MANEVİ MENKIBELER – 12

Sen benim ışığımsın…

Mevlana Hazretleri, selam olsun üzerine, verici meşrepli, hep bir şeyler vermek istiyor, alıcı meşrepli değil. İyi ama cahil çok var, onların kafalarına tam manasıyla yerleştiremiyor anlatmak istediklerini, ama konuşmaktan da bıkmıyor devamlı bilgiler sunuyor. 

Bir gün bir değirmen başına geliyor. Değirmen çok eski olduğu için duvarı çatlamış. Mehtabın ışığı da o çatlaktan girip değirmenin içini ışıklandırıyor. Mevlana da o çatlaktan bakıp değirmenin içini seyrediyor. Bakıyor, değirmen taşı dönüyor, dönüyor, dönüyor…

Kaldırıyor ellerini, “İlahi Hakk” diyor, “ne suç işledim? Bu dünyayı bana değirmen taşı yaptın, ezip ezip benden ne istiyorsun?”

İçinden Cenab-ı Hakk diyor, “Bu ilham sana nerden geldi Celaleddin? Bana nerden sesleniyorsun?” 

“Sana malum” diyor, “değirmen başındayım, onun duvarı çatlak, ordan seyrediyorum, değirmen taşının altında nasıl buğdayı ezip ezip un haline getiriyorsun, bana da aynı ızdıraplar yapılıyor.”

Tekrar nida geliyor Hakk’tan, “Hangi zamandasın sen, vakit hangi vakittir?”

“Vakit” diyor, “geceyarısı.”

“Gün geçmiş, geceye girmişsin. Sen o değirmen taşının altında o buğdayın ezilmesini neyle, hangi ışıkla seyrediyorsun?”

“Allah’ım” diyor, “Ay’ın mehtabıyla seyrediyorum.”

“Güzel… O değirmen taşı Ay’ın mehtabına bir zarar veriyor mu?”

“Yok…”

“Ah Celaleddin, sen de benim ışığımsın. Çile çekecek bir varlık varsa senin üzerinde, o da nefsindir. Ben seni bu aleme beni söyleyesin diye gönderdim…”

Gönül çilesini her can çözemez, 

Halden anlamayan ne bilsin bizi. 

Gönül aleminde bir olmuşuz ki, 

Oraya girmeyen bulamaz bizi. 

Sırrımız içtedir yere vermeyiz, 

Kazancımız nurdur boşa vermeyiz, 

Cahil bilmez bizi, biz hor görmeyiz, 

Değer bilmeyenler anlamaz bizi. 

Aşıkların yüzü güleç, şirindir, 

Sözlerimiz kamil sözü, derindir, 

Hilesiz dost olan kişi narindir, 

Bilmeyen baksa da göremez bizi. 

Dede der, uyanıp pişerse özü, 

Uyarır, diriltir arifin sözü, 

Görenler şevk alır, nurlanır yüzü, 

Kendi özün görür bulursa bizi…

MANEVİ MENKIBELER – 11

Ben şimdiden hiçim…

Zamanın birinde bir Dede, o kadar çok sevdirmiş kendini kasabalıya, kasabalı boş vakit buldular mı hemen Dede’nin etrafına toplanırlarmış.

Şimdi Dede bu kadar çok seviliyor, o devirde yine bir Paşa da var, o da çok seviliyor. Paşanın ismini kasabalılar bir muhabbet arasında zikrediyorlar, Paşa’ya olan sevgilerini de dile getiriyorlar. İyi ama Dede kıskanıyor. Bir gönülde iki sevda olmaz. “Ya Paşa sevilecek ya ben” diyor.

Kalkmış kasabalıya, “Evlatlarım” demiş, “bu Paşa nerede ikamet ediyor?” 

Demişler, “Kasabada filan kışlada.”

“Ben” demiş, “yarın yokum, gideceğim göreyim o Paşa’yı. Peki siz o Paşa’yı neden seviyorsunuz?”

“Paşa” demişler, “bize sorar, bir ihtiyacınız var mı? Bize bir yol lazımsa söyleriz yaptırır. Çeşme lazımsa yaptırır, köprü lazımsa yaptırır.”

“Haa…” demiş, “o da hizmet ediyor. Neyse yarın onunla görüşeceğim.”

Kalkmış gelmiş kışlaya Dede, selam vermiş askere, asker almış selamını.

“Paşa Bey” demiş, “kışlada mıdır?”

“Yok Dede” demişler, “çıktı teftişe, geziyor.”

“Ne zaman gelir?”

“İkindiye doğru.”

“Ben” demiş, “uzaklardan geldim, burda bekleyebilir miyim?”

“Gel Dede” demiş asker, almış Dede’yi içeriye salona.

Dede oturuyor şimdi tefekkür halinde. Bir vakitten sonra Paşa geliyor. Herkes telaşlanıyor, ayağa kalkıyorlar, Paşa’yı alıyorlar içeri. Bunlar salonda hepsi ayakta, Dede kalkmıyor ayağa, oturuyor. Paşa’nın dikkatini çekiyor. Herkese, “Oturun” diyor, hepsi oturuyorlar. Şimdi dönüyor Dede’ye.

“Efendi” demiş, “siz kimsiniz? Buraya geldim, herkes ayağa kalktı, saygıda bulundu. Siz hiç kıpırdamadınız.”

Dede demiş, “Bendeniz hiçim.”

Hemen Paşa, “Nasıl olur” demiş, “hiç?.. Suretiniz var, sıfatınız var. Kimliğiniz nedir? Söyleyin.”

“Hiçim efendim.”

Paşa asabileşiyor bir daha soruyor.

Yine Dede, “Hiçim efendim…” sonra devam ediyor, “Paşa bey” diyor, “ben size bir soru soracağım.”

“Buyrun” demiş, “sor.”

“Senin Paşalığın ne kadar sürecek?”

“Allah kısmet ederse” demiş Paşa, “üç sene sürer.”

“Üç sene sonra ne işle meşgul olacaksınız?”

“Tekaüte çekileceğim.”

“Güzel” demiş Dede, “peki tekaütlüğün ne kadar sürer?”

“Ömrümün nihayetine kadar. Orasını bilemem, çünkü hayat nefesle.”

“Peki” demiş, “ömrün nihayet bulduktan sonra sen ne olacaksın?”

“Ben” demiş, “Hakk’ın rahmetine gidip, hiç olacağım.”

Dede gülümsemiş, “Ne kadar güzel” demiş, “Daha üç rütbe lazım sana gelesin bana. Ben şimdiden hiçim…”

Bakın burdan da ders vermiştirler. Kimliği var ama yoklukta yaşıyor, varlığı Allah…

MANEVİ MENKIBELER – 10

İşte Şah-ı Merdan…

Bütün Evliyaların Piri Hazreti Ali’dir. O, o kadar gönül alçaklığında yaşamış, zerre kadar kendine benlik vermemiş, fakirden daha fakir hayatını sürdürmüş, cesarette O’ndan cesur yok, hizmetlerde O’ndan daha çok hizmete koşan yok…

Hazreti Muhammed Efendimiz, O’na bir lakab vermişti; Ali Turab, toprağın babası; Ali Murteza, İslam’ın babası; Şah-ı Merdan, bütün mertlerin merdi, yok O’ndan mert bu alemde.

Size şu hikayeyi anlatayım, nasıl bir merttir Hazreti Ali… 

Bir Hükümdarın kızı çok güzelmiş. Hükümdarın şövalyesi, hükümdarın kızına aşık. Hükümdarın da Hazreti Ali’ye karşı buğzu çok.

Şimdi Hükümdar, Hazreti Ali’den çok korktuğu için, istemiyor Ali’yi, oralara gelmesin, bozguna uğratmasın, saltanatı elinden gitmesin. Tellalle ilan etmiş: Ali’yi yeryüzünden kim kaldırırsa, ülkemdeki şövalyeler arasından, ona hem kızımı vereceğim, onu kendime damat edineceğim, yaşamını sarayda sağlayacağım.

Aaa… duymuş bunu şimdi şövalye. Aklı hep kızda, sevgisi onda, böyle bir va’dı işitince, hemen çıkmış Hükümdarın huzuruna, demiş, “Sen sözünde durursan ben de bu başı senin uğruna vereceğim, Ali’nin başını getirmeye çalışacağım… Nerelerde bulunur bu zat? Nasıldır, nicedir?” Tanımıyor Hazreti Ali’yi. 

“Onu” demiş Hükümdar, “ya Mekke’de bulursun ya Medine’de bulursun. Orta boyludur, geniş omuzludur, korkusuz biridir.”

Atlamış atına şövalye, koyulmuş yola, çıkmış Ali’yi aramaya. Gelmiş Mekke Medine yoluna, karşısına bir yolcu çıkmış. Yolcu da Ali. Tabi tanımıyor ki Ali’yi, selam vermiş, O da selamını almış. 

“Kardeş” demiş şövalye Hazreti Ali’ye, “bir şey sorabilir miyim?” 

“Buyur” demiş, “sor.” 

“Ben buranın yabancısıyım.” 

“Belli” demiş Hazreti Ali, “ne istiyorsun, kimi arıyorsun, nereye gitmek istiyorsun?” 

“Ali isminde bir zat varmış, onunla görüşmek istiyorum, onu arıyorum.” 

Hazreti Ali demiş, “Görsen tanır mısın onu?” 

“Yok” demiş, “tanımam.” 

“Peki ne için arıyorsun onu, onunla ne alışverişin var?”

“Ben” demiş, “Hükümdarın kızına aşıkım. Hükümdar dedi ki, Ali’yi ortadan kaldıran çıkarsa ona kızımı vereceğim ve sarayda ikamet ettireceğim. Ben de düşündüm taşındım, param pulum yok. Bileğime güvenen bir insanım. Böyle bir va’d ortaya çıkınca, gideyim arayayım Ali’yi, onunla dövüşeyim, kazanırsam başını alıp getireyim Hükümdara ve muradıma ereyim.”

“Senin Ali’ye karşı var mı bir kinin?”

“Yok. Hiçbir kinim yok” demiş, “kız uğruna dövüşmek istiyorum.”

Durmuş Hazreti Ali, bakmış şövalye saf, harbi konuşuyor. E Ali de saf, tutmuş belinden çözmüş Zülfikar’ı atmış yere. Kalkanı da atmış.

Şimdi şövalye bakıyor, “Ne yapıyorsun?” demiş.

“Aradığın o Ali benim” demiş Hazreti Ali, “Çek kılıcını vur boynuma, al başımı götür Hükümdara, er muradına.”

“Ben bunu yapamam.”

“Aşkın gözü kördür, muradsız kalırsın kardeş, uçururum ben senin başını” demiş Hazreti Ali, “hadi emrime itaat et, çek kılıcı.”

Şövalye bunu görünce, “Vazgeçtim ben kızdan” demiş, “seni o kızdan daha çok sevdim. Ben böyle bir mert görmedim. Ben muradıma ereyim diye başını veriyor.”

“Peki” demiş Hazreti Ali, “ben sana o kızı alacağım.”

Hemem trak kuşanıyor Zülfikar’ı, atlıyorlar atlara, doludizgin geliyorlar Hükümdarın bulunduğu şehire. Ali bir nara atıyor, önüne geleni ortadan kaldırıyor. Şövalye de Ali’den güç alıyor, orayı bozguna uğratıyorlar. 

Ali, kızı veriyor şövalyeye, gidiyor. 

İşte Şah-ı Merdan… Ne kadar şahlar varsa, ne kadar mertler varsa, hepsinin üstünde bir merttir Hazreti Ali.

MANEVİ MENKIBELER – 9

Yuvayı dişi kuş yapar…

Ne derler: Yuvayı dişi kuş yapar. Size bir hikaye anlatayım…

Zamanın birinde bir tembel varmış, ismi tembel Ahmet. Bu tembel Ahmet’in yemeğini, suyunu yatağına götürüyorlar. Bağırıyor hep yattığı yerden, “Kalkamamm, edemeem…”

Sarayda bir gün, Padişahın kızı hizmette bulunuyor babasına, annesine; konu açılıyor, Padişah erkek evlatlarını övüyor. Kızı da dönüp diyor ki: “Efendi baba, yuvayı dişi kuş yapar, erkek kuş yapmaz.”

Padişah, “Sen mi” diyor, “benim sözüme karşı geliyorsun, seni tembel Ahmet’le evlendireceğim. Bakalım Ahmet’i sen adam edecek misin?”

Kalkıyor Padişah, yapıp ne yapıp, ilan ediyor, kızını veriyor tembel Ahmet’e. Kız, ne yapsın, babasının emrine itaat ederek gelin oluyor gidiyor tembel Ahmet’e. 

Bir sabah, Ahmet yatağında duruyor, karnı da acıkmış, bağırıyor, “Yemeek… ekmeek…”

Hanımı karşısında kurmuş kahvaltıyı sabah, “Kalk ordan” diyor, “gel ye.”

“Kalkamaam!..” bağırıyor çağırıyor.

Kız hiç duymuyor, kendisi yiyor. Bir vakitten sonra kaldırıyor sofrayı, o orda aç kalıyor. Öğlen aç, akşam aç… Dayanamıyor tembel Ahmet, yarındası hop çıkmış yataktan, oturuyor kahvaltıyı yiyor. 

Şimdi erzak bitiyor, kız diyor, “Çarşıdan çık al, bana yakışmaz.”

“Çıkamaam, edemeem…”

“Sen bilirsin” diyor kız.

Kız zeki, oruç tutar gibi az yiyor, bunu daha çok aç bırakıyor. Ahmet acıkıyor, gözleri kamaşıyor. Kalkıyor arıyor ne alacak çarşıdan, pazarı da bilmiyor. Çıkıyorlar beraber, Ahmet’in elinde zembil, o taşıyor erzakları, erkek ya. Yapıyorlar alışverişlerini geliyorlar eve. 

Kız diyor, “Ahmet, dünyalığımız bitiyor, çalışman lazım.”

“Ben çalışamaam.”

“E sen bilirsin” diyor kız. Ahmet düşünüyor taşınıyor iş aramaya başlıyor. Bakıyor bir kervan işçi arıyor, atları baksın, atlara su versin, ona da maaş verecekler. Tembel Ahmet o kervana yolcu oluyor, helalleşiyor hanımıyla, çıkıyor işe.

Yolda bir yerde atlar susuyor, geliyorlar bir kuyu başına, kovayı indiriyorlar ama kova suya inmiyor. Bakıyorlar ki, iki tane iri yarı kaplumbağa kuyunun dibinde durmuşlar, suyu kapamışlar.

Tembel Ahmet’e diyorlar, “Sen in kuyunun dibine, suyu doldur bize seni çekelim yukarıya.”

Yok ne yapsın Ahmet… İndiriyorlar Ahmet’i kovayla aşağıya. Bakıyor şimdi kaplumbağalara, duruyor Ahmet onları görünce, hiçbir türlü su alamıyor.

Kaplumbağa dile geliyor, “İkimizden hangimiz daha güzeliz, seçersen sana ikramda bulunacağız.”

Ahmet diyor, “Aranızda hanginiz daha çok sevgiden söz ederse, o güzel sayılır.”

Kaplumbağalar beğeniyorlar Ahmet’in sözünü, ikisi de birer peri haline geliyorlar. Bunun dolduruyorlar kovasını suyla ve iki tane nar veriyorlar Ahmet’e. 

Ahmet suluyor atları, başka bir kervana veriyor narları, götürsün evine. Kervan dönüyor şehire, buluyor Ahmet’in evini, getiriyor narları.

Kız o narları kırıyor, ne görsün, narların içi hep yakut. Kız gidiyor onları sarrafta bozduruyor, bir arsa alıyor babasının sarayı önünde, bir konak da yaptırıyor, orda oturuyor.

Padişah diyor, “Allah Allaah, hangi prens geldi buraya? Ne kadar süslü püslü bir saray yaptı. Acaba Mısır prensi midir? Nerenin prensidir bu?” Merak sarıyor Padişahı.

Şimdi tembel Ahmet dönüyor hizmetinden, arıyor evini bulamıyor. E biraz başlamış artık yürümeye, gözleri açılmış. Anlatıyorlar, bakıyor ki evi olmuş koskoca saray.

Eşine diyor, “Bu nasıl oldu?”

“Senin kazancınla oldu Ahmet. Sen iki tane nar gönderdin, o narların içi yakut doluydu. Onları sarrafta bozdurdum, parasıyla bir arsa aldım, bu sarayı inşa ettirdim.”

Şimdi sarayda eşi hanım hanım oturuyor, Ahmet de efendi efendi oturuyor. Haber gönderiyor Padişah, gelecek onları ziyarete; bunlar da haber gönderiyorlar, buyrun gelin diyorlar.

Kız yemekler hazır ediyor, Ahmet karşılıyor Padişahı. Oturuyorlar, yiyorlar içiyorlar.

Bir vakitten sonra, “Kimsin sen oğlum?” diyor Padişah.

“Ben” diyor, “tembel Ahmet.”

“Nasıl tembel Ahmet?!.. Tembel Ahmet bu sarayı yapabilir mi?”

Tembel Ahmet, “Ben bunları” diyor, “eşimin sayesinde yaptım. Onun sayesinde tembellik de benden gitti.”

Hemen kızı geliyor Padişahın, açıyor yaşmağını, “Eee efendi baba” diyor, “gördün mü, nasıl dişi kuş yaparmış yuvayı… Sen beni verdin tembel Ahmet’e ama, Ahmet tembellikten çıktı.”

Cenab-ı Mevlana’nın her türlü hikayeleri vardır…

MANEVİ MENKIBELER – 8

Büyük lokma ye, büyük söz söyleme…

Büyük Nazif Dede çok kibar bir zat. Fasih Dede de çok harabat olduğu için, onu hep yanından uzaklaştırırmış, “Hadi git” dermiş, “yaklaşma yanıma.”

Allah’ın işine bak, gün geliyor Fasih Dede vefat ediyor.

Cenab-ı Mevlâna, mânâda Mevlevîhane’ye geliyor. “Benim aşığım” diyor, “Fasih Dede yürüdü bana, gölgesi kaldı bu alemde. Selâmımı iletin Nazif Efendi’ye, onu çeyizlesin.”

İstemiyor ya onu Nazif Dede, şimdi Allah’ın işine bak, ona gönderiyor Fasih Dede’yi yıkasın temizlesin. 

Nazif Dede geliyor Galata Mevlevîhanesi’ne düşünceli düşünceli, hemen canlardan biri çıkıyor huzuruna, “Efendi Hazretleri” diyor, “sizlere ömür, Fasih Dede Hakk’ın rahmetine ulaştı.”

Nazif Dede, “Biliyorum biliyorum” diyor, “ve bana yükledi onu temizleyeyim.”

Nazif Dede Hazretleri çeyizlemiştir Fasih Dede’yi.

İnsanlar hiçbir zaman büyük laf söylemesin, ne derler… büyük lokma ye büyük söz söyleme. Eğer Nazif Dede o hizmeti yapmasaydı çıkamazdı Mevlana’nın huzuruna. Bunlar hep yaşanmıştır.

MANEVİ MENKIBELER – 7

Geceki manaya mı bu selam?..

Yine III. Selim’in devrinde, Fasih Dede adında, çok harabat bir zat vardı. Harabatlığından vazgeçmiyordu, devam ettiriyordu harabatlığını. Üstü başı eski ama gönül gözü açık.

Bazen de o haliyle camiinin bahçesinden, avlusundan geçiyor, İmam’a selam veriyor, İmam onu o halde görünce bazen almıyor selamını. Almayınca selamını kırılıyor gönlü Fasih Dede’nin.

O akşam İmam manasında kendini kurbağa sıfatında görüyor, Cenab-ı Allah onu kurbağa yapmış. Havadan bir şahin kuşu geliyor, bunu yakalıyor yerden çıkarıyor yükseklere. Bu şimdi çırpınıyor şahinin pençelerinde. Şahin kuşu yükseliyor yükseliyor, çıkıyor yükseklere, sonra açıyor pençelerini bırakıyor kurbağayı. Kurbağa döne döne iniyor, tam yere düşecekken, Fasih Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, tennuresini açıyor, tak düşüyor tennuresine kurbağa, alıyor kurbağayı bırakıyor yere, mana bitiyor. 

Şimdi yine geçiyor Fasih Dede akşama doğru camiinin bahçesinden, İmam’ı görünce, “Selamün aleyküm İmam Efendi” diyor.

İmam hemen dönüyor, neredeyse yere kadar eğilerek, “Ve aleyküm selaaam Fasih Dede” diyor.

Fasih Dede dönüp diyor, “Geceki manaya mı bu selam?.. Sakın bir daha Allah’ın selamına karşı gelme, bak bu sefer seni kurtardım, tennureme aldım, başka sefer kurtarmam.”

Ne der tasavvuf ehli… “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var.” Müminin kalbini kıran iflah olmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 4

Baş köşe nereye derler?..

O devirde, halk, Mevlana’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar. Bir medresenin açılışı için Mevlana’ya haber gönderiyorlar, davet ediyorlar, gelsin açılışını yapsın. İlla bir sebep bulacaklar.

Mevlana, Şems’e diyor, “Kalk, davetliyiz.” Şems, “Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun” diyor. Mevlana, “Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz bir yere gitmem” diyor. “Peki…” Kalkıp gidiyorlar.

Mevlana, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra “Bize müsaade biz gidelim” diyor. “Yok” diyorlar, “bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?” Şems diyor, “Sen git, ben burda otururum.” Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlana giriyor içeriye, “Nedir sorunuz?” diyor. “Sorumuz” diyorlar, “Baş köşe neresidir bir evin içinde?” Cenab-ı Mevlana diyor ki: “Birincisi, bir ev sahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denilir. İkincisi, bir Ulema, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,” diyor, “Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.” Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna. İşte, sevgilinin yeri baş köşe…

Hocalar çıldırıyor. Bir ağır soru hazırlıyorlar Mevlana’ya. “Bir sorumuz daha var” diyorlar. “Buyrun” diyor Mevlana, “nedir sorunuz?” “İçki hakkında ne buyurursunuz ya Mevlana? Haram mıdır, helal midir?”

Şimdi koca Mevlana derse haram, Şems’i incitecek; derse helal, Hazreti Peygamberi incitecek. Bakın, şimdi nasıl iki ateş arasında duruyor Mevlana… Ee ama usta.

“Efendiler” diyor, “hepiniz bilginsiniz, alimsiniz, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmişsiniz, tefsirini de yapmışsınız. Şimdi ben size bir soru soracağım, cevap almak isteyeceğim.” “Buyur” diyorlar, “ya Mevlana sor.”

“Bir fıçı şarap bir havuza dökülürse, o havuzdan su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler hemen cevap veriyorlar, “O havuzdan su almak caiz değildir, o su kirlenmiştir artık, haramdır.”

“Aynı fetvayı ben de veriyorum” diyor Cenab-ı Mevlana. “Şimdi ikinci sorum” diyor, “bir fıçı şarap denize dökülürse, o denizden su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler, “Deniz tuz tabiatındadır” diyorlar, “şarabı yakar, o denizden su alınabilir, helaldir.” Mevlana bunun üzerine, “Benim Efendim Şems ne bir havuzdur ne de bir deniz, o bir okyanustur” diyor, “kusura bakmayın, bana müsaade…” Ve geçiyor koluna Şems’in, kalkıp gidiyorlar. Hocaların hepsi kalakalıyorlar.

Bu hikayeden maksat, onların ne kadar zeki olduklarını, onların ne kadar aklın büyüğünde olduklarını sizlere anlatmaktır. Bu yüce zatlar dünya durdukça sevenleriyle yaşayacaklar ve en güzel şekilde anılmaya devam edeceklerdir.

MANEVİ MENKIBELER – 3

Evliyalar manevi kardeştirler…

Evliyalar arasında birbirlerine karşı inat yoktur, kavga yoktur, haset yoktur; sevgi vardır, birlik vardır. Şimdi nasıl birlik var?..

Kalkmış biri bir kurban almış, gelmiş Cenab-ı Mevlana’nın huzuruna, selam vermiş, almış Mevlana selamını. “Ya Hüdavendigar” demiş, “senin sohbetinden faydalanmak istiyorum. Destur var mı, bu kurbanı tığlayalım, burda kaynasın, canlar lokma etsinler?”

Cenab-ı Mevlana, kurbanı almadan evvel sormuş, “Senin sağa sola bir borcun var mı?”

“Var” demiş.

“O kurban burda kesilmez” demiş Mevlana, “peşin borçlarını ödemiş olsaydın, sonra buraya adağını getirseydin.” Kabul etmemiş. “Otur” demiş, “burda Hakk ne verdiyse yiyip içelim, muhabbeti dinlersin.”

“Yok” demiş “madem kabul etmedin oturmam.”

“Sen bilirsin.”

Kalkmış, almış kurbanı, gelmiş Hünkar Hacı Veli Bektaş’a, aynı teklifi yapmış.

Hacı Veli Bektaş fazla incelememiş, “Tığlayın” demiş, tığlamışlar. Tığlandıktan sonra kazana atılmış.

Dönmüş Hacı Veli Bektaş’a, selam olsun üzerine, “Ya Hünkar” demiş, “senden önce gittim Hüdavendigar Hazreti Mevlana’ya, aynı teklifte bulundum, o kabul etmedi. Sen kabul ettin.”

Hemen Hünkar Hacı Veli Bektaş kendini toparlamış, “Hüdavendigar Mevlana, bütün Evliyalar arasında en pürüzsüz bir Evliya’dır” demiş, “zerre kadar pürüz kabul etmez.”

Adam susmuş. Kalkmış Hacı Veli Bektaş’tan tekrar gelmiş Mevlana’ya, çıkmış huzuruna, “Sen” demiş, “kabul etmedin ama Hünkar Hacı Veli Bektaş kabul etti.”

Cenab-ı Mevlana dönüp demiş, “O öyle bir deryadır, özünü almıştır kirini atmıştır.”

Adam demiş, “Yahu açamadım ikisinin arasını.”

Sen nasıl açarsın onların aralarını, onlar Hakk ile Hakk… Bunlar hep yaşantılarda olmuştur. Ama akıl var yakın var… Evliyaların hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar sureten ayrıdırlar ama manada hepsi birdirler.

MANEVİ MENKIBELER – 1

O, yarının büyüğüdür…

Bir gün Mevlana’nın karşısına 4-5 yaşında bir çocuk çıkmış. Hemen koşmuş Mevlana’ya, elini öpmeye. Mevlana eğilmiş çocuğa, okşamış başını, almış elini öpmüş.

Demişler, “Ya Hüdavendigar, sen onun elini niye öptün, o daha çocuk?”

“O yarının büyüğüdür” demiş, “bende çocuk yok, insan var.”

Yani çocuğa dahi insan olarak bakıyorum, diyor. Çocukla da ders vermiştir bize Mevlana. Kimseyi küçük görmeyeceksiniz, kimseyi…

Bizim yolumuz Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin, Hazreti Mevlana’nın yoludur. Onların dilinden bal tat aldı, şeker tat aldı. Bütün güzellikler tat aldı onların dilinden… Çiçekleri ne görüyorsun bahçelerde, onların o güzel sözlerinden renk almışlardır. O güzel kokuları ne görüyorsun, onların o güzel sözlerinden o güzel kokuları almışlardır…

Hepimizin özümüzde aşk var, sevgi var, hepimizin… Onun için aşktan, sevgiden konuşalım, onların diliyle çıkmaya gayret sarfedelim, çıkmayalım kendi dilimizle; güzel konuşalım, güzel söz söyleyelim, yapıcı olalım, kırıcı olmayalım.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 100

“Beni doğruluğa çekenle doğruyum. Eğri hareket edene ben de eğriyim.”

Şimdi Hazreti Ali Efendimiz burada şunu söylemek istiyor: Birine arkadaşlık ettiğimde, doğru gidenle doğru yürürüm, eğri gidenle de eğri bakarım, bakalım şimdi nereye kadar böyle gidecek.

Arkadaşlık ediyor fakat onun yaptığını yapmıyor. Maksat onunla beraber duruyor, havasını bozmuyor. Ali ya, ismi üstünde herkese uyuyor. Eğri gibi dursa da doğruluktan ayrılmıyor.

Hazreti Muhammed Efendimiz de şöyle buyurur: “Hiçbir kötü niyet beslemeyerek, din kardeşlerini sevmek, hiçbir nefsani duyguya kapılmaksızın, kinden arınmak, göklerin ve yerlerin sahibi Hazreti Allah’a göre, en sevilen insani amellerdendir.”

Hazreti Ali Efendimizin ders aldığı yer Hazreti Resulallah’tı. Bizler de Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak, hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.

Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim. Kalplerin mumlarını yakalım! Benliğe kapılmadan yoklukta kalmaya gayret edelim ki, güzellikler bizlerde suret bulsun. Gayret etmekten hiç vazgeçmeyelim; herkesin kendi ölçüsünde ikram edebileceği güzellikler vardır. Sayıları ‘Bir’leyebilmektir insan olmak. O halde bütün yaratılmışları sevelim! Tümden göz olalım, O’nun sevgisi ile kainata bakalım. Tümden kulak olalım, işittiklerimiz bize O’nun mesajlarını getirsin. Her zerremiz O’nunla nefes alsın. Biz söz olalım, Allah bizden konuşsun!..