MANEVİ MENKIBELER – 43

Senin çalışman da ibadet sayılır…

Hasan-ı Basri, çok çalışkan. Hep Peygamber Efendimizin meclisinde bulunuyor. Kardeşi ise beş vakit namazla meşgul oluyor, çalışmıyor. 

Hasan-ı Basri hem kardeşine bakıyor, hem kardeşinin çocuklarına bakıyor ve çok da üstü başı temiz geliyor meclise. 

Hazreti Ali Efendimizle de çok dostlukları vardı. Tasavvufun Piri Hazreti Ali Efendimizdir, Hasan-ı Basir de ikinci Pir sayılır.

Hasan-ı Basri düşünmüş taşınmış, ben çalışıyorum bu kadar demiş, ölüm var, ölüp gideceğim, hayatım hep dünyalıkla geçiyor, ahireti kaybedeceğim. Ben de bırakayım işi, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namaz kılayım. Başlıyor bütün gününü ibadetle geçirmeye. 

İyi ama, şimdi kardeşini de aç bırakıyor, çalışmıyor ya gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski.

Hazreti Resulallah soruyor, “Hasan-ı Basri, bu halin nedir?”

“Düşündüm taşındım kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibadetle meşgul oluyorum ya Resulallah.”

Peygamber Efendimiz, “Derhal” diyor, “işine sarıl, ibadetle uğraşma. Senin işin, çalışman da ibadet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.”

Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basri’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. 

Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı. Cabbar ne demektir? Çalışkan…

MANEVİ MENKIBELER – 42

Ne ile gelirseniz gelin, kul hakkıyla gelmeyin…

Mevlana’nın devrinde, zatın biri, üç gündür çoluk çocuğu aç, gideyim demiş Hazreti Mevlana’nın dergahına, ordan gizlice bir halı alayım, çıkarayım pazara satayım. Ordan gelen parayla çocuklarımın rızkını temin edeyim. Yakalanırsam da Hazreti Mevlana benden şikayetçi olmaz, affeder beni. 

İnancına bakın adamın…

Kalkmış gelmiş dergaha, Mevlana o sırada tefekkürde. O tefekkür halindeyken, adam en güzel halıyı almış.

O halı da, Hazreti Mevlana’ya Selçuklu Hükümdarı Alaeddin’den hediye edilmiş.

Adam halıyı pazarda satarken, saray memurları bakmışlar bu halı saraya ait, böyle bir halı Mevlana’ya hediye edilmişti, demişler, adamı yakalamışlar. Sorguya çekmişler, adam itiraf etmiş.

Adamın omuzuna yüklemişler halıyı, gelmişler Cenab-ı Mevlana’nın huzuruna, selam vermişler, Mevlana selamı almış. Sonra dönüp demişler, “Ya Hüdavendigar Hazreti Mevlana, bu zat senin halını çalmış, pazarda satarken yakaladık. Şimdi halıyı tekrar sana getirdik, bu adamı karakola alıp sorgulayacağız.”

Mevlana onları dinledikten sonra, işte Mevlana’dan cevap, “Efendiler, bu kişi benim halımı çalmadı, ihtiyacı vardı aldı. Onu mazur görün, bırakın. Ben ondan şikayetçi değilim.”

Şimdi, Peygamber Efendimizin devrinde de böyle bir hadiseyi yapan, ismi kötüye çıkan biri vardı. Herkes ondan merhabayı kesmiş, toplumdan uzaklaşmış. 

Bu adam gün gelmiş hastalanmış, gece gün Resulallah’a yalvarıyor, affetmesini istiyor, diyor, “Senden başka kimsem yok, Allah’ın en güzel yüzünü sen taşıyorsun. Beni affet, sen rahmet sahibisin.”

Adam böyle ağlamış sızlamış, onun yalvarışları Resulallah’ın rüyasında görünmüş ve adam Resulallah’ı zikrederken ruhunu vermiş.

Kimse yok cenazinde. İşte Resulallah onun cenazesinde bulunuyor. Sahabeden herkes hayret içinde, “Ya Resulallah” diyorlar, “sen çok cenazelere gitmezsin de böyle bir kişinin cenazesinde nasıl bulunursun?” diye soruyorlar.

“Bu kişi” diyor Resulallah, “haftalarca tövbelerde bulundu, ağladı, benden af diledi, rahmet diledi, rüyalarıma girdi. Ruhunu beni zikrederken verdi. Ben bunun cenazesini kılmayacağım da kimin kılacağım?..”

Bu yüzden, insanların kolay kolay kimlikleri bilinmez, ihtiyaçlar her şeyi yaptırır. Ama sen keyfinden çalarsan, keyfinden yürütürsen, başkalarının hakkına girersen, sen hangi yüzle Allah’ın huzuruna çıkacaksın?..

Bakın Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden sesleniyor, “Ne ile gelirseniz, hangi suçlarla gelirseniz gelin benim huzuruma, sakın kul hakkıyla gelmeyin. Kul hakkı yiyenleri affetmem.”

İşte bu yüzden, burda hakikatler konuşulur. Burası Hazreti Muhammed Efendimizin, Cenab-ı Mevlana’mızın, Piran Efendilerimizin öz yeridir. Burası Muhammed Ali meydanıdır. Burada katiyyen örtülü muhabbet yoktur. Örtülü muhabbet yapmaya kalkarsak, demek ki bizim sizlerden bir menfaatimiz var, onun için örtülü konuşuyoruz ki, o menfaatler bizden gitmesin… 

Hayır… bizim burda kimseden menfaatimiz yok, kimseden. Bize ne buyurmuşsa Hazreti Muhammed Efendimiz, Mevlana’mız, İmam Ali Efendimiz onları biz size söylemekle mükellefiz.

Çünkü bildirilmedi gidilecek günümüz, gidilecek ayımız, gidilecek saatimiz, bildirilmedi.

Bu yüzden İmam Ali Efendimiz buyurmuştur, “Haber vermediler bu aleme gelişimize, haber vermezler gidişimize, daim hazır olun!”

İşte Mevlana, “Bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha. Layık ise postala, layık değil ise yırt, yenisini yaz. Çünkü zaman az!..” diyor.

Bizler ana karnından dünyaya ayak bastığımız günden bu yana, yola çıkmışız Allah’a gidiyoruz. Mademki Allah’a gidiyoruz, acaba hizmetlerimizde, düşüncelerimizde, yaşamlarımızda O’na layık hizmetler var mı? Yoksa nefsimize layık hizmetler mi var? 

Çok kişi ister Allah onlara göre konuşsun… bunları kafamızdan silelim. Allah bize göre konuşmaz, kendine göre konuşur. Çünkü bizim O’na ihtiyacımız var, O’nun bize ihtiyacı yok. Bizlerden de ne para istiyor, ne pul, ne can istiyor bizden, çünkü hepsi O’nun… Bizlerden tek bir şey istiyor, bizlerden sadece temiz bir gönül istiyor.

MANEVİ MENKIBELER – 41

Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim…

Bir gün Cenab-ı Mevlana kalkıyor bir meclise geliyor. Mevlana kapıdan içeri girer girmez herkes ayağa kalkıyor. Mevlana’ya güzel bir yer veriyorlar, oturuyor. 

O sırada, Hafız İshak Efendi de, Konya medresesinin hocası, ders veriyor hafızlar, hocalar yetiştiriyor. Hafız İshak Efendi, duymuş ki Mevlana orada, o da kalkıyor meclise geliyor, kapıdan giriyor. Fakat oturacak yer yok, duruyor ayakta selam veriyor.

İşte koca Mevlana, hemen kalkıyor yerinden, Hafız İshak Efendi’ye yerini veriyor, kendisi de geçip ayakkabılığa oturuyor. Bakın, ayakkabılığa oturuyor. Halk bunu görünce çok üzülüyor, dönüp diyorlar, “Ya Hüdavendigar, neden ayağa kalktın, yerini verdin? Neden geçtin öyle bir yerde oturdun?”

Hazreti Mevlana, onlara şu soruyu soruyor, “Efendiler” diyor, “evinizde Kur’an-ı Kerim’i nerede tutarsınız?”

Diyorlar, “Bir kılıf içine koyarız, duvarda en baş köşeye asarız.”

“Güzel” diyor, “ben de Hafız İshak’a canlı Kur’an olduğu için ayağa kalktım. Kur’an’a kalktım, Hafız İshak’a değil. Yerimi Kur’an’a verdim.”

Hafız İshak Efendi, bunu duyunca fırlıyor yerinden, gidiyor medreseye, yüzelli hafızla beraber geliyor. Bir kişiye bile yer yokken oturacak, şimdi kucak kucağa oturuyorlar. Bir muhabbetler açılıyor saatlerce…

İşte Mevlana, “Ben yaşadıkça” diyor, “Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. O’nun eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişiden bizarım.”

Bu kadar kendisini yoklukta tutarsa bir kişi, alırsa kendisini kulların ayakları altına, sen ne yaparsın o kişiye?.. canını da verirsin her şeyini verirsin…

MANEVİ MENKIBELER – 40

Hazreti Muhammed işlenmiş altındır…

Bir gün Şems-i Tebriz’i, Mevlana’yı yoldan çıkarmış diye Kutub’a şikayet ediyorlar. Şems’le Mevlana geliyorlar, Kutub’un evine, kapıyı çalıyorlar. O da içerden “Buyrun” diyor.

Tam giriyorlar, Şems’i görüyor Kutub. Sinirleniyor, bir nara atmaya kalkıyor, ama tutuluyor dili… başlıyor kekelemeye. 

Mevlana çeviriyor başını, bakıyor ki Şems’in celali nazarı Kutub’u perişan ediyor. “Ne olur” diyor, “Efendi Hazretleri çöz onun dilini.” Tebessüm ediyor Şems, çözüyor dilini Kutub’un. Kutub anında değişiyor, hoş bir havayla karşılıyor onları, hal hatır soruşuyor ediyor, katiyyen karşı gelmiyor Şems’e.

Neyse, günler geçiyor. Şems o zamanlar inşaatta çalışıyordu. İnşaattan eve doğru gelirken, yolbaşında Kutub’la karşılaşıyorlar. Kutub, Şems’i görür görmez başlıyor seslenmeye, “La ilahe illallah Şems Resulallah!”

Sen misin diyen… Bunu duyan halk koşuyor Kutub’u dövmeye, Şems bir nara atıyor, bunların elleri havada kalıyor. Alıyor Kutub’u bir çeşmenin başına getiriyor. Kutub yemiş bir iki tokat, kan akıyor yüzünden.

“Efendi” diyor Şems, “sakın bir daha, La ilahe illallah Şems Resulallah deme, de La ilahe illallah Muhammeden Resulallah. Çünkü Hazreti Muhammed işlenmiş altındır, ben ise işlenmemiş altınım, ama Hazreti Muhammed’le aynı ayardayım.”

Bakın, nasıl bir dil sarfediyor!.. Yani, O’nu halk tanır, beni tanımaz. O anıldı mı ben de anılırım, diyor.

İşte bu yüzden, Allah’ın öyle sır kulları vardır, herkes sanır kendisi gibi, ama hayır, onun gibi değildir. Altınla bakır bir olmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 39

Sormadan hazineme girerler, alırlar giderler…

Bir gün bir adam kalkmış Musa Aleyhisselam’a, “Ya Musa” demiş, “sen Tur-i Sina’da binbir kelam konuşuyorsun Allah ile, bizim de, karı-koca, bir isteğimiz var. Allah’tan ister misin bizim için?”

“Nedir?” diye sormuş Musa.

“Bir evlat istiyoruz.”

Musa gitmiş, görüşmüş etmiş. Cenab-ı Hakk da demiş, “Ona evlat vermeyeceğim, hiç düşünmesin evladı.”

Musa gelmiş söylemiş adama. Adam çok üzülmüş.

Aradan bir iki ay geçmiş. Bir gün bu adamın kapısı çalınmış. Adam karısıyla evde oturuyor. Açmış kapıyı, bakmış kapıda bir adam duruyor, “Kimsin sen?” demiş.

“Ben, Tanrı misafiriyim. Müsaade var mı? Gelebilir miyim biraz dinleneyim?”

“Hay hay…” demiş, almış içeri. Kurmuş sofrayı, ikramda bulunmuş.

Misafir dönüp adama sormuş, “Ağam” demiş, “senin bir ihtiyacın var mı? Allah’tan bir şey ister misin?”

Adam, “Ah kardeş” demiş, “İstedim ama, Allah, Hazreti Musa’yla haber gönderdi, dileğimi vermiyor.”

“Ne istedin?”

“Bir evlat istedim.”

Misafir kalkmış ayağa, gitmiş heybesinden bir elma almış. Nefeslemiş elmayı, vermiş adama, “Bu elmayı yiyin” demiş, “dokuz ay başına bir evlat gelir dünyaya.”

İster misin, dokuz ay başına evlatları gelmiş… Çok sevinmişler. Bir gün almışlar çocuğu, çarşıda gezerlerken Musa’yla karşılaşmışlar. Musa sormuş, “Bu çocuk neyindir senin?”

“Oğlum” demiş adam, “Allah sana dedi, vermeyeceğim, ama bir akşam bir Tanrı misafiri geldi, hal hatır soruştuk, bir iki lokma yemek yedi. Benim derdimi sordu, ben de söyledim. Bana bir elma verdi, yiyin bu elmayı karı-koca, ben size bir evlat verdim, dedi. Hakikaten dokuz ay başına evladımız dünyaya geldi.”

Musa’nın atmış tepesi, doğru Tur-i Sina’ya gitmiş, “Allah’ım” demiş, “sen beni kullara karşı küçük düşürdün. Kalktım senden filan kişiler için bir evlat istedim, sen dönüp dedin, ben vermem onlara evlat! Ben de onlara aynısını söyledim. İyi ama, bir Tanrı misafiri derviş, bu kişilere gitmiş, dertlerini dinlemiş ve onlara bir evlat vermiş. Bu nasıl oluyor?”

İşte Allah’ın cevabı… “Ya Musa, benim öyle kullarım vardır, bana sormadan hazineme girerler, alırlar giderler.”

Musa kalmış. Bakın Musa giremiyor ama giren oluyor.

MANEVİ MENKIBELER – 38

İster istemez verecek…

Hazreti Muhammed’in dışında diğer Peygamberlerden de alıncak şeyler vardır. Misal olarak Hazreti Musa’dan ne alabiliriz?..

Bir gün Musa Kelamullah kalkmış Tur-i Sina’ya gitmiş. Tur-i Sina’da Cenab-ı Hakk’a demiş ki, “Bana izin verir misin Allah’ım, senin kullarını biraz keşfe çıkayım?”

“Buyrun ya Musa” demiş Hakk, “çıkabilirsin.”

Çıkmış Musa, gelmiş bir rençbere, “Allah’ın selamı üzerine olsun” demiş.

O da “Sizin de ya Musa” demiş.

“Ne yapıyorsun?”

“Toprağı işliyorum.”

“Güzel… Ne ekeceksin?”

“Buğday ekeceğim.”

“Olacak mı? Nasıl görüşün?” demiş Musa.

“Allah verirse” demiş rençber, “olacak.”

Musa sevinmiş. Neden? Çünkü Allah’a sığınarak cevap verdi.

Kalkmış yürümeye devam etmiş. Bir rençber daha görmüş karşısında. Ona da selam vermiş. Ona da sormuş, “Ne yapıyorsun?”

“Toprağı işliyorum.”

“Ne ekeceksin?”

“Buğday.”

“Olacak mı?”

“İster istemez olacak” demiş rençber.

Bakın şimdi… Musa duraklamış, sormuş, “Ya Allah vermezse?”

“İster istemez verecek!”

Musa Kelamullah böyle bir kişiyle karşılaşmadığı için, bırakmış başkasını gezmeye, doğru Tur-i Sina’ya gelmiş, çıkmış Hakk’ın huzuruna. “Allah’ım” demiş, “senden izin istedim kullarını gezmeye. İki kulunu gezdim, ikisinin de işlerini keşfettim. Sordum ilkine, ne ekeceksin tarlanda, dedi buğday ekeceğim. Olacak mı? diye sordum, dedi ki Allah verirse, sana sığındı. Bu cevap benim hoşuma gitti, sana sığındığı için. İnşallah Allah verir… Sonra daha ileriye gittim, yine bir rençbere rastladım. O da toprağını işlemiş, ona da sordum, ne ekeceksin, dedi buğday. Olacak mı? diye sordum, bana celali cevap verdi, ister istemez olacak dedi. Durakladım, rençberin cemaline baktım, sordum ya Allah vermezse, dedi ister istemez verecek… Onlardan ayrıldım, senin huzuruna geldim.”

Cenab-ı Hakk Musa’ya sormuş, “Ya Musa ilk ziyaret ettiğin rençberin tarlasına baktın mı, nasıl işlemiş?”

“Baktım” demiş, “dörtte üçünü güzel işlemiş, ama toprağın dörtte birinde topaklar vardı.”

“Ya Musa” demiş Hakk, “ona istersem veririm, istemezsem vermem.” Sonra yine sormuş, “Pekala” demiş, “beni mecbur kılan, ister istemez verecek diyen rençber toprağını nasıl işlemiş, baktın mı?”

“Baktım” demiş Musa, “toprağı o kadar güzel işlemiş ki, sanki toprağı kahve haline getirmiş.”

“Ah Musa” demiş Hakk, “ben o kişiye vermezsem, dünyadan adaletim kalkar, mecburum vereyim.”

Bakın ne diyor, dünyadan benim adaletim kalkar diyor, mecburum vereyim…

Onun için her kişi, yaptığı işin hakkını verirse hiç gam yemesin, Allah karşılığını verir. Ama baştan savma iş yaptı mı, e Allah da onu başından savar… Yani hiçbir şeyi mecbur ettiremezsin.

MANEVİ MENKIBELER – 37

İnsan, dünyadan çok büyüktür, çook…

Bir gün Mevlana’nın müridleri, oturmuşlar kendi başlarına, konuşuyorlar kerametten.

Mevlana da geliyor, “Evlatlar” diyor, “muhabbetiniz ne idi sizin? Ne konuşuyorsunuz?”

Şu Velinin kerametinden, bu Velinin kerametinden, ordan burdan…

Mevlana dönüp onlara diyor, “Kuş havada uçuyor, sana ne? Odun suda duruyor, batmıyor, sana ne? Sana akıl verilmiş, insan toplumuna faydalı hizmetlerde bulunasın, onların rızasını kazanasın. Siz bırakmışsınız lüzumlu olanları, kalkmışsınız boş şeylerle uğraşıyorsunuz. Bir daha duyarsam sizlerden bu şekil muhabbetler yapıyorsunuz, affetmem sizi!”

Bakın sekizyüz sene öncesinde bile boş muhabbete müsaade yok…

Dünyaya bir bakın nerelere geldi. Yolda arabayla gidiyorsun, arabanda rehber var, sana yolu gösteriyor, götürüyor ta o adrese kadar. Kalmıyor vakit ona buna sorasın da hangi yoldan gidesin. 

Dünya artık küçüldü, artık küçüldü. İnsan, dünyadan çok büyüktür, çook… Ama insan daha insan olmadığı için kalmış çok küçük.

İşte koca Mevlana… “Adem” diyor, “yani insan, hala sandığın kapağını kıramadı, duruyor sandık içinde. Bir kırsın da, o zaman görecek ne kadar yüce bir varlıkmış, dünya ne kadar küçükmüş.”

MANEVİ MENKIBELER – 36

Keramet hiçbir işe yaramaz…

Keramet devri kalkmıştır artık, devir marifet devridir.

Bakın, bütün kerametlerin sahibi Hazreti Ali’dir, selam olsun üzerine. O’nun ismi üstünde. Neymiş ismi? Ali Keremullahu Veche… Allah’ın bütün kerametlerinin yüzü, sıfatı Ali’dir.

Peki Ali kerametlerle uğraştı mı evlatlarına? Yok… Hepsini çalışmaya çağırdı.

Geldiler yedi sekiz kişi huzuruna, selam verdiler, Hazreti Ali’den keramet istediler. Hazreti Ali, “Keramet hiçbir işe yaramaz evlatlarım” dedi, “şimdi durup dururken sana bir gül çıkaracağım, yahut da ki bir bardak su yaratacağım, ne olacak? Sana bir faydası olacak mı?”

Bakıyorlar Hazreti Ali’nin yüzüne, “Ama olsun görelim” diyorlar.

“Yok” diyor, “şimdi ben size yemek ikram edeceğim.”

Ve hurma ikram ediyor. Üstleri başları yırtık olanlara elbise ikram ediyor.

“İşte bakın, bunlardan fayda görürsünüz” diyor, “çünkü bu vücud emanettir Yaratıcı’dan, bakılması lazım. Biz kerameti imansızlara gösteririz, belki iman ederler. Ama siz iman sahibisiniz, kerametle ne işiniz var?..”

MANEVİ MENKIBELER – 35

Verdiği gibi alır…

Peygamber Efendimizin devrinde, adamın biri gelirmiş sabah namazına, kılarmış sabah namazını, kimseden görüşmeden çıkarmış camiden, doğru eve gidermiş.

Adamın bu hali cemaatin dikkatini çekmiş, demişler, “Ya Resulallah, bir zat var, sabah namazına geliyor, sabah namazını eda ediyor, ondan sonra bizlerden hiçbirimizle görüşmeden gidiyor.”

Peygamber de demiş, “O zatı bana gösterin.”

“Tamam” demişler.

Gelmiş bu zat, kılmış sabah namazını, kıldıktan sonra tam gidecek, cemaat Hazreti Peygambere demişler, “O zat bu kişidir.”

Hemen Peygamber Efendimiz seslenmiş, “Efendi efendi… bana biraz gelir misin, görüşelim?”

Adam gelmiş.

“Burdaki kardeşlerin seni takip etmişler, sabah namazını kılıp kimseyle görüşmeden buradan ayrılıp gidiyormuşsun, bunun sebebi nedir?”

Adam, “Ya Resulallah” demiş, “Üstümdeki entari hanımındır. O da sabah namazını kaçırmasın diye koşuyorum gidiyorum, entariyi ona veriyorum, ki o da sabah namazını kılsın, namazı kazaya kalmasın. Bir entariyle sabah namazını kılıyoruz.”

Peygamber de demiş, “İyi, Allah sizi bu karar bıraksın.”

Bakın şimdi, nasıl bir cevap veriyor Peygamber…

Adam dönmüş Hazreti Peygambere, “Ya Resulallah” demiş, “Sen benden bu sırrı duydun, ben şimdi senden bana bir dua etmeni istiyorum, yardım etmeni istiyorum, ben çok zor durumdayım, geçimimi çok zor sağlıyorum.”

Peygamber, “Şikayette bulunma” demiş, “kanaat getir bu haline.”

“Yok” demiş adam, “Sen bana duada bulun, Allah bana verirse, ben de sana söz veriyorum beş vakit namazı bırakmayacağım, kazancımdan zekatları eksik etmeyeceğim.” Başlamış böyle söylenmeye…

“Peki” demiş Peygamber, “kaldır ellerini.”

Kaldırmış adam ellerini.

Peygamber Efendimiz bir dua yapmış. Adam ne tutarsa altın olmuş.

Oooo… Para kazanmış, çiftlikler almış. Şimdi artık sabah namazı yok, öğlen yok. Haftada bir, Cuma yok. Hep paradan puldan muhabbet.

Şimdi Hazreti Peygamber zekatı ortaya çıkarmış. Memurlar tayin etmiş, bütün varlık sahiplerini ziyaret etsinler, kırkta bir mallarından zekatta bulunsunlar.

Şimdi gelmişler bu adama, demişler, “Hazreti Resulallah emir verdi, malından kırkta bir zekat vermeni senden istemeye geldik. Kime gittiysek kimse boş çevirmedi, hepsi verdi. Şimdi sıra sana geldi.”

Adam, “Yok” demiş, “öyle şey olamaz, Allah’ın hiç kullara ihtiyacı olur mu? Siz yanlışsınız!..”

Memurlar demişler, “Biz yanlış değiliz, kime gittiysek boş dönmedik.”

Adam, “Yok” demiş, vermemiş.

Memurlar kalkıp dönmüşler, gelmişler Resulallah’ın huzuruna, bütün topladıkları dünyalıkları teslim etmişler. Sonra demişler, “Filan zattan da istedik, vermedi.”

Peygamber gülmüş, “O zat kimdir biliyor musunuz?” demiş.

“Yok” demişler, “bilmiyoruz.”

“Siz bana demiştiniz ya, filan zat geliyor burada sabah namazını kılıyor, kimseyle görüşmeden gidiyor. Ben o zatla görüşmüştüm, halini sormuştum, çok fakir olduğunu söylemişti. Bana yalvardı, yakardı, duada bulunmamı istedi. Ben dedim, sen bu haline kanaat getir. Çünkü biliyordum ki, bir vakit namaz kılmayacaktı, dünyalık verilirse. Ama ağlamaya sızlamaya devam edince ben de dua ettim. Hakk verdi… Ama merak etmeyin verdiği gibi alır.”

İster misin bir yangın çıkmış, adamın bütün dünyalığı gitmiş. Gittikten sonra tekrar gelmiş camiye, karısının entarisiyle…

Bu yüzden, buna da lazım şükretsin, demek ki seviyor da yapıyor bunu, sevmese yapmaz, bırakır artık onu dünya malıyla, yürüsün gitsin.

MANEVİ MENKIBELER – 34

Gönül yapmak mı üstün, yoksa namaz kılmak mı?..

Namaz kıldım dediğin zaman, bunun manası kabulledin demektir. Düşünmek lazım, sen namaz mı kılıyorsun? Yoksa Resulallah’ı mı kılıyorsun? Bizler Resulallah’ı kıldık.

Bakın, Resulallah bir gün secdedeyken İmam Hüseyin Efendimiz, daha çocuk yaşlarda, çıkıyor Resulallah’ın omuzlarına, sarılıyor boynuna, oynuyor, inmiyor aşağıya.

Hazreti Peygamber de başını secdeden kaldırmıyor. Cemaat hepsi düşüncede… Allaah! Bir şey mi oldu Resulallah’a, hala tekbir çekmedi. Bunu düşünürlerken hepsinin gitti namazı. Ama yine kârdadırlar, çünkü Resulallah’ı düşünüyorlar.

Bir vakitten sonra İmam Hüseyin iniyor Resulallah’ın omuzlarından aşağıya, o zaman tekbir çekiyor Resulallah, kaldırıyor başını secdeden.

Namaz bittikten sonra soruyorlar Resulallah’a, “Neden o kadar uzun tuttun secdeyi ya Resulallah?”

“Hüseyin” diyor, “benim boynumdaydı, oturuyordu. Onun gönlü kırılmasın diye kaldırmadım başımı secdeden.”

Hadi bakalım şimdi… Gönül yapmak mı daha üstün yoksa namaz mı?.. İnsana nasıl bir değer vermiştir Resulallah. Nasıl bir inceliği var. Ama görene tabi, köre bir şey yok…

Biz burda sayısız sefer söyledik. Secdeye vardığın zaman ne diyorsun?.. Üç sefer “Sübhane Rabbiyel Ala” diyorsun. O ala’lık senden sanadır. Sen iman ettiğin yerle kendini güzelleştiremezsen, orayı kendine ruh edinemezsen, istersen gece gün namaz kıl, o kıldığın namazların sana hiçbir faydası olmaz.