MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (199)

Bazı tarikatlarda kırk gün halvet var; yani kırk gün boyunca kendilerini bir hücreye kapatıyorlar ve yemeden içmeden zikir yapıyorlar. Siz ne dersiniz bu konuda?

Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz Hazretleri üç ay halvet ettiler. Bu üç ay halvetin içinde bir ay boyunca bir simidi paylaştılar, yani üç ayı üç simitle geçirdiler ve onların bedenleri deri ile kemik halini aldı. Her ikisi de gönül sahibi oldukları için birbirlerine sayısız inciler döktüler, gönül sırlarını paylaştılar. Tabii onların bu hallerini akıl almaz.

“Hal güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır. Sufiler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. O, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, Ruh simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti. Ruhun, o alemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! O, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Allah sırlarını dilediğini anladı. Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1435)

Peygamber Efendimiz iki günde bir lokma yerdi, yani fazla yemeye içmeye düşkün değildi. Hatta zayıflığından dolayı elbisesi üzerinde düzgün durmadığı için karnına taş bağlardı. Cenab-ı Mevlana ise, üç günde bir lokma yerdi. O da bir gün boy abdesti alırken bedenine bakıyor, bedeninde zayıflıktan bütün kaburga kemikleri bir bir görünüyor; hemen içinden bir ses geliyor, “Ah benim Efendim, hem beni çok seviyorsun, hem de sana verdiğim emaneti bak ne hale getirmişsin.” İşte Mevlana şu cevabı veriyor: “Eğer ben bu emaneti bu hale getirmemiş olsaydım, seni apaçık göremeyecektim.” Yani açlık dediğimiz zaman, eğer insan o açlık içinde gönül verdiği yere yönelirse gıdanın en güzelini alır.

Onlar, yani bizim büyüklerimiz, bizler için çileler çektiler, halvetler yaptılar ve bizler için çok güzel bir sofra kurdular. Peki bizlerden ne istiyorlar şimdi? Bizlerden istedikleri sadece bir gönül… Şimdi bizler madem ki onlara gönlümüzü verdik, artık nefisimize ait hizmetlere koşamayız. Neden? Çünkü sevgilimizi incitiriz. Eğer bizler sevgilimize sunduğumuz aklımızı, gönlümüzü başka yerlere dağıtırsak işte asıl o zaman çilelerden kurtulamayız. Fakat bizler aklımızı da gönlümüzü de devamlı bir yerde tutarsak, oranın güzellikleri bizlerde yansıma yapar ve kurtuluşa erer, sonsuz hürriyete kavuşuruz.

“Halvet yurdu, güneş değirmisidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece, perde kesilir? Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu, küfran kalmadı. Elif gibi, doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek olmuş… canı, canına can katan sevgiliyse çırçıplak bir hale gelmiştir. O tek ve benzersiz, eşsiz örneksiz padişahın huzuruna çırçıplak gidince padişah, ona kendi kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir.” (Mesnevi, V/3610)

“Bir” dediğimiz zaman, o “bir” Peygamber Efendimiz’dir ve bütün yaşamı boyunca hep gönüllere insanlık tohumları ekmiştir. Ondan sonra gelen veliler ise ondan daha açık konuşarak, yine onun sonsuz iç alemini dile getirmişlerdir. Ve onlar bir iken binler olmuşlardır. Evet, binler olmuşlardır, hatta milyonlar olmuşlardır ama bugün onun iç alemini en güzel şekilde dile getirenler, onu en güzel şekilde yaşatanlar yine tasavvuf ehli olmuştur. Ne kadar tasavvuf ehli varsa hepsinde Hazreti Muhammed’in sıfatı vardır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (198)

Bir hadis-i şerifte buyruluyor ki: “Bizi arayan bizi bulur. Beni bulan beni bilmeye başlar. Beni bilip tanıyan beni sevmeye başlar. Beni seven bana aşık olur. Kim bana aşık olursa ben de ona aşık olurum. Ben kime aşık olursam onu öldürürüm. Kimi öldürürsem onun diyetini ödemek bana vacip olur. Ve o diyet de benim…” Bir ayette de: “İki yay kadar kaldı araları, yahut daha da yakın” (Necm, 9) buyrulmaktadır. Hazreti Mevlana da sevgilinin iki kaşını yaya benzetir ve iki kaşın ortasında Allah yazdığı söylenir. Allah yazan o noktada Hazreti Muhammed vardır diye bilinir. Aynı zamanda o noktaya üçüncü göz derler. Bu üçüncü göz açıldığı takdirde bütün perdeler kalkmış olur ve kişi orada Allah’ı bulur… Siz ne dersiniz?

Bir insanın cemaline baktığımız zaman, orada Pençe-i Ali Aba okunur. Kulaklar, Muhammed okunur; gözler Hasan Hüseyin okunur; burun Ali okunur; ağız Fatma okunur ve iki kaşın arası da Allah okunur. İnsan elini açtığında, o beş parmak da yine Allah okunur. İnsan canlı bir Kur’an’dır, hakikatte Hakk’ın kendisidir. Fakat Hakk’tan haberi olmadığı için kimliksiz yaşamaktadır.

“O güzele kendi gözünle bakma… isteneni isteyenlerin gözüyle gör! Kendi gözünü yum… gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin… Hatta ariyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak! Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı Peygamber, bunun için ‘Kim kendini Allah’a verirse Allah, kendisini ona verir’ dedi… ‘Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de… bu suretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur’ buyurdu.” (Mesnevi, IV/75)

İbrahim Gülşeni Hazretleri, Mevlana’dan şöyle bir dil dökmektedir: “Tanrı’dan başkasını istemek, artış istemek sayılır. Ama çokluk eksiliş demektir. Niyaz ile O’nu O’ndan iste. Senin canında zaten O’ndan başka isteyen hani? Senin içinde isteyen kendisidir. Dervişe bu nükteler belirdi. Bu istek senin içinden doğuncaya kadar, o yaratan Tanrı türlü türlü sebepler yaratır. Sen aşık olup O’nu isteyinceye kadar, o isteği yaratan şaşılacak sebepler gösterir. Sebepler perdesini yırt! Asıl o isteyeni kendinde idrak etmeye bak…”

Bir insan, bir mürşid-i kamile bağlanmadan, ne kadar zahiri bilgi elde ederse etsin bir yere varamaz. Zahiri bilgi insanı ancak meyvanın kabuğuna ulaştırır, ama tadına vardırmaz. Bir mürşid, yolcusu için bütün manevi güzelliklerin rehberidir. Eğer yolcu mürşidinin yüzünde Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin, Pirinin yüzünü göremezse, onun ne ikrarı ne de teslimiyeti sahidir, bu nedenle de varmak istediği yere varamaz.

“Şeriat, dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat hükümleri tatbik edilebilir mi? Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha ölüdür. Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden geçip gitmiştir. Halbuki aşıklar, yüz taraftan ölmüşlerdir. Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç yüz ölümdür, her birine de sayısız diyet vardır. Allah, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de ambarlar dökmüştür.” (Mesnevi, VI/1536)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (197)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Bizler burada sizin sohbetlerinizi dinlerken, söylediğiniz sözler bizim bir kulağımızdan girip diğer kulağımızdan çıkabileceği gibi, diğer taraftan da eğer bu sözler kalblerimize inerse orada bir tohum gibi yeşerip “Veled-i Kalb”i meydana getirebilir. Bu durumda insanda bir coşku hali oluşur ve içinde bir sema yapma isteği uyanır. Sema kelimesinin Arapça karşılığına baktığımızda da, görüyoruz ki, sema kelimesinin kökü ‘semi’ kelimesinden, yani işitmekten gelmektedir. Demek ki, insan işiterek uyanıyor ve tabii bir şekilde sema etmeye başlıyor. Ne dersiniz?

Yüce Mevlana’mız der ki: “Aşk gözden doğar. Aşk, üniversitelerde, medreselerde öğrenilmez. Aşk edepten doğar.” Diyelim ki iki sevgili birbirlerini çok seviyorlar ve sevgileri aşka dönüşmüş. Onlar birbirleriyle buluştuklarında korkarlar ağızlarından yanlış bir kelime çıkmasın, sevgilisini incitmesin. Geceden yazılmış şiirler dahi sevgilinin yüzü görüldü mü unutulur, bu yüzden söylenemez. Bir insan görmediği şeye aşık olamaz.

“Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.” (Mesnevi, I/90)

“Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun! Ten ehlinin yanında edep, zahiri muameleden ibarettir. Çünkü Allah, onlardan gizli şeyleri örtmüştür. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, bâtıni bir muameledir. Batına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.” (Mesnevi, II/3218)

Allah’ın sevgilisi Hazreti Muhammed Efendimiz’in dış sureti bir örtüdür ve o örtünün içinde de Allah’ın namütenahi güzellikteki yüzü bulunmaktadır. Bütün Evliyaullah da O’nun bu güzel yüzüne nail olabilmek için geceler boyunca uykuyu kendilerine haram edip sabahlara kadar dua etmekte ve O’nunla kalben muhabbet etmektedirler. Ve bir gece Resulallah merhamet edip onlara kaplarının taşıyabilecekleri kadar yüzünü açtıktan sonra artık O’nunla nikahlanmış sayılırlar ve artık onlar hangi mecliste sohbet ederlerse etsinler onların sohbetleri artık Allah’tandır. Yani önce de söylediğim gibi, körü körüne hiçbir yere aşık olunmaz.

“Allah gölgeyi nasıl uzattı ayeti Evliyanın nakşidir. Çünkü Veli, Allah güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi ‘Ben batanları sevmem’ de! Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrizi’nin eteğine yapış! Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hakk ziyası Hüsameddin’den sor!” (Mesnevi, I/425)

Hazreti Mevlana yine şöyle buyurur: “Ey benim aşığım, sana hakiki yüzümü gösterecek olsam, sen anında bir su damlası haline gelirsin, seni eritirim. Semavata yüzümü tutsam, güneş, ay, yıldızlar, yerlerinden oynar ve nizam-ı alem bozulur.” Çünkü Allah solmayan bir güzeldir, dünya üzerindeki bütün güzeller de O’nun nuruyla süslenmişlerdir. Bir sarraf onlardan birini görse, onun güzelliğinin nerden geldiğini bilir ve hemen salavat getirir.

“Gözler, perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan, dışa bakar, içi görür. Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.” (Mesnevi, VI/1481)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (196)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Batı mütefekkirlerinin sohbetleri ve yazıları insana biraz kasvet veriyor, halbuki Hazreti Mevlana’nın sohbetleri, şiirleri insanların içini açıyor, ferahlık veriyor. Bunun nedeni Hazreti Mevlana’nın kullandığı dilin, gönül dili olması mıdır?

Buyurduğunuz gibi, batılı mütefekkirlerin yaptıkları sohbetlerde kasvet var, gam var, sıkıntı var, yük var. Ama Hazreti Mevlana, sevgilisini gönlünde o kadar büyütmüş ki, kainat onun nazarında bir zerre halini almış ve devamlı aşktan ve sevgiden bahsetmiş.

“Her ümmetin gönlünde Hakk’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, alemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allah’a yaklaşır.” (Mesnevi, II/3598)

Bir sohbet esnasında aşk ve sevgi zuhura geldiği zaman, dinleyenler kendi özlerini dinlemiş olurlar. Neden? Çünkü dünya üzerindeki bütün canlı varlıkların temelinde sevgi ve aşk vardır, hepsi sevginin ve aşkın suretleridirler. Bizler dahi, eğer anne ve babamızın birbirlerine karşı sevgileri ve muhabbetleri olmamış olsaydı, suret haline gelemezdik. Ama ne yazık ki, evlerde sevgi dolu, temiz muhabbetler olmadığı için ve hep dünyevi muhabbetler yapıldığı için toplumun yüzleri hep asıktır. Eğer insan toplumuna sevgi tohumu atılmış olsaydı hepsinin yüzleri güler olacaktı, çünkü sevgi insanın içindeki güneşe benzer. Nasıl ki dünyamız güneş olmadan bir işe yaramazsa, insan da sevgisiz bir işe yaramaz.

“Kibriya güneşinin şuasından mahrum ve ışıksız olan gönül evi, Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Allah’nın zevkinden mahrumdur. Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır. Sana böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık! Ey şuh ve neşeli can, dirisin, diri oğlusun. Bu dar gönül mezarında nefesin daralmıyor mu? Sen vaktin Yusuf’usun, gökyüzünün güneşi. Bu çölden, bu zindandan çık yüzünü göster!” (Mesnevi, II/3129)

İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrünü ömür sayma; sevgisiz ve aşksız bir insan ölüdür, o yaşarken ölmüştür..” Fakat insanın bir yere bir sevgisi, bir muhabbeti varsa o insan diri sayılır. Bu nedenle gönül diliyle, gönülden, sevgiyle aşkla yapılan muhabbetler daima insanın içini ısıtır, ferahlık verir.

“Evin içindeki aşıklar, sevgilinin cemali çırağına pervanedirler. Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siperlerden olanların meclisine, sana canlarında yer verenlerin, seni şaraplarla dopdolu bir kadeh haline getirenlerin yanına git! Onların canlarında yurt kur; ey aydın dolunay, gökyüzünde mekan tut! Onlar, sana sırları belirtmek için Utarit gibi gönül defterini açarlar.” (Mesnevi, II/2575)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (195)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Bu Kur’an gizli kitabın içindedir.” Ayşe Validemiz de Peygamber Efendimiz için diyor ki: “O, yürüyen Kur’an idi.” Yani canlı Kur’an idi. Bizler Kur’an’ı biliyoruz, fakat bu ayette Kur’an’ın gizli bir kitap içinde saklanmış olduğu söyleniyor, bu ne demektir?

Kur’an-ı Kerim rafta dururken, isterse yıllarca dursun, oradan dile gelmez. Kur’an-ı Kerim ancak insanla dile gelir.

Şimdi ayette söylendiği gibi, Kur’an’ın içinde bir gizli kitap var. Bu gizli kitaptan maksat, kimin hitap ettiğidir. Yani Hazreti Muhammed Efendimiz, insanlara hitap ederken hep o içindeki gizli kitaptan konuşmuştur. Onun her zerresinden Allah işlemiştir.

“Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allah’ın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah takdir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Allah’a kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.” (Mesnevi, VI/1930)

Hazreti Muhammed Efendimiz, nefsine ıstırap vermek için akşamları yatsı namazından sonra sol ayağı üzerinde dururdu. Sol ayağı yorulunca sağ ayağı üzerinde durmaya devam ederdi. Bir gün, iki gün, beş gün, derken bir akşam yine bu şekilde nefsine ıstırap verdiği sırada Allah’tan bir nida geldi: “Habibim, hani sen beni çok seviyordun?” Hazreti Muhammed cevap verdi: “Evet çok seviyorum.” “Peki o zaman neden bana ıstırap veriyorsun?” Peygamber Efendimiz şaşırarak, “Ben sana nasıl ıstırap verebilirim Allah’ım?” dedi. Cenab-ı Allah seslendi: “Sen sol ayağın üzerinde duruyorsun ya, senin her zerrende ben varım, sen yorulduğun zaman aslında ben yoruluyorum. Sen beni çok sevmektesin ama böyle yapmakla da bana ıstırap vermektesin.” 

“Güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan, hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendisi de, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Allah’a dönenleriz” sırrından. Biz, kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey gulyabaniye aldanıp yolun ferilerine dalan, ey usulsüz kişi, sen asıllardan az bahset.” (Mesnevi, VI/40)

Eğer bizler de mürşidimiz vasıtasıyla Hazreti Muhammed Efendimizi kendimize bende etmeye yola koyulursak haliyle o da bizim kitabımız olur. Zaten bizler de burada içimizdeki o kitaptan konuşuyoruz; yani O ne buyurursa sizlere öyle hitab ediyoruz. Genelde sohbetler akıla hitab eder, fakat bizim sohbetlerimiz hem akıla hem de gönüle hitap eder.

“Ne hoştur Mesih’in hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvesi. Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne hayat gibi tesir eder. Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş, helâk olmadan emindir.” (Mesnevi, VI/1307)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (194)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Mevlana, Divan-ı Kebir’de şöyle bir dil sarfediyor: “Evliyalar, kendilerinden fani ve Allah ile bakidirler. Şurası da bir gariptir ki, onlar hem yokturlar hem vardırlar.” Cenab-ı Mevlana’nın bu beyitlerinde belirtmiş olduğu “hem var hem yok” nasıl oluyor?

Evliyaullah, selam olsun üzerlerine, hem yokturlar hem vardırlar. Evliyaullah’ın bütün varlığı Allah’tandır, kendilerinden değildir. Onlar, kendilerini Allah’ta yok etmişlerdir ve onlarda varlık olan Hakk’ın kendisidir. Çünkü kemalata eren bir insan, irfan mertebesine ulaştı mı, eğer bir şey dilerse, onun bu dileği kendisinin dileği değil, Allah’ın dileğidir.

“Allah buyurdu ki: Bu mağlup, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu! Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur. O, Allah sıfatlarına nispetle yoktur… fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır. Bütün ruhlar onun tedbirindedir… bütün suretler onun hükmündedir.” (Mesnevi, IV/397)

Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Her kim, ben Allah’a kulluk ediyorum, der ise, bu söz tamamen ikiliğe düşmektir.” Mevlana’ya bunun nedenini sorduklarında ise onlara şu cevabı verir: “Ey kul, sendeki kudret kime ait?” “Allah’a” “O zaman hem o hem sen, bu nasıl olabilir? Desene, hakikatte senden kulluk eden yine kendisi…”

“Hâşa… o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur. Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helake düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz. Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim… başkası bu davaya kalkışırsa zalimdir.” (Mesnevi, IV/2324)

Bu nedenle teslimiyette olan bir kişi tamamen yokluktadır, ondan varlığını gösteren de teslim olduğu yerdir, yani ondan Hakk dile gelmektedir, varlık olan Allah’tır, kişiye ait hiçbir şey yoktur.

“Kendinden geçen fanidir, kurtulmuştur… ebedi olarak emniyet bucağında oturur. Sureti fanidir; o bir ayna kesilmiştir… o aynada başkalarının yüzünden gayrı bir şey görünmez. Tuh der tükürürsen kendi yüzüne tükürmüş olursun… aynaya vurursan yine kendine vurursun. Orada çirkin bir surat görürsen gördüğünde sensin… İsa ve Meryem’i görürsen yine gördüklerin senden ibarettir. O ne budur, ne o… her şeyden arı durudur… yalnız senin önüne senin suretini kor. Söz buraya gelince dudak yumuldu… kalem buraya gelince kırıldı, durdu!” (Mesnevi, IV/2139)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE…(193)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Mevlana buyuruyor ki: “Bizim bir ayağımız şeriatta sabittir, diğer ayağımız ise bir pergel misali yetmişiki milleti dolaşmaktadır, sizler o yetmişiki milletin sırrını bizden dinleyin…” Cenab-ı Mevlana’nın bu sözleri çok büyük bir özgüven duygusunun eserleridir. Mevlana’nın bu özgüveni nereden gelmektedir?

Cenab-ı Mevlana buyuruyor: “Ben bir pergele benzerim. Sol ayağım pergelin dikmesini andırır, sağ ayağım ile de çark atarken yetmişiki milletin gönlünü tavaf ederim.” Bir başka yerde de şöyle diyor: “Ben bir ney’e benzerim, yetmişiki millet sırrını benden dinler.” Cenab-ı Mevlana’nın bu sözleri, sıdk-ı bütün bir iman ve teslimiyetle bağlı olduğu Efendisi Şems-i Tebrizi’den gönlüne tecelli edenlerdir. Çünkü Mevlana, tamamen kendisini Şems’de yok etmiş ve O olmuştur.

“Kabe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi. Allah, Kabe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Halbuki bu eve, benim vücuduma, o ebedi diri olan Allah’dan başka kimse gelmedi. Beni gördün ya, bil ki Allah’ı gördün; doğruluk Kabe’sinin, hakiki Kabe’nin etrafında tavaf ettin. Bana hizmet, Allah’a itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakk’ı benden ayrı sanma. Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Allah nurunu göresin.” (Mesnevi, II/2245)

O devrin hükümdarı Alaaddin ve sadrazamları da bir gün Cenab-ı Mevlana’nın sohbetine teşrif edeceklermiş, fakat daha onlar gelmeden hükümdarın bir dostu gelmiş ve Mevlana’ya şöyle buyurmuş: “Ya Hüdavendigar Mevlana, bugün hükümdar sizin sohbetinize katılacak, ne olur onlara göre bir muhabbet aç.” İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Efendiler, sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Onların gönülleri okunur ve sohbet onların gönüllerine göre varlığını gösterir. Benim ağzımdan çıkan sözleri hem onlar dinler hem fakir dinlerim.”

“Onun ruhu Padişahın ruhiyle birdi. Bu ten aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç! İş, arifindir. Çünkü arif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.” (Mesnevi, II/1050)

Bir insan teslimiyetli konuştuğu vakit, bu demektir ki, o kişiden Allah konuşuyor. Ve madem Allah konuşuyor, ona kimse karşı gelemez; hatta dinleyen kişinin bir buğzu bile olsa o sözleri duyunca kalbi yumuşar, o da söylenenleri can kulağı ile dinler.

“Alemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan… gizli dertlerin tabibi bulunan o erler; muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar, Hakk gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir. Onlardan birine ‘Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?’ denilse ancak ‘Yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden’ der. Erin avı merhamettir. İlaç, alemde dertten başka bir şey aramaz. Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.” (Mesnevi, II/1935)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (192)

Öyle bir zaman geliyor ki, insan hoşgörüsünü kaybedebiliyor ve buyurduğunuz gibi herkesi sevgiyle kucaklayamayabiliyor. Bu gibi durumlarda ne yapmamız lazım?

Hazreti Pir Mevlana, hoşgörüsü ve hilmi ile hısımlarının dil uzatmalarına, sataşmalarına hiçbir zaman karşılık vermemiştir. Kemal içinde kemaldir. Peygamberler, Veliler hep bu anlayıştadır. Eğer sizler, Hazreti Muhammed Efendimizin davranışlarını benimsemez, bildiğiniz gibi davranırsanız O’nu incitmiş olursunuz. O’nu incitmek Hakk’ı incitmek demektir. Peki, ne olur incinirse? Yüce Pir Mevlana diyor ki: “Minareden düş parçan bulunur, ama bir Hakk dostunun gönlünden düşmeye gör, tek bir parçan bulunmaz.”

“Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır! Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar, ne dolunur! Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı! Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte! Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız? Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın! Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğim de güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!” (Mesnevi, II/1107)

Size yapılan kötülüklere, verilen zararlara nefs hemen karşılık vermek ister. Ama bu davranış sizleri, karşınızdakinin seviyesine çekerken, manen geriletir, mahkumiyete sürükler. Bunun idrakinde olan kişi aynı yanlışı tekrar yapmaz. Hatta kendisinin kusurunu düzeltmesine vesile olduğu için bu tecrübeden memnuniyet duyar. Onun için her şeye rağmen sevmek, hoşgörmek, affetmek gerekir. İnsan kendi inançlarına bağlı olmakla birlikte, kendisinden farklı duygu, düşünce ve davranışları da olgunlukla karşılamalı, onları yargılamadan kabul edebilmelidir.

“Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir. Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin. Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, yüz binlerce mahpusu azad etti. Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı. Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın! Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.? Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz. Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğini yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu çalmakta, nöbetimi vurmakta. Benim davulumu döven ‘İrcii’ sesidir. Benimle davaya girişenlerin rağmine şahidim, Allah’dır.” (Mesnevi, II/1160)

Bütün Peygamberler sevgi sunmayı, şefkatle kucaklamayı nasihat etmişlerdir. Nimetlerin en büyüğü akıldır. Aklını kullanır, dilini hoş tutarsan mesele kalmaz. Bunun aksi davranışlar insan olana yakışmaz. O zaman güneş görmemiş ham meyve olarak kalırsın. Konuşurken ağzımızdan çıkacak her sözü, Muhakeme-i Kübradan geçirmemiz lazım. Sarfettiğin sözler senin kulağına hoş geliyor mu, geliyor ise başkalarına da hoş gelir, ikram et. Eğer kırıcı olacaksan, tenkit edeceksen hiç konuşma. Malum; söz gümüşse, sükut altındır.

“Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır. Rüzgar, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgârın cinsi demektir. Nihayet şarap, tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir. Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu. Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi! Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var. Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın.” (Mesnevi, II/1171)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (191)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Allah’a giden yol, yokluk yoludur diyorsunuz, ama Mevlevilikte de sikke, hırka ve tennure var, yani bunlar insana benlik ve gurur vermiyor mu, bunu açıklar mısınız?

Mevlevilikte zerre kadar benlik, gurur yoktur. Mürşid de, yolcu da hep Allah’ın ikramı ile yaşar, konuşur, susar. Mevlevilik, Hazreti Mevlana’yı tanıyarak, onun gibi olmaya çalışmaktır. Ayrım gözetmeden insanlık alemine hizmet etmek, Tanrı’dan söz etmektir. Mevlevilik hırkada, sikkede, tennurede değil, gönüldedir.

“Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş olarak geri döner. Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey! Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden lâl doğsun. Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü böyle emredilmiştir. Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Dâvet yolunda Nuh’un yolunda yürü. Allah için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle ne işin var senin.” (Mesnevi, VI/840)

Onlar ancak simgelerdir. Mevlana o sikkede, hırkada durmuyor. Burası umutsuzluk kapısı değil, tamamen umut kapısıdır. Allah ile yaşayan hep umut içindedir, Allah’sız yaşayanın umudu çabuk biter. Allah dostları ile birlikte yola çıkıldığı zaman umutlar artar, umutsuzluklar azalır.

“Gidin… yeryüzüne Peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan isteyin, ondan elde edin. Değer biçilmez inciler istiyorsanız ‘Evlere kapılarından girin!’ kapı halkasını dövün, kapıda durun… gökyüzü damından sizlere yol yok! İhtiyacınızı bu uzun yoldan gideremezsiniz… biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza verdik. Hain değilseniz onun huzuruna gelin… boş kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin toprağından yeşillikler bitirir… bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil! Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!” (Mesnevi, IV/3326)

Allah erleri daima tevazudadır, yokluktadır. Sözleri bilinçlidir, irşad eder. Tanrı’yı insan dışında tutmaz, daima Tanrı ile birleştirir. Hazreti Muhammed, muhabbetlerinde Allah’ın güzelliklerini sunarken, fakirle de zenginle de bir arada oturmuştur. Çünkü Allah’ın sınıf ayrımı yoktur. Nitekim Hazreti Mevlana da şöyle buyurur: “Din, dil, ırk, ayırd etmeden, kimsenin suçunu gözetmeden, bütün insanlık alemine sevgiyle, saygıyla bakmaya, hepsini kucaklamaya geldim.”

“Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen… yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler… sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar.” (Mesnevi, IV/3827)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (190)

Yokluk nedir? Yokluğa nasıl erilir?

Her şey yokluktan varlığa kavuşmuştur. Ölmekteki mana nefsin kötü huylardan arınması, manevi güzelliklere kavuşmasıdır. Bir kişi bu şekilde ölmediyse eğer, diri olamaz. Benliğinde yaşamaya devam ettiği ve ikilikte kaldığı sürece diri değildir. Ne zaman nefsinin isteklerinden kurtulur, çalışır, özverili bir yaşama yönelir, talep eden değil, talep edilen olursan o zaman ölümün arkasından dirilik doğar. Sen doğarsın!

“Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar… öldüler, ten mezarlarından baş kaldırdılar! Birbirlerine “Bak… gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar. O sesten dinler gürbüzleşti… Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi! Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı. Ey dinleyen, yakini Allah daha iyi bilir ya, bu devir geçti… Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de bundan böyle kutluluk senin olsun!” (Mesnevi, IV/840)

Dünyevi arzulara gem vurun derken bu, dünyadaki her şeyi bırakıp, bir kenara çekilip, hiçbir iş yapmamak demek değildir. Dünyadan el çekiş; her şeyin içinde olup, gönlümüzü onlara bağlamamaktır. Topluma yararlı olmaya, hizmet etmeye devam etmektir. Kainattaki her canlı, her insan çalışıp çaba göstermek, hayata dahil olmak zorundadır. Bu hem doğa, hem de ilahî yasa gereğidir. Hangi şartta olursa olsun insanın yapısına, kabiliyetine uygun işler, hizmetler bulunur. Önemli olan bunları tespit ederek heves ve istekle çalışmayı sürdürmektir. Çalışmadan hiçbir şey olmaz.

“Ey güzel toprak, mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte… Kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun (görünüşün) düşmanı olur. Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur. Bizim için sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt verir! Zâhirin karanlıklardan feryat etmede ama iç yüzün gül bahçesi içinde gül bahçesi!” (Mesnevi, IV/1020)

Hiç hatırdan çıkarmayın; çalışanın hakkını Allah teslim eder! İstek, arzu ve heyecanla gösterilen gayret, aslında Allah’a kavuşabilmek için gösterdiğiniz gayrettir. Bu neye benzer; sen türlü yollarla elinden geleni yapıyorsun, çapa elinde denize yol açıyorsun. İnsan gerçekte sudur, ancak testi olduğunu zannediyor… Yolu açan kişinin bedeni bir testi, bir gün gelecek o testi kırılacak. Testideki su, yani ruhun, açılan yola dökülecek. Yol açıksa denize kavuşacak, aslını bulacak. Açılamamışsa o su toprağa gidecek, toprak olacak…

“Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder. Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur. Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir. ‘Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir müjdeci olmasın’ ayetini oku. Allah, ‘Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Allah halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın’ dedi. O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi saflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz. Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara ‘Tek bir nefis’ demiştir. Onlar Allah Resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.” (Mesnevi, II/3705)