağarcığın ne kıymeti var?” (Mesnevi, III/2530)

Hazreti İsa Ruhullah, cemaatiyle oturmuş, onlara Allah’tan gelen tebliğleri sunuyordu. O konuşurken, cemaati durmadan ona karşı çıkarak, “Neden Allah öyle söyledi? Neden böyle söyledi? Neden bu şekil söylemedi? Öyle söylemiş olsaydı daha iyi olurdu…” diye itirazlarda bulunuyorlardı. Yani akıllarınca Allah’tan daha akıllı çıkmaktaydılar. Hazreti İsa, ne kadar, tebliğlerin kendisine ait olmadığını, Allah’a ait olduklarını onlara izah etmeye çalıştıysa da, cemaati tavırlarını değiştirmedikleri için çok canı sıkıldı ve onların yanlarından koşarak kaçmaya başladı. O böyle topukları ensesine vura vura dağalara doğru kaçarken yolda bir oduncuya rastladı. Oduncu, Hazreti İsa’nın bu haline çok şaşırdı, onun neden kaçtığını merak etti, çünkü arkasında onu kovalayan kimseyi göremiyordu ve Hazreti İsa’yı durdurup sordu: “Ya İsa, neden böyle koşuyorsun? Kimlerden kaçıyorsun?” İsa ona şu cevabı verdi: “Kardeş, ben ahmaklardan kaçıyorum. Onlara ne kadar Allah’tan tebliğler versem boşuna, çünkü onlar Allah’a da kafa tutuyorlar…”

Bir insanın içinde sevgi yoksa, aşk yoksa, ona ne kadar anlatırsan anlat boşunadır, aklı almaz. Ama eğer birinde teslimiyet varsa, o kişinin başı artık teslim olduğu yerdir. Teslimiyeti olan bir insan, sevgisi ve aşkı da varsa, çok çabuk yol alır ve güzelliklere kavuşur.

“İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar. Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raksederler. Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çırpar… noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler. Çalgıcıları, içlerinden def çalar… denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür. Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.” (Mesnevi, III/94)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (202)

Deniliyor ki: “Bir insan aşka girmişse, aşkı yaşıyorsa onun inanca ihtiyacı yoktur. Aşkı denemeye, aşka kendini bırakma cesareti göstermek yeterlidir. O zaman zihin değişir, bakışlar değişir, farklı bir alem görünür ve işte insan o zaman Kur’an’ın daha derin anlamlarına ulaşır, gelişir dönüşür.” Siz bu konuda ne dersiniz?

Öncelikle bir insan aşka düşmüşse eğer artık o kişide kişilik kalmaz. Nerede sevgisini çoğaltıp aşka dönüştürdüyse orası artık o kişide varlığını gösterir.

“Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’nın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olma, geçici bir hevestir.” (Mesnevi, VI/971)

“Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.” (Mesnevi, VI/1978)

Misal olarak, Hazreti Muhammed Efendimize bakalım, ki zaten o bizim tacımızdır, bütün Piran kendi mürşidleri vasıtasıyla onunla yola çıktılar, onunla varoldular. Eğer bir insanın bendeninde O varlığını gösterirse, artık o kişinin inancı da kendinden kendinedir, imanı da kendinden kendinedir. Artık başka bir yer aramaya kalkmaz, çünkü aradığı zirveyi bulmuştur. O, artık o kişiden konuşmaktadır. Mademki O bütün varlığın rahmetidir, o kişi artık O’nun gözüyle bakar bu aleme ve bir topluluğa girdiği zaman da orada bulunan herkesin hallerini izler, gönüllerini okur ve onlara göre muhabbet eder, herkesi kendine çeker.

“Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri sat, hazır ve elde bir olan beyliği al. Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri kendine senet yap. O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye muktedir değildir.” (Mesnevi, VI/885)

Aşık yoktur, her zaman maşuk vardır. Aşık, maşukta ölmüştür. Eğer ki bizler hem aşık hem maşuk var dersek, ikilik yaratmış oluruz. Bu nedenle, aşık olan kişinin ismi aşıktır ama sureti maşuktur.

“Yüce göklere çıkmak, ancak doğru yolu bulma kuvvetiyle olabilir. İnsan, doğru yolu ancak Allah’dan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? Şu yokluk. Aşıkların yolu da yokluktur, dini de.” (Mesnevi, VI/230)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (201)

Bir hadis-i şerifte şöyle söyleniyor: “Cenab-ı Hakk, ahirette gerçek yüzünü gösterecek. Fakat herkesin zannı farklı olduğu için, herkes diyecek ki, ‘Senden biz Allah’a sığınırız, sen bizim Allah’ımız değilsin.’ Bundan dolayı Cenab-ı Allah, herkese kendi zannına göre tecelli edecek ve herkes ‘Sen bizim Rabbimizsin’ diyerek secdeye kapanacak.” Yine başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor: “Alem-i ahirette Rabbinizin yüzünü mehtabı seyreder gibi seyredeceksiniz.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, bizlere şöyle bir dil sarfeder: “Mahşeri görmek isterseniz gündüze bakın, ahireti görmek isterseniz geceye bakın.” Çünkü sabah oldu mu bütün insanlar uyanırlar ve vazifelerinin peşine koşarlar. Çoğu zaman birbirlerine selam vermeye bile vakit bulamazlar. İşte size mahşer… Ve gece oldu mu, mahşer günü geçmiş, artık dükkanlar kapanmış, müşteriler yok, koşuşturma yok. İşte size ahiret… Gece, aşıkların en zengin varlığıdır. Allah’ı kendilerine sevgili edinmiş olan aşıklar, kalb gözleri açık olduğundan geceleri Allah’ı tefekkür ederler, O’nunla konuşurlar, O’nu zikrederler.

“Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan, isteklerinin üstüne titremeden kendilerini yakar, helâk ederlerdi. Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak hevesiyle bedenini ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır. Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Allah rahmeti gibi zuhur etti.” (Mesnevi, III/3731)

Fakat çoğumuzun ahiretleri boş geçmektedir. Neden? Çünkü dükkanlar hiç kapatılmıyor, evlerde de iş peşinde koşuluyor, sabahlara kadar televizyon karşısında oturuluyor, diziler, filmler seyrediliyor, bir vakitten sonra da gaflet basıyor, uyku basıyor. Ertesi gün tekrar yeni bir mahşer gününe uyanılıyor ve böylece günler, haftalar, yıllar geçip gidiyor. İnsanların her günü gam, keder, gasabet dolu, yüzleri hiç gülmüyor. Hiç kimse asıl ihtiyaçları olan o manevi güzelliklere bir türlü ulaşamıyor. Peki suç kimde? Tabii ki bizlerde. Mürşidi suçlayamayız, Peygamberi suçlayamayız, Allah’ı suçlayamayız. Çünkü onlar hep insanları uyandırmaya çalıştılar, kurtarmaya çalıştılar, insanları hep güzelliklere çekmeye çalıştılar, yol gösterdiler.

“Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye benzer. Hakk, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin? Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin, gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın? Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın… ferş âleminden bunlara karşılık ne satın aldın? Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der.” (Mesnevi, III/2148)

Bakın Cenab-ı Mevlana’nın yatağına uzanıp da bütün gece uyku uyuduğuna dair hiçbir eserde bir belge yoktur. Çünkü Mevlana hep diz üstünde otururdu ve devamlı tefekkür halindeydi, her an Rabbine niyazda dururdu. Şems-i Tebriz Hazretlerine baktığımızda, o da bir tuğlayı kendine yastık yapmış onun üstünde başını dinlendirirdi. Yani hep nefslerine ıstırap vermişlerdir, hiç rahatlarına düşkün olmamışlardır. Hatta Cenab-ı Mevlana bizlere şöyle seslenir: “Eğer biz uyursak dünya üzerinde uykuda olanları kim koruyacak.” Yani eğer güneş uyursa yüzünü göstermezse dünyada hayat biter, yaşam olmaz.

“Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz. Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız. Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!” (Mesnevi, III/1779)

Beden uyur ama ruh uyumaz. Aşk ne demektir? Kendinden geçmektir. Aşk, sevgilide ölmektir. Tek varlık olarak O’nu bilmektir. Eğer bir insan hep bu şekilde yaşamını sürdürürse, devamlı Allah’ı anar, onunla yaşar ve yaşatırsa, Allah ona yüzünü göstermeyecek de kime gösterecek? İnşallah hepimiz böyle aşıklar oluruz. Allah, bizleri Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehl-i Beyt Efendilerimizin, Piran Efendilerimizin muhabbetlerinden, onların aşklarından bir an dahi mahrum etmesin.

“Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de! Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var… zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki? Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır. Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet! Peygamber, “Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda! Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.” (Mesnevi, III/1221)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (200)

Cenab-ı Mevlana, ilk onsekiz beyitinin başında diyor ki: “Dinle ney’den!” Şimdi Mevlana neden ben’den veya bir başkasından dinle demiyor da ney’den dinle diyor?

Misal olarak, eğer bir neyzen mana eriyse, Hakk’a aşıksa ve tasavvufta yol almış ise, onun ney üflemesi bizleri bizden alır götürür. Çünkü ney nefidir, hayat vericidir. Ney, Hazreti Ali’nin sırlarının sesidir.

“Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden. Ey huyları güzel! Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.” (Mesnevi, I/599)

Cenab-ı Mevlana’nın neyzeni Hamza Dede, Hakk’a yürüdüğünde Mevlana o sırada bir toplulukta muhabbetteydi. Ona Hamza Dede’nin Hakk’a yürüdüğü haberi gelince Mevlana hemen ayağa fırladı, “Hayır, o ölemez” diye nara attı, “O benden destur almadan bir yere gitmez…” diye seslendi. Koşarak gasilhaneye geldi, mermerin üzerinde yatmakta olan Hamza Dede’ye bir nazar ettikten sonra şu sözleri dile getirdi: “Ya Hamza, benden bir destur almadan yola koyuldun gittin, şimdi yattığın yerden bir kalk da son defa bize bir ney üfle!” Mevlana bunu der demez oradakilerin şaşkın bakışları arasında Hamza Dede yerinden kalktı, eline ney’ini aldı ve semahaneye geldiler. Evet bunları akıllar almaz. Hazreti İsa’nın nefesi ölüleri diriltir ama Mevlana’nın nefesi bin tane ölüyü diriltir. Semahaneye geldikten sonra Hamza Dede ney üflemeye başladı, Mevlana belki yedi sekiz saat sema etti ve sonsuz güzellikte beyitler dile getirdi. Bir zaman sonra Mevlana semayı bitirdi, Hamza Dede, Mevlana’dan destur istedi, onun elini öptü ve teslim olup Hakk’a yola koyuldu gitti. Cenab-ı Mevlana, onun ney’ini de onunla birlikte kabrine koydurmuştur. Çünkü her dudak o ney’e nefes veremez. Onlara katiyyen ölüm yoktur, onlar her an hay’dırlar.

“Ben, ben değilim. Ben, canımdan öldüm, varlığımı terk ettim. Allah ile diriyim. İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Allah bana duyuş, anlayış, görüş oldu. Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkârda bulunan kâfirdir.” (Mesnevi, I/3124)

Şimdi bakın yine bir dost Hakk’a yürüdüğünde Mevlana da onun cenazesinde bulunmuştu. Demişlerdi ki: “Ya Mevlana, bu cenazeyi toprağa tabutla mı yoksa tabutsuz mu verelim?” İşte koca Mevlana onlara dönüp, “Aramızda Hafız Kemal var, o hatiptir, müderristir. Bize o bir fetva versin” diye buyurdu. Cemaat, Hafız Kemal’e gidip, Mevlana’nın kendisinden bir fetva vermesini istediğini ilettiler. Bunun üzerine Hafız Kemal onlara şu fetvayı verdi: “Efendiler, cenazeyi tabutla toprağa verirsek, evlat ellerine teslim etmiş oluruz; ama kefenle toprağa verirsek, ana kucağına bırakmış oluruz.” Bu fetva Mevlana’nın çok hoşuna gitti ve Hafız’a dönerek şöyle seslendi: “Kur’an’da yazılı olmayan doğru ve güzel bir söz dile getirdin, işte sana bir hilafet veriyorum.” Yani hitab edilen şey akıla ve mantığa uygun ise Kur’an’da yazmasa dahi Kur’an’ın dışında değildir ve geçerlidir.

“Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul okur; Fakîh üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder. Nahiv üstadının talebesi nahiv üstadı olur. Hakikat yolunda mahvolan üstadın talebesi ise üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir. Ölüm günü bütün bu bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.” (Mesnevi, I/2830)