MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (123)

‘Mürşid’in manası da öğretmen demektir. Burada aslında ‘Mürşid’in önemini anlamak gerekli. Bir simyacı nasıl bir madeni alıp altın haline getiriyorsa, mürşid-i kamil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onun iyi bir insan haline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, mesela bakır gibi, kimyasını değiştirerek, altın haline getirir. Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Bu sorunuza kendimden bir örnek vermek istiyorum: Şeyhimle ilk karşılaştığım zamanlarda aklım henüz olgunlaşmamıştı, onun derinliğini keşfedememiştim, onu sıradan biri gibi görmüştüm. Şeyhime gelene kadarki öğrendiklerimle, yani beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekat vermekle, hacca gitmekle iyi insan olup cennete gideceğimizin hayaliyle tatmin olurdum. Ama şöyle bir düşündüğünüzde, beş vakit namazı toplasanız tamamı günde bir saatten fazla zaman almaz. Peki geriye kalan yirmiüç saat zamanımız nerede geçiyor bizim? Nefsimizin peşinde, benliklerde, senliklerde geçiyor. Beş vakit namazımızı kıldık ya, bizden bahtiyarı yok diye düşünüyoruz; tamam diyoruz artık bütün farzları yerine getirdik, ölünce cennete gideceğiz. Hele bir de biraz bilgisi de varsa bu kişilerin alıyorlar birkaç cahili karşılarına vaaz vermeye de kalkıyorlar, cahiller de bunların konuşmalarından etkilenip o kişileri yüceltiyorlar, onlar da daha fazla benliklere kapılıyorlar.

Ben ne zaman ki şeyhime intisab ettim, ona baş verdim, ona ikrar verdim, ona ‘Allah’ diye zikrettim, ki Mevlevilikte şeyhine ‘Allah’ diye hitab etmen, onu herşeyin üstünde görmen istenir. Şeyhim benden ona ‘Allah’ diye hitab etmemi istediğinde, benim yine aklım durmuştu, bunu haftalarca muhakemesini yapmıştım. Gün geldi, temiz bir aşkla, temiz bir gönülle kendimi kaptırdım, o zaman perdeler açılmaya başladı. Ne zaman gözüm gördü, yani mürşidimle Pirime vardım, Peygamber Efendimize vardım, onların hakiki yüzlerini gördüm, artık benden bahtiyarı yoktu. Hakikatte onların yüzleri Ay’ın ondördü gibidir, onların yüzlerinden daha güzel bir yüz yoktur. Onların yüzleri bir kişiye göründü mü, o kişinin aşkı artar, şevki artar, artık ondan benlik gider. Bunlara da kişiyi ulaştıracak vasıta gönüldür. Daha önce de demiştik ya, “Aşkın şarabı gönüldür.” Onlar bir tek gönül isterler, temiz bir gönül. Onlar gönüle bakarlar, yoksa kaç vakit namaz kılmışsın, kaç gün oruç tutmuşsun, hacca gitmiş misin, gitmemiş misin, bunlara bakmazlar.

Hazreti Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri şöyle der: “Bir mürid, mürşidiyle beraber oturur, Hakk muhabbeti yaparsa ve derse ki, ‘Ben Allah ile oturdum, Allah ile muhabbetteydim’ onun bu sözü sahidir.”

Neden? Çünkü mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinliyor, öğreniyor. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor.

Şems-i Tebriz Hazretleri, selam olsun üzerine, Mevlana’yla Şam’da karşılaştıkları zaman, onun elini öpmüştür ve demiştir ki: “Ey cihanın sarrafı, ara beni bul!” Çünkü o mürşid aramaya çıkmıştı. Onu hiçbir mürşid tatmin edememişti, ama Mevlana’da aradığını buldu. Onlar birbirlerinde kimliklerini bulmuşturlar.

Cenab-ı Mevlana, hep Şems Hazretlerinin gönlünü okumuş ve söylediği beyitlerde onun gönül alemini dile getirmiştir. Hz. Muhammed’in nurunu onda görmüş, seyretmiştir.

Hazreti Mevlana bir beyitinde şöyle buyurur: “Demir gönlüm yandı aşkla, alındı masivadan; tertemiz bir ayna oldu, onun güzel hayalini düşürdü içime. Cevirler vefa oldu, duruldu bozbulanık sıfatlar. Beşerlik fena buldu, Hüda sıfatı geldi. Getirin çömlekleri, doldurun tulumları; ab-ı hayat geldi, İlahi saka geldi…”

Mevlana’nın sakası, yani gönül sakisi Şems’ti; şimdi de bizim muhabbetlerimiz hep o İlahi sakadan, Mevlana’dan. Bizlerden işleyen hep O’dur.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (122)

Eflatun diyor ki: “Bir insanın dünyaya gelişi denizin kıyıya vuran dalgaları gibidir. Dalga kıyıya gelir ve tekrar denize döner. İşte o geliş ve gidiş, insanın yaşadığı hayattır. Göründüğü gibi, O böyle bir geçici varlık istemez. Kalıcı bir varlık olup vahdet deryasına ulaşmak ister. Bu ise kendini tanıyarak ve daha doğarken ölümünü anlamakla, yani Hazreti Muhammed Efendimizin, “Ölmeden evvel ölünüz” hadisini kendisine zevk edinip kemalatına erişmekle mümkündür.” Siz ne dersiniz?

Eflatun da, Peygamber Efendimizin buyurmuş olduğu gibi, bir Peygamberdi. Hazreti İsa’dan beşyüz sene önce yaşamıştı. O da kendine gelen ilhamlarla doğru söylüyor. Bir insan kendini bilerek yaşarsa hiç hatalara düşmez. Ama bir insan kendini bilmeyerek yaşarsa ve bir de kimliğini öğrenmek için arayışa düşmezse, demek ki ona verilen o akıl boşa verilmiş, o aklı doğru yolda kullanmıyor ve ömrünü boşa zayi ediyor demektir. Bizim burada vazifemiz yolcuya kendinin kim olduğunu bildirmek, kimliğinden haber vermektir. Eğer yolcu burada anlatılanlara kulak verir de kimliğini öğrenmeye ve kendini bulmaya gayret ederse, kısa zamanda kurtuluşa erer. Ama kulak vermez de nefsinin tuzağında yola koyulursa hiçbir yere varamaz. Ruhlar üç kısımdır. Birinci ruh, ne zaman suret giydi, ona soruldu, “Sen kimsin?” Hemen cevap verdi Yaratan’a, “Sen sensin, ben de benim“ dedi ve daha surete bürünür bürünmez Allah’ı inkar etti. İkinci ruh, surete bürününce, ona da aynı soruyu sordular. O da şöyle cevap verdi, “Ben senin tarafından yaratıldım Allah’ım, varlıklarına yönlendim, sana arka çevirdim, ama anladım ki varlıklar beni sonsuz güzelliğe ulaştırmıyor, nadim oldum, sana döndüm Allah’ım.” Bu ruhlar da bizleriz, yani gün geliyor, 30-40 yaşından sonra arayışa düşerek, bir Mürşid-i Kamil’in huzurunda yeniden doğarak kurtuluşa ulaşıyoruz. Üçüncü ruhlar ise suret bulunca, onlara soruldu, “Sen kimsin?” Üçüncü ruh başını secdeye vurdu ve “Ben yokum Allah’ım, sen varsın. Ben ancak senin emrinle ayağa kalkarım, senin emrinle konuşurum, senin emrinle yaşarım. Senden emir almadan benim saçımın bir teli dahi oynamaz.” Bunlar da Nebiler ve doğuştan Veliler, yani Piran’dır. Piran Efendilerimizin hepsi bende-i Resul’dür. Eğer öyle olmasalardı, o tebessümlü yüzler, o güzel sözler onlardan dile gelemezdi, bu kadar sevgi dolu ve birleyici olamazlardı. Onlar hiç mezheplerde gezmemişlerdir. Onların dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ’Bir’den konuştular.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (121)

Mahşer ve ahiret hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana şöyle buyurur der ki: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak.”

Sakın geceyi mahşerle karıştırmayın. Gündüz işine gücüne koyuldun, daldın dünyalık peşine, şimdi gece oldu mu da dön Yaratanına, onunla bir pazar kur, mahşerin sıkıntısını geceye taşıma. İnsanı en çok korkak yapan, vücutta titreme, ürperti yapan, sıkıntı veren ne varsa hepsinin sebebi nefstir. Hiçbiri iman edilen yerin ürünü değillerdir. Bu yol kolay bir yol değildir, ama karınca misali olsa da yine yol alınır. Bir hikaye var; bir karınca niyet etmiş Hacca gidecek, ona demişler, sen bu halinle nasıl varırsın Hacca? Karınca da demiş, bir kervan Hacca gidiyor ya, ben de o kervanda birinin heybesine takılırım, onlarla belki Hacca varırım. Bizler de ne kadar kendimizi doğru yola sevketmeye çalışırsak, bakarsın belki bir gün bir yerlere varırız.

Bir gün Hazreti Mevlana’ya sormuşlar, “Bir insan bu güzelliklere nasıl erer?” Mevlana şöyle cevap vermiş: “Mıknatısın vazifesi iğneleri kendine çekmektir, sen de belki bu hayatta bıçak gibisin, herşeyi kesip biçiyorsun; senin de bir gün mıknatıs gibi olman için, kendini o mıknatısa sürtersen, bakarsın sana da bulaşır mıknatıslık, sen de başlarsın iğneleri çekmeye.”

İşte bizlerde de ne kadar benlikler, senlikler varsa, eğer Hazreti Mevlana’nın, selam olsun üzerine, güzel huylarıyla huylanmaya kalkarsak, bize de o güzellikler bulaşır, o zaman bizler de güzel birer insan olmaya yola koyuluruz. Ama eğer Mevlana sadece dilde, gönülde yok ise, Muhammed dilde, gönülde yok ise, Mürşid dilde, gönülde yok ise, bizler ne zaman büyüyüp olgun bir insan olacağız? Günler hızla geçip gidiyor. Günler olmuş saat, haftalar olmuş gün, yıl olmuş ay, ömür elden gidiyor, gün gelecek kapı çalınacak, o zaman hangi yüzle çıkacağız karşısına?

İşte Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bir akşam vitr-i vacib namazının 13. rekatını eda ederken, perde kalktı gözünden ve bütün bu alemin, hatta yanında bulunanların dahi hakikatte kim olduklarını gördü ve o zaman, “Ya Rabb, sana sığınırım” buyurdu.

Yine Hazreti Mevlana’mızın güzel bir seslenişi var, şöyle der: “Akıllı geçinen bir kişi, bir Allah muhabbetinin peşine koşmaz da, bir küfürbaz koşarsa, küfürbaz benim için o akıllı kişiden daha hayırlıdır.”

Akıllı geçinen kalmış akılda, küfürbaz olan küfrünün farkına varmış nadim olmaya çalışıyor, bu durumda küfürbaz elbette ki daha hayırlıdır. Allah’ın akıla ihtiyacı yok, O zaten Küll-i Akıl’dır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (120)

Şu dünyada ne varsa hepsi insanın içinde vardır ve insanların huyu yüzüne yansır, deniliyor. Bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Yüce Mevlana’mız, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kainat demektir.”

Evet, dünyamızda ne varsa herşey insanın vücudunda vardır. Bir insan, bir Mürşid-i Kamil’e intisab etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misal olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahluklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan suretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. Bir gün Mevlana Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergaha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsamettin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsamettin Çelebi Hazretleri ona keza, Mevlana’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” Hazreti Mevlana, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsamettin Çelebi’ye uzatarak, “Ey ruhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” Hüsamettin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” Mevlana, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbirlerini parçalamışlar.

Ve Hazreti Mevlana şöyle buyurmuş: “Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..”

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, surette insan görünür, ama hakikatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, surette insandır ama hakikatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, surette insandır ama hakikatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, surette insandır ama hakikatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, surette insandır ama hakikatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, surette insandır ama hakikatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, surette insan görünür ama hakikatte akreptir, yahut da yılandır.

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvaniyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (119)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hazreti Mevlana diyor ki: “Hakikati Muhammediye güneşi beşeriyet örtüsüyle yüzünü gizlemiştir. Bu sırrı anlamaya çalış, bunun doğrusu budur. Bunu en iyi bilen Cenab-ı Hakk’tır.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana’nın her sözü yerindedir. Tamamen Hakk’a yüz tutan, herşeyiyle kendini Hakk’a vermiş olan bir kişi artık Hakk olmuştur ve bedeni de Hakk’ın örtüsü olmuştur. Bu alemde insan suretinde görünen sayısız varlık vardır; bunlar insan görünürler ama gönülleri, muhabbetleri, inançları, sevgileri tamamen Allah’ın vehimlerine, yani varlıklarına sunulmuş olduğu için, bunlar Allah ile diridirler fakat Allah onlarda diri değildir. Bir insan, bir Allah’ın sevgilisine elini uzatır, oraya baş keser, orayı kendine baş eder, orayla kendini beslerse ve Hazreti Muhammed Efendimiz’e muhabbetini, sevgisini, gönlünü verirse; Hazreti Muhammed Efendimiz, selam olsun üzerine, bu gönül sahibine gecenin bir vaktinde o güzel yüzünü gösterir. O güzel yüzü gören kişi artık Hakk ile Hakk olmuştur, onun vücudu sadece bir örtüdür ve o örtünün altında Allah’tan başka bir şey yoktur.

Hazreti Ali Efendimiz şöyle buyurur: “Kişi dili altında gizlidir.”

Bir gün Hazreti Mevlana’nın huzuruna iki kişi geliyor. Cenab-ı Mevlana ikisiyle de muhabbet ediyor, fakat biri susuyor hiçbir şey söylemiyor, diğeri de sorularına cevap veriyor. Bu iki kişi Mevlana’nın huzurundan ayrıldıklarında, aynı muhabbet ortamında bulunanlar Mevlana’ya sormuşlar: “Bunlar nasıl kişilerdi ya Mevlana?” Mevlana şöyle cevap vermiş: “Konuşan kişi şu derecededir, diğeri hakkında bir şey diyemiyorum, çünkü konuşmadı.” Yani kimliği ortaya çıkmadı. Bizler, mademki sarraf dükkanında çalışıyoruz, toplum ne ayardadır, konuşmalarından anlarız. Fakat bizlerin önemli bir vazifesi de, onların örtülerini kaldırmadan onlara insandan söz etmek. Böylece belki o insandan örnek alır da, bir gün gelir o da güzel bir insan olur, Hakk olur. Kısaca, insanın bedeni libadır, örtüdür. Bir Hakk dostu, Hakk ile Hakk’tır, ama bu sırrı aşikar edemez, ben Allah’ım diyemez. Eğer, ben Allah’ım, derse benliğe tutulmuş olur ve Firavun sıfatına ermiş olur. Ne kadar yoklukta durursa, o kadar Hakk’ın yüzü ondan tecellisini gösterir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (118)

Deniliyor ki: Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın. Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Evren nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhur eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar etrafımızın geliştirdiği baskılardan kurtulmak ve içimizdeki saklı olan hakikatleri bulmamız gereklidir. Bu konuda siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Toplumun fikirleri öyle yerlere saplanmış ki, hüzünlerden, gamlardan, sıkıntılardan hiçbir türlü kurtulamıyorlar. Ne kadar Allah’ı da zikretseler, ibadet de yapsalar, özgürlüğe ve temiz bir ruhaniyete kendilerini veremiyorlar. Peki bunun sebebi nedir? Bunun sebebi iman zayıflığıdır. Neden iman zayıflığıdır? Bir insanın bağlandığı yere imanı gerçek ise, o insan gama sıkıntıya düşmez, çünkü kendinde yaşamaz. Gönlünü vermiştir Pirine ve Piriyle Hazreti Muhammed’e, ona inanmış ve ona iman etmiştir, onunla içini güzelliklerle donatmıştır, oranın güzelliklerine kendini kaptırmıştır. Ve işte bu kişi özgürlüğüne kavuşmuş sayılmaktadır.

İşte Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, şöyle buyuruyor: “Komşunun her sabah tasında bal, zeytin, peynir bulunur. Benim ise önümde tuz ve bir tas da ayranım vardır. Benim ayran tasım, soframdaki tuzum bana herşeyin üstünde bir tat vermektedir, sayısız cihanlar bağışlansa da hürriyetimden bir zerre satmam.”

Herkes kendi fikrince inandığını savunur, kendi imanını güçlü bilir. Ama belki de kendimizi avutuyoruz, çünkü sıkıntılar bir türlü gitmiyor. Ehli iman sahibinde katiyyen gam gasabet yoktur.

İşte Galib Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, şöyle der: “Gam ve keder halk-ı cihanındır, aşıkta gam keder neyler?”

İnsan iman ettiği yerin güzelliklerini gördükten sonra artık gönül oraya verilmiştir, o kişide artık kimlik yoktur. Ama bunlar yok ise, ne kadar bilgiye sahip olursan ol, sen ancak meyvanın kabuğuna erersin, tadına varamazsın. Bilgiye sahip bir insan gurura kapılırsa, başkalarını hor hakir görürse, o benlikle mahvolup gitmeye mahkumdur. Ama tevazuya inip, yoklukta durursa, ona ait hiçbir şeyin olmadığını, bütün sahip olduklarının Yaratıcı’dan olduğunu bilir ve her an şükrederek niyazlarda bulunarak yaşarsa, o kişi hiçbir zaman mahkum olmaz, özgür olur ve hür yaşar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (117)

Peygamber Efendimiz, “Anla ki, bu vücud senin değildir. Hakk’a niyaz et ve de ki: Ya Rabbi bende senin vücudunu izhar et de, bende senin vücudun olduğunu bileyim.” Bizler vücudumuzun Hakk’ın vücudu olduğunu nasıl bilebileceğiz Hasan Dede?

Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, bir gün tefekkür halindeyken nefsine ıstırab vermek için, yatsı namazını eda ettikten sonra, bir ayak üstünde duruyor. O ayağı yorulunca da diğer ayağı üstünde durmaya devam ediyor.

Bir zaman sonra Peygamber Efendimize Allah’tan şöyle bir nida geliyor: “Ey benim Habibim, hani sen beni çok seviyordun. Bu kadar sevmene rağmen, beni o kadar çok yoruyorsun ki, hayret bu mudur senin sevgin? Bir ayak üstünde duruyorsun, sen yoruluyorsun, ben yoruluyorum. Senin bir zerren bile benim dışımda değildir. Ben senin vücudunda gizlendim, ordan bu aleme tebliğler veriyorum.”

Bizim her zerremiz onunla diridir. Ruh, bu bedende akıl oldu, göz oldu, kulak oldu, bu bedenden konuşuyor, bu kalpte Allah’ı zikrediyor. Ruh bedenden feragat ettiğinde ise tüm bu azalar çalışmaz hale geliyor. Allah, bu beden örtüsüyle kendini gizlemiş ve bu bedenden sayısız bilgiler sunuyor. Onun için Hazreti Mevlana, selam olsun üzerine, bir gün diyor ki: “Allah’ım seni o kadar çok seviyorum ki, bin tane canım olsa sana kurban olsun.” Fakat bu kelam ağzından çıkar çıkmaz Mevlana istiğfar etmeye başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Estağfurullah, bana ait ne var ki, can verene can bağışlıyorum.”

Başka bir yerde de yine şöyle sesleniyor: “Kalkmayın diyesiniz, ben Allah’a kulluk ediyorum, çünkü bu sözde dahi benlik vardır. Sen kulluğu kimin kudretiyle kime yapıyorsun?”

Mademki bize kulluk eden de Allah’tır, o zaman bizim her an teslimiyette durmamız gerektir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (116)

Hazreti Muhammed şöyle buyuruyor: “Her kim hikmet bilmezse, hikmetten haberdar olmazsa, bu kimse Allah marifetinde er değildir.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Bizler zikirlerimizi bilinçli yaparsak, kimi zikrettiğimizi bilerek onun kimliğinde kendimizi fani kılarsak, bizler her zaman manevi yönden güçlü oluruz, hiçbir zaman küfriyata düşmeyiz. Ama bilinçsiz zikirler yaparsak, istersek sabahalara kadar zikir yapalım, yine küfürde kalmış oluruz.

Cenab-ı Mevlana’ya bir gün soruyorlar: “Allah ne kadar büyüktür?” Mevlana şöyle cevap veriyor: “Allah’ın büyüklüğü insanın boyu kadardır.” Bu yanıtı alanlar: “Aman ya Mevlana, sen Adem’in Hakk olduğunu mu söylüyorsun?” Mevlana yine cevap veriyor: “Evet, öyle söylüyorum. Adem olmasaydı, Allah bilinmeyecekti. Allah, kainatı yarattı, en son insanı yarattı ve insanda kendini yarattı. İnsan ile hem semavattaki varlıkları, hem yeryüzündeki varlıkları isimlendirdi ve kendi büyüklüğünü de yine insanla dile getirdi.” Bu yüzden bizler, tasavvuf ehli olarak, daima insan üzerinde dururuz ve insan dışına çıkmayız. Bizler her zaman ne kadar hakikatler varsa, onları dile getirmeye çalışırız.

Bilinçli ibadet nedir? Biz, Allah, dediğimiz zaman, Mürşidimiz vasıtasıyla Pirimize ve Resulallah’a yolumuz çıkar.

İşte Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Hazreti Muhammed’in dışında bir Allah aramaya kalktığınız an, kendinizi boşlukta bulursunuz.”

Hazreti Peygamber Efendimiz de Kur’an-ı Kerim’de, Allah dilinden şöyle konuşuyor: “Beni bu alemde göremezsen, öbür alemde hiç göremezsin.”

Pekala biz onu bu alemde nasıl göreceğiz? Kim bu alemde Hazreti Muhammed Efendimize bende olmuş, onun haline bürünmüş ve onun dilinden konuşuyor ise, işte o kişiyi seyretmek Hakk’ı seyretmektir. Onun dışına çıkmak Hakk’ın dışına çıkmaktır. Allah esması kamufledir, örtüdür; zatını aradın mı insan çıkar. Zaten insan olmadıktan sonra, sen nereye yola çıkıyorsun, kime gidiyorsun?

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (115)

Hazreti Mevlana diyor ki: “Bir lahza avamla arkadaşlık ettim, yedi gün hamamda oturduğum halde, o arkadaşlıktan hasıl olan soğukluk bir türlü geçmedi.” Bizler sizin ihvan sohbetlerinizde bulunuyoruz ve ruhen arınıyor, ferahlıyoruz; fakat aynı manada olmayan, aynı inançta olmayan kimselerle dost olunduğu zaman, o kişilerin sohbetinden doğan sıkıntılar bir süre tesir ediyor. Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, dünya ehliyle hararetli muhabbete girdiğin zaman diyor, sen öyle bir üşüme haline girersin ki, yedi gün hamamda yıkansan, o üşümeyi üzerinizden atamazsınız. Bir inançlı insan var, bir de inançsız insan var. İnanç dediğimiz zaman; bir kişi kalkar beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, malı mülkü varsa zekatını verir, parası varsa Hac vazifesini yapar, fakat ondan sonra gerisini Allah bilir, der. Bir de tasavvufa göre inanç vardır, o da şudur; bir an dahi nefsine düşmemek, dünyayı gönlüne koymamak, Allah’ı kendi dışında bilmemek. Bir kişi bu şekilde yola çıkarsa, o zaman o boşlukta değildir ve kiminle konuşursa konuşsun, Mevlana’nın buyurduğu gibi, yarım ağızla konuşur ve başkalarının sözleri onun gönlüne işlemez. İşte o zaman o kişiye soğuma gelmez. Dünya ehliyle muhabbete girdiğin zaman, yine Mevlana’nın dediği gibi, yedi gün hamama girsen yıkansan da temizlenemezsin. Neden? Çünkü su senin ancak dış kısmını yıkar ama aklını yıkayamaz. Pekala nasıl temizlenirsin?

İşte yine Hazreti Mevlana şöyle buyuruyor: “Beni gönlüne koyarsan, ben senin gönlünü temizlerim.”

Bizler diyelim Hazreti Mevlana’yı gönlümüze koyduk, Melamiye’de olanlar Nur Muhammed’i gönlüne koydu, Rifaiye’de olanlar Seyyid Ahmet Rifai Hazretlerini gönlüne koydu, Nakşiye’de olanlar Nakşibendi Hazretlerini gönlüne koydu. Peki ne demektir bu? Bu zatların hepsi Hazreti Muhammed’de fanidirler, kendilerini onda yok etmişlerdir. Kalabalık görünürler ama hepsi birdirler. Gönlüne Pirini koyarsan ve öyle yola çıkarsan, sen Hazreti Muhammed’i gönlüne koymuşsun demektir. Sen artık ne yaparsan yap kirlenmezsin. Ama gönlünde yoksa Pirin ve onun vasıtasıyla Hazreti Muhammed, sen gece gün namaz kıl, Kur’an oku, aklın dünyada oldukça hiçbir yere varamazsın, sıkıntılardan da kurtulamazsın.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (114)

Deniliyor ki, cennet ve cehennem, Allah’a yakınlık ve O’ndan perdeli kalma azabının iki kısmıdır. Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Çok kısa ve net bir cevap vereceğim. Her kişi kendi idrakine göre yaşar ve cennet de cehennem de o kişinin idrakine göre farklılıklar gösterir. Allah, bizlere en büyük nimet olarak akıl vermiştir, onu da başa koymuştur. O aklı tutarsak güzelliklerde, daim güzellikler görürüz, cennette yaşarız. Fakat akıl hep kötülüğe, fesada yönelirse, bu kişinin de yaşadığı yer cehennemdir. İnsan insanın cenneti, insan insanın cehennemidir.

Bir üzümden yapılmış şarap vardır, bir de aşktan yapılmış şarap vardır. Üzümden yapılmış şarabı içersin, bir an için kendinden geçersin fakat yarın olunca baş ağrısı yapar. Ama aşk şarabını içtiğin zaman doyamazsın, ağrı vermez şifa verir, can verir ve her an o şarabı içmek istersin. İşte o aşk şarabı gönüldür.

Gönül verilmiş ise Mürşide, Mürşid vasıtasıyla Pir’e ve Muhammed’e, onun o güzel cemaline ulaşmış ise, onu kendine ayna etmiş ise, artık aklın onun aklıyla kemalat bulur, dilin onun diliyle tatlılaşır, halin onun haliyle güzelleşir, hem sen güzel bir insan olursun, hem de etrafına faydalı olursun.