MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (153)

A’raf suresinin 143. ayetinde, Hazreti Musa diyor ki: “Rabbim bana kendini göster.” Cenab-ı Hakk da ona: “Sen beni göremezsin, ya Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak” diye cevap veriyor ve Cenab-ı Hakk, dağa tecelli edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: “Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.” Hazreti Ali Efendimiz de, “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem” diye buyuruyor. Cenab-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?

Hazreti Musa, selam olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelamullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selam olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali’nin nefsinden birçok güzellikler dinlemiştir. Daha sonra büyüyüp kemalata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti.

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır (Al-i İmran, 46)

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’am, 50)

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nurunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenab-ı Allah, nurunu ona, bir dağa tecelli ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecelli karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her an Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir an olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hatta her an O’na canını vermeye hazırdı.

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakikaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musibet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nisa, 72)

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti.

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelamını okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.” (Saffat, 4)

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffat, 165)

Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.

“La feta illa Ali, ya seyfe illa Zülfikar.” (Hadis-i Şerif)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (152)

Kur’an kesilmeyen daimi vahiydir. O, eskimeyen yenidir, deniliyor. Yani Kur’an-ı Kerim, devamlı yenileniyor. Ne dersiniz?

Şöyle misal vereyim: Bir ustaya, ama gerçek bir ustaya, bir hamur verdiniz mi, o usta o hamurdan sayısız suretler meydana getirir. Yani simit yapar, poğaça yapar, börek yapar… Hepsinin ana maddesi nedir? Hamur. Pekala, aynı hamur usta olmayan birinin eline geçse, o ne yapar? O da sadece ekmek yapar, çünkü işlemesini bilmez.

“O, göklerdeki ve yerdeki her şeyi Kendi katından bir nimet olarak sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Casiye, 13)

Kur’an, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden suret bulmuştur. Her zaman diyoruz: Eğer Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, O’nun dış kısmı bizler gibi görünür. Ama O’nun içi, yani hakiki yüzü, nur ala nurdur. O, hakiki yüzünü gösterirse yer gök yerinden oynar. Başta güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar O’na rücu ederler. O’nun yüzü bu sebeple örtülüdür.

“Bu Kur’an, insanlar için kalb gözlerine bir nur, kesin olarak inanan bir toplum için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Casiye, 20)

Ashabı, kendisine kıyameti sorduklarında, bu yüzden onlara, “Kıyametin büyüğü benim. Ben eğer yüzümü açarsam, işte o zaman kıyamet kopar size. Çünkü siz beni kendiniz gibi görüyorsunuz” diye cevap vermiştir.

“Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vakti geldiğinde ancak O ortaya çıkaracaktır.” (A’raf, 187)

İsmi üzerinde, Kur’an-ı Kerim, yani kurdu bir an ve kerametlerle doldurdu. Peki kimden çıktı bu güzel bilgiler? Hazreti Muhammed Efendimizden. Neydi Hazreti Muhammed’in ilmi? Sevgi. O’nun okuma yazması yoktu, fakat her neye baktıysa sevgi ile baktı ve bütün varlıklar hal diliyle O’na kimliklerini söyledi.

“Ey Muhammed! De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği Peygamberim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde o ümmi Peygambere iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf, 158)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (151)

Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?

Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu alemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kainattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misal olarak, İsmail Hakkı Ankarevi, kendisi çok büyük bir alimdi, Fatiha suresine mana vermeye kalkmış ve üçyüz küsur sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fatiha’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lazım gelir ki, tüm kainatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fatiha suresinin sadece bir ayetinin bile ne kadar derin manası var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim ya Rab, bütün alem senin…” (Fatiha, 1)

 

Kur’an okumak insanlara şifa verir mi, ya da tekamül ettirir mi?

Kur’an-ı Kerim, hakiki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kamil istersen, Hazreti Kur’an yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nar-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’an dışı değildir. Kur’an-ı Kerim’in her bir harfi nurdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifa ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’an geldi.” (Yunus, 57)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (150)

İnsanın, altı cihette Cenab-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenab- ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehri zikir, sesli zikredilir. İkincisi hafi zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbi zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakikatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

Allah’ı her yerde görmek ancak aşığa mahsustur. Çünkü aşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü aşığın her zerresini Maşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (En’am, 36)

 

Peygamber Efendimiz, Mirac’a çıktığında O’na dediler ki: “Muhammed, sen çekil, şimdi senin Rabbin namazda.” Yani, senin Rabbin zikirde, senin ruhun zikirde… En büyük zikir budur, değil mi?

Hazreti Muhammed Efendimizin her zerresi Hakk’a aittir. O, eğer derse ki, “Ben zikrediyorum”, ikiliğe düşmüş olur. Hakikatte kendisi O’dur. Şöyle bir misal verelim: Hazreti Peygamber Efendimiz, bir gece namazdan sonra nefsine ızdırap vermek istiyor ve sağ ayağı üstünde bir müddet duruyor. Sonra bir müddet de sol ayağı üstünde duruyor. Böylece nefsine ızdırap veriyor. Bir zaman sonra Allah’tan bir nida geliyor: “Ey benim Habibim Muhammed! Hani sen beni çok seviyordun?” Hazreti Muhammed, “Evet” diyor, “Seni çok seviyorum.” Yine Allah, O’na şöyle sesleniyor: “Hem beni çok seviyorsun, hem de bana ızdırap veriyorsun.” Hazreti Muhammed, “Nasıl sana ızdırap veriyorum?” diye soruyor. Allah, “Tek ayak üstünde duruyorsun ya, bana ızdırap vermiş oluyorsun. Sen ne sıkıntı çekiyorsan, aslında ben çekmiş oluyorum” diye yanıtlıyor.

Aynısını Ebu Müslim yapmaya kalktı, ona da Cenab-ı Hakk’tan şöyle bir ses geldi: “O şeref Habibime aittir, sen gece gün tek ayak üstünde kalsan, o şerefe nail olamazsın.”

Hazreti Mevlana’nın bir kasidesine kulak verelim…

“Senin aşkının gamzesi, bakışı taç, taht sahibi bir padişaha bile bir arpa kadar değer vermez. Bir ihtiyaç sahibini, aşka susamış birini görünce onu gönlüne alır.

Aşık, sevgilinin ayakları altına atlaslar, ağır ipekli kumaşlar döşemek için ciğerinin kanı ile atlas yaygılar, ipek kumaşlar dokur.

Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir. Sen gel de Miraç hikayesini aşığın yüzünden oku!

Meyve, nasıl ağaçta biter, olgunlaşırsa, aşık da asılma ile, ölümle yaşar. 0nun için meyve zamanında bahçeye gel de yüzlerce Hallac’ı darağacında asılmış gör.

Aşk, gönül şehrini her zaman yağma eder durur da aşık onun için dağınık, sözler söyler.”

Hazreti Mevlana’nın bahsettiği “Mirac hikayesi”, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinin 3151. sayfasında geçen şu beyti hatırlattı: “Renk aleminden mücerret olan Mi’rac hikayesini, ben bi-dile, yani vecde müstağrak olmuş bayılmış olan bana sorma. Katre derya oldu. Bilmem ki, Peygamber ne oldu? Ancak bu makam tefekkür edilirken hulul ve imtihan şaibelerinden sakınmak tenzihinden asla gaflet etmemek gerek.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (149)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misali, diri ve ölü gibidir.” Ve bir gün de Ashab-ı Suffe’sine, “Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?” diye soruyor. Onlar, “Evet, ya Resulallah” deyince de, “Allah’ı zikretmek şehadetten de üstündür” diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenab-ı Resulallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?

Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakikatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Ta Ha, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir alimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü Alim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (A’raf, 63)

Bir Allah aşığının, yani Hazreti Muhammed’in aşığının da ruhu ve bedenindeki o ışık, o nur da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nurudur. Hazreti Muhammed, bütün nurunu aşığında gösterirse, haliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa, 69)

Bakın Hazreti Mevlana bir kasidesinde ne güzel bir dil sarfediyor ve diyor ki:

“Senin sevgin, can ırmağında ab-ı hayat gibi akmadadır! Aslında, ab-ı hayat bile sana gönül vermiş de, can ırmağında senin aşkınla akıp durmada, seni aramadadır!

Dünyada gördüğümüz, bildiğimiz bütün kuşlar, ötüşleri ile seni övmedeler, seni zikretmedeler! Kuşların adı geçince, gönül kuşum da uçmaya başlar!

Onların ötüşlerini duyarak, zikirlerini sezerek hoş bir halde, gülerek canımı vermek istiyorum! Bu can, sevgili zikredilirken bedenden çıkarsa, bu can veriş ne tatlı bir can veriştir, ne hoş bir ölümdür!

Aslında, Allah’ı seven herkesin canından her an manevî bir duygu, ruhani bir özlem, mest olmuş, kendinden geçmiş, harap ve perişan bir halde ötelere, ta rahmet sahibinin arşına kadar gitmededir!

Can nedir? Mana padişahlarının, ermişlerin küpüdür; içinde de gökyüzünün şarabı vardır! îşte bu yüzdendir ki, sözlerim de, aşıklar gibi, perişan ve dağınık halde ağzımdan çıkıyor!”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (148)

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in, İmam Ali Efendimizle paylaştığı ve Cenab-ı Mevlana ile Şems Hazretlerinin üç ay halvette kalarak müşahede ettikleri ‘gizli ilim’i bize açıklar mısınız? Nedir bu gizli ilim?

Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, topluma bu sırları açıklamadı. Çünkü bu sırları herkesin hafızası almaz. Eğer bu sırları sunmuş olsaydı, toplumda ters etki yapabilirdi ve benliklere, isyanlara, küfürlere düşebilirlerdi.

Hazreti Muhammed Efendimiz, bu sırları Ashab-ı Suffe’siyle ve Hazreti Ali Efendimizle paylaştı. Bu sırlar, bu güzellikler, yani tarikat yolu Ashab- Suffe’den suret bulmuştur.

“O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için ayetleri ayrı ayrı açıkladık.” (En’am, 97)

“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” (Hadis-i Şerif)

Bu sırlar örtülü olarak konuşulmaktadır. Arayışa düşenler kendilerine bir mürşid-i kamil bulurlar ve şu soruları sorarlar: Biz kimiz? Ne için yaratıldık? Ne yapmamız lazım? Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatleri nelerdir?

Bizim burada yaptığımız sohbetler, Hakikat-i Muhammediye’dir ve Hazreti Muhammed Efendimizin iç alemi anlatılmaktadır. Yani, burada ‘İnsan’ konuşulmaktadır, çünkü ‘İnsan’ dünyadaki en mukaddes varlıktır. Bizim sohbetlerimiz daima sevgi üzerinedir. ‘İnsan’ı sevmek, saymak, Hakk’ı sevmektir, Hakk’ı saymaktır. Ama hangi insanı? Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş, Hakk ile Hakk olmuş insanı sevmek saymak, Hazreti Muhammed’i, yani Hakk’ı sevmek ve saymaktır. İnsanın gideceği yer, yine ‘İnsan’dır.

Bizler, cemaatimizi Ashab-ı Suffe olarak görürüz. Nasıl ki Peygamber Efendimiz,

Ashab-ı Suffe’sinin kendisine gösterdiği sevgiye karşılık onlara hakiki yüzüyle çıkmıştır; bizler de burada cemaatimize aynı şekilde çıkmaya memuruz.

“Ey Muhammed! De ki: Ben, yalnızca, mukaddes kılınan bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O’na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’an’ı insanlara okuyup ulaştırmakla.” (Neml, 91)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (147)

Cenab-ı Mevlana, bir kasidesinde buyuruyor ki: “Can konağını aramada isen, sen cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan, sen ekmeksin.” Biz ne aramalıyız, nasıl aramalıyız?

Cenab-ı Mevlana’nın her sözü doğru olduğu gibi bu sözleri de çok doğru ve yerindedir. Biz can konağını aramazsak, onu kendimizde var etmezsek, demek ki biz hiçbir işe yaramıyoruz.

Hazreti Mevlana’nın çok büyük bir hayranı olan İbrahim Gülşeni de şöyle buyuruyor: “Biz, Cenab-ı Allah’ın ailesi mesabesindeyiz. Sütümüzü, rızkımızı O’ndan isteriz. Peygamber, ‘Halk, Tanrı’nın ailesidir’ buyurdu. Her ne istersek, Allah-u Zülcelal, biz ailesine bir baba gibi rızık verir. Eğer tenin gıdasiyle kanaat edersek, eşek gibi arpa ve samana yaraşırız. Ulu Tanrı’dan ruhumuzun gıdasını istersek, bize Cebrail’in gıdasını gönderir. Mademki ne istersek onu ihsan ediyor, şu halde Tanrı’dan yalnız Tanrı’yı isteyelim. Evet, en iyisi, iman ve taat yolunda yürüyerek, daima O’nu isteyelim.”

Evet, bizler de Allah’ı isteyelim, bu evi O’nun konağı yapalım, O da bizlerde can olsun. Eğer bu evi O’nun konağı yapmazsak, Allah’ı can kılmazsak, biz demek ki boşuz, boşuna yaşıyoruz. Allah’ın konuk olmadığı ev cansızdır ve yıkılmaya mahkumdur.

“Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi.” (Ankebut, 41)

Ne güzel söyler Mevlana bir kasidesinde…

“Dünyaya ait bağlarımızı koparmamız, herkese yabancı kalmamız ve senin zincirinle bağlanıp deli divane olmamızm vakti geldi.

Can feda edelim, artık böyle bir canın ayıbını çekmeyelim. Varlık ve benlik evini yakalım da ateş gibi meyhaneye koşalım.

Coşup köpürmedikçe, şu dünya küpünden dışarı çıkamayız. Küpün içinde mahpus kaldıkça, coşup küpten dışarı çıkmadıkça, nasıl olur da biz o mana küpünün, o kadehin dudaklarını öperiz?

Doğru sözü deliden duy, varlığımızdan ölmedikçe, sakın bizim er olduğumuzu, insan olduğumuzu sanma!

Şu yokluk yolunda, tohum gibi yerlere dökülüp saçılırsak, bağda, bahçede ağaç gibi topraktan baş kaldırıp boy atar, kol kanat açarız.

Biz taş gibi sert isek de, senin mühürün uğruna yumuşar, mum oluruz. Mum olunca da senin güzelliğinin nuruna pervane kesiliriz.

Aşk aynasının yüzünü, varlık, benlik nefesi ile bulandırmayalım, kirletmeyelim. Mademki gönlümüz bir harabeye döndü, hiç olmazsa biz gizli defineye mahrem olalım.

Gönül masalı gibi elsiz, ayaksız kalalım da, aşıkların gönüllerinde masal gibi yer edinelim, konaklarda konaklayalım.

Mustafa (s.a.v.) gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gözlümüze dayanmazsa, bu ayrılıktan feryat etsek, ağlasak, inlesek, Hannane direğine dönsek yeridir.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (146)

Hasan Dede, bir zat şöyle buyurmuş: “Eğer çok aşıksan, zaman kaybolur, derinliklere inersin ve müziksel bir ruhun varsa, o ahenk içinde zamanın durduğunu hissedersin… İnsan özgürlükten oluşur. Bilinç özgürlükten oluşur. Ölmekten mi korkuyorsun, ölemezsin. Çünkü hakikatte sen yoksun, nasıl ölebilirsin? Benliğine bak, derinliğine in, göreceksin ki, kendi egondan başka ölecek kimse yok.” Ne dersiniz?

Buyurduğunuz gibi, aşıkta zaman kaybolur. Bu nasıl olur? Çünkü aşık olan kişi akılda durmaz, kendinden geçmiştir. Kendinden geçtiği için de, akşam olmuş, sabah olmuş onun hiç önemi yoktur, çünkü o hala kendini düşündüğü noktada tutmaya devam etmektedir. Öyle bir derinlere dalmıştır ki, o derinlerden çıkamaz, çıkmak da istemez.

“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışız. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz O’na ibadet edenleriz.” (Bakara, 138)

Ölüme gelince; ölümden korkan kişi, nefs sahibidir, ego sahibidir. Ama bir gün gelecek o ego, o benlik ondan gidecek. Gençliği elden gidecek, hastalıklar zuhura gelecek ve o zaman görecek ki, aslında ona ait hiçbir şey yokmuş ve korkmaya başlayacak.

Ama eğer bir kişi, kendini iman ettiği yerde fani kılmış ise, iman ettiği yeri kendinde var etmiş ise, o kişiye ölüm vuslattır. Vuslat ne demektir? Kendinden geçmek ve her an Sevgiliyle beraber olmak, onunla yaşamak demektir. Gün gelip Sevgiliden davet gelince de, ona gülerek gitmektir. O anda insanın yaşayacağı ancak tatlı bir heyecandır, korku değil.

Hakk aşığında ego olmadığı için, o ölümden korkmaz. Zaten o yoktur, onda varolan Hakk’tır. Fakat nefsinde yaşayan, ego sahibi kişinin imanı da tam olmadığı için nereye gideceğini de bilmez ve ölümden korkar.

Hazreti Mevlana şöyle der: “Ey insan, sen dört anasırın sahibisin. Birinci anasır vücudundaki hararet, güneşe aittir. İkinci anasır vücudundaki hava, semavata aittir. Üçüncü anasır vücudundaki su, o da okyanusa aittir. Dördüncü anasır deri ile kemiktir, onlar da toprağa aittir. Bunların hepsi bir gün gelecek aslına gidecekler, peki sen nereye gideceksin? Aklını nerede tuttuysan, nereyi sevdiysen oraya gideceksin.”

‘‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz.’’ (Hadis-i Şerif)

Bakın, Sultan’ül-Ulema Hazretlerine soruyorlar: “Bizden ayrılıyorsun, nereye gidiyorsun?” Onlara şu cevabı veriyor: “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Adem’den geldik, Adem’e gidiyoruz.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, hayatı boyunca insanlık tohumu ekmeye çalışmıştır. İnsanlık tohumundan maksat, kendini ekmeye çalışmıştır. Ne mutlu o kişiye ki, sıdk-ı bütün bir imanla Hazreti Muhammed’e bağlanmıştır, bütün sevgisini O’na vermiştir ve Hazreti Muhammed Efendimizin varlığı onda tecellisini göstermiştir.

“O gün birtakım yüzler vardır ki, nimet içinde mutludurlar.” (Gaşiye, 8)

Hazreti Muhammed, bindörtyüz sene evvel yaşamıştır ama, bu zamanda da O’nun varisleri vardır. Biz, O’nun varisleriyle dostluk kıldık ve O’nun bendesi olduk.

“Şüphesiz ki, her yüzyılın başında bu ümmete dini işlerini yenileyecek bir alim gelecektir.” (Hadis-i Şerif)

Hakk aşıklarının kulakları dünyaya sağırdır, gözleri de dünyayı görmez. Onlar gönül verdikleri yerle işitir, gönül verdikleri yerle görür, gönül verdikleri yerle yaşarlar. Bu yüzden onların halleri başkadır, huzur içinde yaşarlar.

“Onlar, inananlar ve kalbleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (145)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Cennet ehlinin çoğu eblehtir. Kim cenneti isterse eblehtir. Zira cennet nefsin arzusudur.” Bu hadisi yorumlayan bir zat diyor ki: “Ancak aşka mahrem olanlar, aşkın ne olduğunu bilirler. Aşka layık olan, Hüda’ya layık olur. Aşk sözü, aşktan başkasına efsane gelir. Ona aşktan bahsetmek haramdır.” Ne dersiniz?

Aşık, maşuğunun sözünden başka bir söze ne kulak verir ne de dile alır. Neden? Çünkü Sevgiliyi bulmuş, o heryerde O’nunladır, O’nu dile getirir ve heryerde O’nu metheder. Şimdi bir aşığa, aşk hakkında akıl vermeye kalkarsak, onun o saf aşkını bulandırmış oluruz ve haram işlemiş oluruz. Ama eğer biz de aşkımızı dile getirirsek o zaman iki aşık bir oluruz ve aşkı beraber dile getiririz. Ve böylece aramızda çok güzel bir muhabbet doğar.

Misal olarak; Hazreti Mevlana ile Şems-i Tebrizi Hazretleri, üç ay boyunca halvet olmuşlardır. O halvet esnasında birbirlerine gönüllerini açmışlardır ve sayısız güzellikleri paylaşmışlardır. Aynı şekilde Hazreti Muhammed Efendimiz de gönlünü İmam Ali Efendimize açmıştır ve o güzellikleri onunla paylaşmıştır.

“Biz onların kalblerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.” (Hicr, 47)

Mevlana’mız Hakk aşıklarının halleri ile ilgili bir kasidesinde çok güzel buyurur:

“Gecem karanlığı senin saçlarından aldı. Gündüzümün aydınlığı, parlaklığı da senin yüzünün nüurundandır. Yüzündeki örtüyü bir kaldırsan ay gökden yere düşer.

Güzelim, sen bir arslansın, bense senin eline düşmüş bir ahuyum. Senin esîrinim. Esîrin olduğum halde beni serbest bırakırsın diye ödüm kopuyor. Dünyada kurtulmaktan korkan bir avı, bir esîri kim görmüştür?

Uykumun yolunu kestin. Hiç olmazsa sevgin ile mest olma yolunu kesme! Beni herkesten, her şeyden ayırdın, barî kendinden ayırma!

Aşıklarının hepsi de dükkanlarını dağıtmışlar, kırıp dökmüşler. Uykunun, yiyip içmenin yolunu bağlamışlar. Bir köşeden çıkar gelirsin diye oturmuşlar, seni bekliyorlar.

Sana karşı bir kişinin ümidinin ne önemi vardır? Sen herkesin, bütün dünyanın ümidisin. Neden şarap elde etmeye çalışıyorsun? Sen kendin lütuf ve ihsan şarabısın.

Yusuf senin içinde. Neden Mısır’a gidip Yusuf arayacaksın. Perdeyi kaldır içeri gir de ne kadar güzel bir yüzün olduğunu gör!

Çalgıcı da senin içinde, başka yerde değil. Bedenin ney’den değersiz değildir. Can da ney üfleyenden aşağı değil!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (144)

Hasan Dede, bizler zihinlerimizi Allah dışında herşeyden boşalttığımız zaman mı, Hakk bizlerde tecellisini gösterecek. Ne dersiniz?

Evet, çok doğru. Ne zaman zihinler herşeyden tamamiyle boşanır, o zaman Hakk ‘Mutlak’ varlığını gösterir.

Bu da nasıl olur? Ancak aşk ile olur. Çünkü insan aşka düştüğü zaman, artık o kişide akıl kalmaz. Akıl gidince de, Sevgili onda ruh olur. Heryerde artık O’nu düşünür. Yemek yerken, yolda yürürken, çalışırken, uyurken bile O’nu düşünür. İnsanın kendine ait hiçbir şeyi kalmaz, herşeyi Sevgilisine aittir.

Bütün dava mecaz aşkı bırakıp, mana aşkıyla yola koyulmaktır. İşte o zaman, sen yoksun, ancak O var.

“Kullarım, beni sorarlarsa, bilsinler ki, gerçekten ben onlara çok yakınım. Bana dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara 186)

 

Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Vatan sevgisi imandandır.” Bu hadis-i şerifin batıni manasını ele alırsak, bizlerin manevi tarafımızın, yani ruhumuzun vatanı neresidir ve vatan sevgisi nasıldır?

Bizim ruhumuzun vatanı, Sevgilimizin vücududur. Fakat aynı zamanda Sevgilinin de vatanı seveninin vücududur.

Misal olarak; Hazreti Muhammed Efendimiz, Ehl-i Beyt Efendilerimiz ve Piran Efendilerimiz, hepsinin selam olsun üzerlerine, sureten kalabalık görünüyorlardı, fakat hepsi aynı manayı taşımaktaydılar. Onlar bu alemden göç ettiler ve bizim sünnetlerimiz oldular. Şimdi onların vatanı biziz, onlar bizim ruhumuz. Fakir, onları öyle yakalamışım ki, bizim dışımızda hiçbir yerde değildirler.

“Kur’an’ı farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir.” (Kasas, 85)