MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (50)

Hoşgörü bir yere kadar değil mi? Her şeyi hoş mu göreceğiz?

Hoşgörünün ismi üstünde, hoş görülecek şeyleri hoş görürsün. Hoş görülmeyecek şeyleri hoş görmez, gözünü yumar, gidersin. Bir şey söylemez, o çirkinliğin sahibi olmazsın.
Cenab-ı Mevlana, hep güzel şeyleri hoş gördü.
Ona sormuşlar: “Senin yolunun başı var mıdır?”
Demiş ki: “Benim yolumun başı olsaydı sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağı güzelliktir, başı sonu yoktur. Kendini ne kadar güzelliklere verirsen o güzelliklerle sarhoş olur, kendinden geçersin.”
Güzellik kaynağı bir yol, bu güzellik kaynağında çirkin bir şey nasıl aranır?
Hazreti Mevlana bir gün sabah karanlıkta tekkeye giderken, hendekte bir çifti çirkin bir halde, kendilerinden geçmiş durumda görmüş. Başkaları görmesin diye hırkası ile bunları örterek tekkeye hırkasız gitmiş. Bu kişiler kendilerine geldiklerinde bu hırka olsa olsa Mevlana’nındır diye düşünmüşler. Tekkeye gelip hırkayı teslim etmişler ve tövbekar olmuşlar.
Hazreti Mevlana şöyle bir seslenişte bulunuyor:
“Şefkati merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmekte gece gibi ol,
Cömertlikte akarsu gibi ol,
Hiddeti asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.”
Hazreti Mevlana hoş görmedi, örttü; iyi yaptınız demedi. Örttü, ne kadar örtücü.
Adamın biri bir türlü iş bulamamış, çocukları aç kalmış. Mevlana’nın bulunduğu yerden bir halı çalayım, yakalansam da Mevlana bağışlar, diye düşünmüş.
Hazreti Mevlana’ya saraydan hediye edilen en kıymetli halıyı çalıp, satmak için pazara götürmüş. Saray adamları halıyı tanımışlar, adamı halıyla birlikte Hazreti Mevlana’nın huzuruna getirmişler.
“Ya Mevlana! Bu adam sizin halınızı çalmış. Halıyı getirdik, adamı da cezalandıracağız” demişler. Mevlana’nın verdiği cevap; “Sakın bu zatı suçlamayın. Bunun ihtiyacı vardı, aldı.” Çaldı, dememiş. İç alemini biliyor.
“Benim hatırım için bağışlayın, ben bir hediyede bulunayım” diyerek adamı göndermiş.
Başka birine böyle bir şey yapılsa sen nasıl alırsın diyerek tekme tokat karakola götürür. Şimdi buna hoş görü diyemeyiz. Hazreti Mevlana’nın burada rahmeti, şefkati büyük. Bunları nereden çıkarıyorlar? Bir sürü çirkinlik yap; ne güzel yapmışsın, nasıl dersin? Bunu söylemek bile tuhaf. Hoş olan şeye hoş deriz, hoş olmayana nahoş deriz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (49)

Hep iyilikle karşılık vermek gerekiyor ama Allah’ın Celali sıfatı da var. Celali çıkmamız gereken yer var mı?

Hazreti Muhammed bir karınca dahi öldürmemiştir.
Bir gün, bir kirpinin kovaladığı bir yılan, Hazreti Muhammed’e sokulur. Kirpi, Hazreti Muhammed’e sığındığını görünce yılana saldırmaz, bırakır. O da kirpiyi mükafatsız bırakmayarak sahabeden biri ile ciğer aldırıp kirpiye verir.
Yılan kirpiden kurtulunca, Hazreti Muhammed’i nasıl sokacağını düşünür. Hazreti Muhammed, canını yakmak istediğini anlayarak serçe parmağını yılana uzatır. Küçük parmak hal diliyle, “Beni küçük buldun, yılana ikram ediyorsun” der. O sırada torbasında kedilerle gelen Ebu Hureyre o vakayı görür. Torbasından çıkardığı bir kedi yılanı yakalar. Hazreti Muhammed, ısırılan serçe parmağına yüzük takar. İslam’da küçük parmağa yüzük takılır. Ne kadar latif, ne kadar ince bir Peygamber.
Hazreti Muhammed, savaş taraftarı değildi. Eğer savaş taraftarı olsaydı, Hazreti Mevlana, “Savaşa, kavgaya dair ne varsa bu alemde ben orada yokum. Sevgiye, barışa, birliğe dair ne varsa bu alemde ben orada varım” demezdi. Peygamber Efendimiz nefsi müdafaya izin vermiştir.
Hazreti Ali’nin bir sözü var: “Yetmişiki damarın bedende oynadıkça, hasmına eyvallah yok.” Kılıçla yapamazsan, dille yapacaksın. Teslim yok. Hep söylüyorum; Allah bütün kötülüklerden münezzehtir. Kişiler Allah’a yüz tutmadıkları, onun güzel sözlerini kendilerine ruh etmedikleri, nefslerinde yaşadıkları için başlarını belaya kendileri sokar.
Hazreti İsa, yolda giderken iki kişinin kavga ettiğini görmüş, ayırmak için araya girmiş. Biri yanlışlıkla İsa’ya bir tokat patlatmış. Hazreti İsa hemen öbür yanağını uzatmış.
“İsa, beni bağışla kazayla vurdum.”
“Bu yanağıma da bir tokat vur.”
“Neden?”
“Hırsın geçsin, karşı tarafa zarar verme.”
Peygamberler böyle yaşadılar. Bize bir fiske vursalar, kafasına vurmak için taş alırız. Sonra biz Muhammedi’yiz deriz, malesef lafta kalıyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (48)

Allah bela vermez…

Nemrut benliğe kapıldı. Tanrı benim, diyordu ama, bir topal sineğe yenildi. Kimseyi hakir görme, tatlı dili de ağzından bırakma, fetihler senin olur. Hep söylüyorum; Allah kimseye ceza vermez, daima mazlumun yanındadır.
Toplumda kızınca “Allah belanı versin” derler, bu çok yanlıştır. Allah kimseye bela vermez. Allah bütün belalardan, kötülüklerden münezzehtir. Kişi, Allah’ın emirlerine uymaz, isyanlarda yürür, nefsinde yaşar, kendi kendini kazaya atar. Kişi nefsinin kazasına tutulur cezalara gider, yine sevenleri üzülür.
Allah kahırla çıkmaz. Kişi kahır esmasında yaşar, o esma ona hoş gelir. İçer, sokakta yatar, küfür eder, onun hali bize çirkin görünür ama hor görmeyiz, kurtulsun diye dua ederiz.
Cenab-ı Allah, bütün güzelliklerin sahibi, şefkat, rahmet, güzellik doludur. Onda zerre kadar üzücü bir şey yoktur. Çünkü Allah, Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, Veliler ile en güzel simalarını göstermiştir. Simaları hep rahmeti ilahi. Hazreti Muhammed de bela okumak yoktu.
Peygamber Efendimiz en çok çile çeken Peygamberdir. Ebu Leheb ve karısı, Hazreti Muhammed’e büyük ıstırap verdiler. Çalı çırpı, dikenleri toplar, kumların içine atıp, üstlerini kumlarla örterlerdi. Hazreti Muhammed, çıplak ayakla sabah namazına giderken gömdükleri dikenler ayaklarına batardı, dikenleri çıkarmak için oturunca da baldırlarına batardı. O, beddua etmez, “Allah hidayet versin” derdi.
Bir gün ağzından küfür çıksın diye, Hazreti Muhammed secdede iken, bir koyun işkembesini içindeki pisliklerle üstüne attılar. Mübarek başını kaldırıp, “Allah sizden razı olsun” dedi.
Taif halkı onu taşladı, dizleri üstüne çöktü. Allah’tan hidayet istedi. Allah’tan hep iyilik istedi. Bana yardım et, bunlar bana zarar veriyor ortadan kaldır, demedi, beddua etmedi. Biz öyle bir Peygamberin madem ki ümmetiyiz. Ümmetin manası çok incedir. Çünkü Hazreti Muhammed, selam olsun üzerine, der ki: “Benim ümmetim gelmiş geçmiş bütün Peygamberleden efdaldir.”
Ümmet ne demek? Bütün faydasız bilgilerden arınıp, Hazreti Muhammed’i kendine bilgi edinir, bu alemde her şeyden çok onu sever, her yerde onu metheder, onu başında akıl, vücudunda ruh yapar, gönlünde en güzel yeri ona vererek bu alemdeki bütün güzelliklerin üstünde onu tutarsan o senin her şeyin olursa, o zaman sana ümmet sıfatı verilir. Böyle bir kişi, gelmiş geçmiş Peygamberlerden üstündür. Bu hale gelmedikten sonra yaptığın ibadetlerle, ben Ümmet-i Muhammed’im, diyemezsin. Kişi, Hazreti Muhammed’i nefsinden üstün tutmazsa, Hazreti Muhammed’e ümmet olamaz, Peygamberlerden de üstün olamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (47)

Edepli olalım, elimize, dilimize, belimize sahip olalım, diyoruz. Burada dile sahip olmak yalan söylememek, dedikodu yapmamak, kusurları örtmekten başka şeyleri de kapsıyor mu?

Dile sahip olmanın yalanla alakası yoktur. Diline sahip olan küfürlü muhabbetlerde, isyanlarda bulunmaz. İnsan, kimseyle alaylı tarzda konuşmadan, kimseyi hakir görmeden, bütün çirkin işlerden kendini uzak tutarsa, kendini muhafazaya almış, edebiyle yaşıyor, demektir.
Yalana gelince…
Hazreti Muhammed’e sorarlar, “Senin ümmetin yalan söyler mi?”
“Benim ümmetim zor durumlara düşebilir, aç kalabilir ama yalan söylemez. Yalan söylediği zaman benden değildir” diye cevap verir.

 

Birinden çok büyük kötülük gördüğümüz zaman, Allah belasını, cezasını versin, diyoruz. Bu doğru mudur? Allah ceza bela verir mi?

Hepimiz zahir iradeye sahibiz. Biri kötülük yaptı mı hemen karşılık vermek isteriz.
Bir gün Hazreti Muhammed sahabesini karşısına alarak sorar:
“Efendiler, size birileri kötülük yaparsa ne yaparsınız?”
Onlar da derler ki: “Biri bize kötülük yaparsa, biz ona iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle karşılık veririz.”
“Bir daha yaparsa?”
Susarlar. Çünkü safraları kabarıyor, bir şey söylemiyorlar. O sırada Hazreti Ali gelir, selam verir.
“Ya Resulallah, sohbetiniz neredeydi?”
“Biri size kötülük yaparsa ne yaparsınız? diye soruyordum.”
Hazreti Ali, “İyilikle davranırım” der.
“Bir daha yaparsa?”
“Yine iyilikle.”
“Bir daha yaparsa?”
“Ya Resulallah! Kıyamete kadar iyilikle karşılık veririm.”
Sahabe üçte kaldı ama Ali, bütün kötülüklere iyilikle karşılık veririm, diyor.

Hazreti Mevlana da der ki: “Hasmını hor görme.”
Sorarlar, “Neden ya Mevlana?”
“Size karşı kini azalır” der.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (46)

Dünya yaşamında aklımızı nasıl kullanmalıyız?

Dünyayı elden bırakmayacak ama gönlüne de koymayacaksın. Bazısının gözleri maddeden başka bir şey görmez, kendini kaptırmış gider.
Akıl, Allah’ın bir sevgilisinin aklıyla büyütülürse o akıl toprağa girmez. Misal olarak, Hazreti Mevlana’nın aklını beğenmiş, onun yaşamını, fikirlerini benimsemiş, onun aklı ile kendi aklını büyütmüş kişide büyük akıl vardır. Hazreti Muhammed’in, Hazreti Mevlana’nın, Velilerin akılları tasavvufta akl-ı külldür. Onlar akıllarını Hakk’ta yok ettiler. Hakk’ı gönüllerinin en güzel yerine koyarak, onunla yola çıktıkları için aklın büyüğü onlardadır. Bizlerse akl-ı cüz, akl-ı ma’ş, akl-ı ma’d, bu üç akılda dolaşıyoruz. Kainat akl-ı cüz, küçük akılda. Akl-ı ma’ş, aklını menfaate yorar. Akl-ı ma’d da sabit fikirlidir, Nuh der Peygamber demez. Güzeli akılda baş etmek, en güzel akıl o. O akıl artık güzelleşir, ışık olur. Benliğinde kalmış, bir Hakk dostuna yüz tutmamış, onun fikirlerini, güzelliğini benimsememiş kişinin yaşantısı boştur. Küçük akıldan vazgeçilir, Hazreti Pir’in eserleri okunarak, onun güzel fikirleri vücutta ruh, başta akıl edilirse hayat güzelleşir. En büyük alim, İblis’ti. Onun ismi İblis olmadan önce, Azazil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün azaların efendisiydi. Adem’e, ondan daha mütevazı birine, bir rençbere baş kesmesi için emir geldiği zaman, “Hayır, ben ateştenim o topraktan, nasıl eğilirim, o hiçbir şey bilmiyor” dedi. Orada kim (Hakk) gizlenmiş görmedi. Ondan sonra lanet halkasını boynuna aldı. Azazillikten İblisliğe geçti. İblis kimdir? İnsan insanın İblis’idir, insan insanın Rahman’ıdır. Bir insan arkadaşlarını doğru yola götürür, güzellikler ikram ederse onun Rahman’ıdır, kötü yola götürürse onun İblis’idir.

Hazreti Mevlana’mızın çok bir kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Ay mı istiyorsun, güneş mi arzu ediyorsun? İşte; ay da burada, güneş de burada! Yok, feyizli seher vaktinin gelmesini, sabah olmasını mı istiyorsun? Onlar da, işte şurada, sevgilinin yanında!..
Ey Kenan Yusufu, ey Süleyman’ın canı; taç ve taht mı istiyorsun? İşte taç, işte taht; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey savaşların Hamzası, ey cenklerin Rüstemi! Kılıç, kalkan istiyorsanız, başka yerde aramayın; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey hoş gül kokuları koklayan bülbül, ey tatlı sözler söyleyen papağan; gül mü istiyorsunuz, şeker mi arzu ediyorsunuz? Geliniz, geliniz; gül de burada, şeker de burada, sevgilinin yanında!..
Ey Hakk yoluna düşen, Hakk’ı arayan, ilahi tecelliye mazhar olmak dileyen zamanın Musa’sı! Hakk’ı görecek mana gözü, O’nun buyruklarını duyacak mana kulağı istiyorsan, işte, onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey gönlü kinle, nefretle dolu şeytan, ey bizim eski düşmanımız; fitne mi istiyorsun, fesat mı istiyorsun, şer mi arzu ediyorsun? O kötülüklerin hepsi burada, sevgilinin yanında!..
Sus; bu kadar fazla söyleme! Kalk Hakk yoluna düş! Yol arkadaşı mı istiyorsun? İşte burada; sevgili yol arkadaşı! Başka ne arıyorsun?..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (38)

Hazreti Mevlana’nın sevgi çağrısı ve İslam’ın gerçeği… (devam)

Ud da, Farabi Hazretlerinden meydana gelmiştir. Udla Hakk’a nağmeler söyledi. O devrin bilginleri Farabi Hazretlerine dil uzattılar. O da, “Bu udun çalınması helal mi haram mı bir deneyelim. Şeyh’ül İslam’ın devesini on gün aç bırakın, on gün sonra bir ağaç altında ben udu çalayım, siz de deveyi çıkarın ve bir tekne hamur getirin. Eğer deve hamuru yerse, ben udu kıracağım, sizin fetvanızı kabul edeceğim. Eğer hamuru yemez dinlerse, o zaman bakın hayvana bile tesir ediyor, siz de ona göre fetvanızı verin” demiş.
Farabi Hazretleri udu çalıp, Hakk’a güzel şeyler söylemeye başlayınca deve başını kaldırıp, dinlemeye gelmiş. Hamura dokunmamış. Rivayete göre udun çalması durduktan on dakika sonra deve hamuru yemeye başlamış.
Hazreti Mevlana ney üflemedi. Onun kullandığı saz rebabtı. Hazreti Mevlana’nın neyzeninin adı Hamza Dede’dir. Hamza Dede vefat ettiği zaman Cenab-ı Mevlana birinin muhabbetindeymiş. Hamza Dede’yi gaslhaneye çıkarmışlar. Hazreti Mevlana’dan izinsiz yıkayıp, haber vermişler.
Cenab-ı Mevlana’nın, “Hayır, Hamza Hakk’a yürümedi” demesi herkesi çok şaşırtmış.
Hamza Dede’nin başucuna gelip, “Ey Hamza! Destur almadan nasıl yola çıktın? Hadi kalk o neyi bir daha konuştur, sonra yola çık” der demez, Hamza Dede ruhuna kavuşmuş. Hazreti Mevlana önde, o arkada başlamış ney üflemeye. Semahanede, Hazreti Mevlana bir müddet sema ettikten sonra, “Her iş tamamlandı” deyince, Hamza Dede teneşire gidip, bir Hu çekip ruhunu teslim etmiş.
Cenab-ı Mevlana, Hamza Dede’nin neyini de kabrine koymuştur. Dünyada onun gibi ney üfleyen yok.
Hazreti Mevlana, sazları zikretmeye koymuş. Ayin icra edilirken semazenler kendinden geçerek sema haline girerler. Bütün dünya gelip, onların başları dönmeden, dakikalarca sema etmelerine bakıyor. Bütün sazlar buradan çıkmadır. Hatta org önce Galata’da Mevlevi Dedeleri tarafından tahsil edilmiş, ondan sonra kiliselere girmiştir. Mevlevilik, sazıyla, sözüyle, semazenleriyle, her şeyiyle zengindir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (37)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hazreti Mevlana’nın felsefesinin tanıtılması lazım. İnsanlar Hazreti Mevlana’nın felsefesi ile İslam’ın gerçeğini bilmesi lazım. Fakat neden Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde ne televizyonlarda ne de okullarda bu sevgi çağrısı yapılmıyor?

Din, İslam miras değil, her zaman sevip yaşatanındır. Rabb’ül alemin, sözünde ayrım yok; bütün kainat Allah’ındır. Kur’an-ı Kerim’i, büyüklerin eserlerini, Hıristiyan alemi daha güzel okuyor, daha güzel anlıyor ve güzelliklere koşuyorlar. Misal olarak, kandillerde, Ramazan’da insanlar yaptıklarından tövbekar olurlar. Tasavvufa göre, her gün her saat aynıdır. Hazreti Mevlana, “Benim nazarımda Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe… hepsi birdir. Günler arasında bir ayırım yoktur” diyor. Neden? Sevgilisiyle kol kola olmuş, ara vermiyor. Yakalamış sevgilisini bırakmıyor. Her gün, her saat, her saniye onunla beraber. Ehl-i tasavvuflar her an sevdiğiyle beraberdir. Öyle senede birkaç ayı, günü beklemez; imanı, inancı, ikrarı sahi ise bu kişiler her an huzur içindedir. İmanında, inancında şüphe varsa, ikrarı boş ise o kişiyi ne cami ne de başka bir yer paklar. Demek ki, boy gösterip, nefsinde yaşıyor, kolay kolay huzura varamaz; ama iman sahibiyse her zaman Hakk onda o Hakk’ta, başı kesik gönül muhabbeti daim, her an rabıtadadır. Bizler her saat, her dakika onunla olamadığımız için, bari senede iki-üç ay olalım. Belki iki-üç ayda da, birkaç gün olalım. Yine bir sevap nail olur.
Büyüklerimiz bizlere örnek olacak çok güzel şeyler bıraktılar. Bizler paraya, mala, mülke tamah ettik. Büyüklerimizin bu güzel sözlerini bir gözden geçirelim, eserlerinden insanlık öğrenelim, demedik. Onun için ne kadar mal varlığımız olursa olsun, insanlık noksanımız var. İnsanlıktan eksiğimiz olduğu sürece böyle çirkinlikler, kavgalar doğar. Bilginlerimiz, Kur’an-ı Kerim’in kuru tefsirine gireceklerine, Kur’an sahibinin hayatını tahsil etseler, Kur’an’ı daha güzel anlarlar. Sahibini bırakıp, eserini aldıkları için böyle ikiliklerde kalmışlar. Bu yüzden kendilerini kavgalarda, gürültülerde bulurlar. Hakk yüzünü oradan gösterdi. Hazreti Muhammed tamamen Rahmet-i İlahidir, bütün güzelliklerin sahibidir.
Dünyanın her yerinden yüzlerce kişi, binlerce kilometre yol kat ederek, Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’ne bir Mevlevi’nin Allah’a karşı ibadetinin nasıl olduğunu görmeye geliyorlar. Çünkü İslam’da saz çalınmaz, haramdır demişler. İslam’ı dünyaya yanlış tanıtmışlar. Düşünmezler ki Hazreti Muhammed, Mekke’den Medine’ye göç ettiği zaman Medine halkı, Hazreti Muhammed’i bendirlerle, kudümlerle karşıladı. İslam’da en büyük devrimi yapan Hazreti Mevlana’dır. Müziği ibadete soktu, ne korktu, ne sıkıldı. Kur’an’ın kendisiydi. Hiçbir bilginin onun karşısında duracak gücü yoktu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (36)

Mesnevi’de sema yoktur diyenlere gelince… (devam)

Mevlana Hazretleri, Şems-i Tebrizi ile yolda yürürken bir değirmen başına gelirler. Akan suyun, değirmen çarkını döndürüşünü seyrederken Şems-i Tebrizi bir “Allah!” diyerek sema etmeye başlar, arkasından da Hazreti Mevlana. Onlar ilk kez değirmen başında sema yaptılar.
Dünyamızda ilk sema Hazreti Muhammed zamanında, Cafer-i Tayyar’la başlamıştır, Hazreti Mevlana semaya sahiptir ve bütün dünya semadadır.
Hazreti Mevlana, “Sema durursa nizam-ı alem bozulur. Ay ve yıldızlar, güneş etrafında döner, hepsi semadadır” der. Hep söylerim, füze dahi aya semasız gidemez. Mermi de namludan çıkarken sema etmeden hedefine varamaz. Uçakların motorları, pervaneler, bütün makineler semadadır. Bir çok şey sema ile kemalatı buluyor. Zikrin büyüğü semadır.
Mevlana der ki: “Ben bir pergele benzerim. Sol ayağım pergelin dikmesidir, sağ ayağım çark atarken yetmişiki milletin gönlünü tavaf ederim.”
Bu kişiler Mevlana sema etmemiş mi, diyorlar?..
Bir gün Hazreti Mevlana’ya derler ki: “Bütün hatipler İslam’da çalgının haram olduğunu söylüyorlar.”
O devirde Hazreti Mevlana’nın kullandığı saz rebabtı. Hazreti Mevlana, tebessüm edip şöyle dedi: “Benim rebabımın sesi, Hakk aşıklarına cennet kapılarının açılış, kaba sofulara da cennet kapılarının kapanış sesidir.”
Peygamber Efendimizin devrinde bir tane kemençeci varmış. Kemençe dörtbin senelik bir sazdır. Mevta gömüldüğü zaman kemençeci mezar başına gelip, kemençe çalarmış. Ömer-i Faruk kemençe çalmasına sinirlenir ama Hazreti Muhammed bir şey söylemediği için sesini çıkarmazmış. Aradan zaman geçer, Hazreti Resulallah dar’ül bekaya yol alır, Ebu Bekir halife olur. Yine biri vefat eder. Cemaat dağıldıktan sonra kemençeci yine kabir başına kemençe çalmaya gelir.
Ömer-i Faruk, “Bir daha kabristanda kemençe çalarsan ayaklarını kırarım” der.
Kemençeci üzgün bir şekilde uzaklaşır. O akşam Ömer-i Faruk’a rüyasında Hazreti Muhammed asık yüzle görünür, hiç yüzüne bakmaz. Ömer-i Faruk ertesi günü hüzün içinde geçirip, acaba ne yaptım diye düşünür. Gece yine rüyasına Hazreti Peygamber asık yüzle çıkar, üçüncü akşam da onun yüzünü asık gören Ömer çok yalvarıp, ağlar.
“Ya Ömer benim tebessümlü yüzümü görmek istiyorsan git kemençecinin gönlünü al. Hakk’a yürüyen kişilerin nasıl sıkıntılarla gittiğini bilemezsin. Kemençeci kabir başında mevta taze iken kemençe çalınca, giden kişinin ruhu gıda alıp rahatlıyordu.”
Ömer-i Faruk, onu arayıp bulur, özür diler ve tekrar vazifelendirir.
Yenikapı Mevlevihanesinin hizmette olduğu zamanlarda, çingeneler bir düğüne giderlerken birinin darbukasının derisi patlar. Arkadaşı, “Bak önümüzde tekke var. Oradan bir kudüm isteyelim” der.
İçeri girdiklerinde, kudümzeni kudümlerle meşk yaparken görüp, “Esselamün aleyküm Şeyh Baba, o kudümü ödünç verir misin? Darbukanın derisi patladı. Düğünden sonra getiririz” derler.
Kudümzen, “Benim kudümüm dünyaya hizmet etmez. Burada Allah der” der.
O sırada içeride bulunan Şeyh Abdülbaki Efendi bu cevabı duyarak, “Erenler, kudümü arkadaşa ver, gitsin düğünde cümbüşünü devam ettirsin. Kudüm dışarıda dünyayı, burada Allah’ı söyler” der.
Her şey niyete bağlıdır. Öyle mutaassıplar var, ne yapalım onlar da lazım.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (35)

Bir şahış, Mesnevi’de sema yapmanın, müzik çalmanın haram olduğunu yazdığına ilişkin bir şerh yapmış, bu nasıl olabilir?

Veled Çelebi İzbudak ve Nafihi’nin dilimize çevirdiği Mesnevi’ler güzeldir. Kişi kendine göre çeviri yapabilir ama aydın kişi hakikat neyse onu söyler. Veled Çelebi İzbudak’ın Mesnevi’sinin lisanı anlaşılır şekildedir. Veled Çelebi İzbudak, Cenab-ı Mevlana’nın 33. kuşak torunlarından olup Mesnevi’yi Farsça’dan gerçeğine uygun şekilde tercüme etti. Mustafa Kemal, onun çevirdiği Mesnevi’yi çok beğendiği için ona İzbudak soyadını verdi.

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in aşkla yapılmış tevilidir. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’i, Mesnevi-i Şerif’inde hikayelerle dile getirdi. Mesnevi-i Şerif hep insanı anlatır ama onu herkes kolay kolay anlayamaz, derine inmeden hikaye okuyormuş gibi okur.
Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yattı. Peygamber Efendimiz (selam olsun üzerine) daha ilk gece Mevlana’nın manasına (rüyasına) tecelli etti. Mesnevi’yi almış, gülümseyerek “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, bunu yapmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime suni mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif’i, insan toplumuna sundu.
Hazreti Mevlana diyor ki: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunu dışında kim görürse, ben o kişilerden bi’zarım.”
Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevili ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir.
Kur’an-ı Kerim, rumuzdur. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetini tefsir etmek istedi. O kadar derin manalar çıkardı ki karşılaştığı bir hocaya, “Hoca Efendi, siz ikiyüzelli gram mürekkeple Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyorsunuz. Ben bir ayetine mana vermeye kalktım, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu, denizler mürekkep oldu. Bu manayı yazarken denizler kurudu, ağaçlar yapraklar tükendi, ama mana bitmedi” der.
Bu sözleri işiten hoca şaşırarak, “Bu sözlerinden bir şey anlamadım” der.
“O zaman bir misalle anlatayım. Altı-yedi yaşlarında iki çocuk olalım. İkimize de otuzar ceviz var diyelim. Cevizlerle oynarken, birbirlerine vurunca nasıl bir ses çıkar?”
“Ceviz kabukları tak, tak diye ses verir.”
“Güzel… Biz birbirimizi çok seviyorsak, oynarken karnımız acıkınca, eve koşup yemek mi yeriz, bu cevizleri mi?”
“Madem ki biz birbirimizi çok seviyoruz, ayrılmamak için cevizleri kırar yeriz.”
“Cevizi yediğin zaman nasıl bir şey duyarsın?”
“Yediğim cevizin tadını duyarım.”
“Onun tadını dile getirebilir misin? Siz ceviz kabuğunun sesinde kaldınız. Kur’an-ı Kerim’in, derinine inip, büyük bir aşkla bağlanmadınız. Onun için tadından söz edemiyorsunuz.”
Evliyaullah, Kur’an-ı Kerim’i böyle tanıtmıştır. Kur’an-ı Kerim, kimden tecelli etti? Ona büyük saygı, sevgi, aşk olursa o ayetler genişler, güzel manalar çıkar. Kişide aşk, sevgi yoksa kuru tefsirde kalır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (33)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir? (devam)

Selahaddin Efendi, Hakk’a yürüdüğü zaman Hazreti Mevlana hayatta idi. Hazreti Mevlana’ya, “Beni kabristana götürürken, gönül ister ki semazenler tabutumun önünde sema etsinler” diye vasiyet etti.
Hazreti Mevlana da, “Gam yeme. Allah o günü geç versin” dedi.
Hakk’a yürüdüğü zaman, en önde Mevlana ve onun arkası sıra semazenler sema ettiler, neyler üflendi, kudümler vuruldu, ayin-i şerif okuyarak gönderdiler. Gün geldi, Hazreti Mevlana da Hakk’a yürüdü. Hahamlar Tevrat, papazlar İncil, hocalar arş-ı şerifler okudular. Kendi canları da ayin okuyarak uğurladılar.
Mevlana, gönül dostlarından tecellisini gösterdi. Yalnız Hüsameddin Çelebi der ki: “Kimse ben O’yum demesin. Her kişi bakışı kadar kendinde Mevlana’nın tecellisini bulur. Çünkü Mevlana bir okyanustur. Bir testi okyanusu içine alamaz.” Testi gönlünü ne kadar büyütürse okyanusu o kadar alır. Gönül büyümeden olmaz.
Hazreti Mevlana, “Denizin üstünde geminin yüzdüğünü görüyorsunuz ama geminin içindeki sayısız denizleri göremiyorsunuz” der. Bu sözle kendini söylüyor, herkesi değil.
Mevlana Hazretleri henüz on yaşlarındayken, babası Sultan’ül-Ulema Hazretleri hacca giderken onu da yanında götürür. Yolculuklarında Şam’a uğradıkları zaman, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ile karşılaşırlar. Sultan’ül-Ulema ile musafaha yaparken Muhyiddin-i Arabi gözleri Hazreti Mevlana’ya takılır, gözlerini çekemez.
Sultan’ül-Ulema, “Ya Ali Ekber! Benimle musafaha yapıyorsun, neden Celaleddin’e gözlerini dikip kendinden geçtin?” diye sorunca, “Ey Sultan’ül-Ulema! Sen ve ben, bu sabinin yanında birer çayız. On yaşında ama o, bir okyanus. Onun manevi büyüklüğünü keşfettim; denizleri, çayları önü sıra götürüşünü seyrediyorum” der.

Yine Hazreti Mevlana’nın bir kasidesiyle sonlandıralım…

“Biz gittik; kalanlara selam olsun, hoşça kalsınlar! Doğan, mutlaka ölür!
O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur!
Direği rüzgardan olan bu bina ne kadar dayanabilir?
Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi, sen de bir gün dünyayı bırakıp gideceksin!
Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evladın olsun!
O geriye kalan iyilikler, ibadetler; gayb aleminin nurdan ipi ve dünyaya direk olanların ruhudur!
O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur!
Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!
Ben, bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum; tufan benim ölümüm, vademin gelip çatmasıdır!
Nuh’un gemisi de, gayb aleminde bu sudaki dalgaları bekliyordu!
Biz de susmuş olanların, mezarlıkta uyuyanların arasına girdik, yattık uyuduk! Çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı!..”