MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 3

“Aşk bir padişahtır, bayrağı görülmez. Tanrı Kur’ân’ıdır, âyetleri bilinmez. Her âşık bu avcıdan bir ok yemiştir. Kanlar akar durur fakat yarası görünmez.”🌹

Aşk denince akla Mevlâna gelir. Aşk, Mevlâna’nın özüdür. Aşk’ın adı Mevlâna’dır.

Mevlâna, öyle bir aşk okyanusudur ki, ucu bucağı yoktur, başı sonu yoktur. Derinliklerine dalar gidersin, ve ne kadar derine dalarsan o kadar çok vurgun yersin. Başın döner, aşkla kendinden geçersin.

O âşıkları yağmur damlalarına benzetir. Yağmur damlaları okyanusa bir düştüler mi, artık onlar damla olmaktan çıkar okyanusun kendisi olurlar.

Mevlâna’nın mânevî varlığı, en güzel ve en câzibeli bir aşk edâsıdır, düşünüşü bir aşk hamlesi, yürüyüşü bir aşk salınışıdır. Onun sesi gönülleri çeken bir aşk sesi, onun sözü ruhlara ebedî hayat veren bir aşk sözüdür. O Âb-ı Hayat’tır.

Onun sözleri Allah edebiyatıdır, Kur’ân edebiyatıdır, aşk edebiyatıdır. O tüm âlemlerin ve bütün zamanların aşk peygamberidir.

Tasavvuf, Mevlâna’nın sözünde bir bilgi olmaktan çıktı, bilinmiş oldu. Şiir, Mevlâna’nın dilinde bir şiir güzelliğini geçti, güzelliği canlandıran bir ilhâm güneşi oldu. Aşk, Mevlâna’nın gönlünde aşkın gökünü aştı, mâşuka ulaştı…

Mevlâna, Hazreti Muhammed’in mâşukluk ışığında yandı. Gönlünün kandilini o ışıktan yakıp uyandırdı. Ondaki nûr, o nûrdur.

Mevlâna çok geniş bir söz söylemek kudretiyle, ilhâm azâmetiyle yaratılmıştır. Mevlâna, hayatında yalnız söylerken değil, susarken de söylerdi. Hattâ susarken söylediği sözler, söylerken söylediği sözlerden de derindi. O, söylerken kulaklardan kalbe nûr akıttı; susarken kalbin kadehine şarap, rûhun ağzına âb-ı hayat akıttı…

Mevlâna’nın sözlerinde, birbirine nispetle, güzellikçe, derinlik ve belâgatça bir fark olsa dahî değil mi ki, o sözler hep aynı rûhtan, hep aynı gönülden çıkmıştır, hepsi nûr, hepsi de ilâhîdir. Çünkü Mevlâna şiirlerinde Kur’ân’ın özünü ve Peygamberimizin sözünün rûhunu terennüm etmiştir.

Bir şiirinde dediği gibi;

“Ben söylemiyorum, fakat Allah’ın (Nâhn-ü nefahnâ) biz üfledik, nefesi içimde söylüyor da ben coşuyorum. İniltilerim ta Süreyya’ya kadar yükseliyor. Zîrâ azîz, ulu Tanrı, bu tenimin ney’ini yokluk kamışlığından kesti, yonttu, üflüyor…”

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 2

“Beri gel, daha beri, daha beri.
Bu yol vuruculuk nereye dek böyle?
Bu hır gür, bu savaş nereye dek?”
🌹

Sen bensin işte, ben senim işte.

Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.

Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyâk derdini açayım. Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

Ben her cemîyette ağladım, inledim. Fenâ hâllilerle de eş oldum, iyi hâllilerle de.

Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.

Benim esrârım feryâdımdan uzak değildir, ancak her gözde, kulakta o nûr yok.

Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.

Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, hâldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.

Ney gibi hem bir zehir, hem de tiryâk, ney gibi bir hemdem, hem bir müştâk kim gördü?

Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnûn aşkının kıssalarını söylemektedir.

Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hâle geldi; günler yanlışlarla yoldaş oldu.

Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte nâziri olmıyan, hemen sen kal!

Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmıyana da günler uzadı.

Ham, pişkinin hâlinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.

Ey oğul! Bağı çöz, azâd ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini… Hârislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkar olduğundan inci ile doldu.

Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.

Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;

Ey bizim kibir ve âzâmetimizin ilacı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!

Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamağa başladı, çevikleşti.

Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Musa da düşüp bayılmış! Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım, sırlarıma tahammül edecek bir hemdem bulsaydım, ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim.

Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.

Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşıyan mâşuktur, âşık bir ölüdür.

Kimin aşka meyli yoksa o kanadsız bir kuş gibidir, vah ona!

Sevgilimin nûru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrâk edebilirim?

Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?

Aynan, bilir misin, neden gammaz değil? Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 36/1

ALLAH İLE MUHABBET…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Rûhlar, Elest âleminde yaratıldığı zaman, Cenâb-ı Allah sordu, “Elestü bi Rabbiküm?”, rûhlardan kimi duydu “Belâ” dedi, kimi duymadı, şaki oldu. ‘Rab’ ismi ‘Mürebbî’ kelimesinden gelmiştir, yani ‘Öğretmen’ demektir. Cenâb-ı Allah, bu soruyu sorarken, “Ben Allah’ınız mıyım?” ya da, “Ben ilâhınız mıyım?” diye sormadı; “Ben sizin Rabbiniz miyim?” diye sordu. ‘Mürşid’in mânâsı da öğretmen demektir. Burada aslında ‘Mürşid’in önemini anlamak gerekli. Bir simyâcı nasıl bir madeni alıp altın hâline getiriyorsa, mürşid-i kâmil de bir insanı alıp kötü huylarından arındırıp, onun iyi bir insan hâline getirir. Diğer bir deyişle değersiz bir madeni alıp, meselâ bakır gibi, kimyâsını değiştirerek, altın hâline getirir. Ne buyurursunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bu sorunuza kendimden bir örnek vermek istiyorum: Şeyhimle ilk karşılaştığım zamanlarda aklım henüz olgunlaşmamıştı, onun derinliğini keşfedememiştim, onu sıradan biri gibi görmüştüm. Şeyhime gelene kadarki öğrendiklerimle, yani beş vakit namaz kılmakla, oruç tutmakla, zekât vermekle, hacca gitmekle iyi insan olup cennete gideceğimizin hayaliyle tatmîn olurdum. Ama şöyle bir düşündüğünüzde, beş vakit namazı toplasanız tamamı günde bir saatten fazla zaman almaz. Peki geriye kalan yirmiüç saat zamanımız nerede geçiyor bizim? Nefsimizin peşinde, benliklerde, senliklerde geçiyor. Beş vakit namazımızı kıldık ya, bizden bahtiyârı yok diye düşünüyoruz; tamam diyoruz artık bütün farzları yerine getirdik, ölünce cennete gideceğiz. Hele bir de biraz bilgisi de varsa bu kişilerin alıyorlar birkaç câhili karşılarına vaaz vermeye de kalkıyorlar, câhiller de bunların konuşmalarından etkilenip o kişileri yüceltiyorlar, onlar da daha fazla benliklere kapılıyorlar. 

Ben ne zaman ki şeyhime intisâb ettim, ona baş verdim, ona ikrâr verdim, ona ‘Allah’ diye zikrettim, ki Mevlevîlikte şeyhine ‘Allah’ diye hitâb etmen, onu her şeyin üstünde görmen istenir. Şeyhim benden ona ‘Allah’ diye hitâb etmemi istediğinde, benim yine aklım durmuştu, bunu haftalarca muhâkemesini yapmıştım. Gün geldi, temiz bir aşkla, temiz bir gönülle kendimi kaptırdım, o zaman perdeler açılmaya başladı. Ne zaman gözüm gördü, yani mürşidimle Pîrime vardım, Peygamber Efendimize vardım, onların hakîki yüzlerini gördüm, artık benden bahtiyârı yoktu. 

Hakîkatte onların yüzleri Ay’ın ondördü gibidir, onların yüzlerinden daha güzel bir yüz yoktur. Onların yüzleri bir kişiye göründü mü, o kişinin aşkı artar, şevki artar, artık ondan benlik gider. Bunlara da kişiyi ulaştıracak vasıta gönüldür. Daha önce de demiştik ya, “Aşkın şarabı gönüldür.” Onlar bir tek gönül isterler, temiz bir gönül. Onlar gönüle bakarlar, yoksa kaç vakit namaz kılmışsın, kaç gün oruç tutmuşsun, hacca gitmiş misin, gitmemiş misin, bunlara bakmazlar.

Hazreti Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Hazretleri şöyle der: 

“Bir mürid, mürşidiyle beraber oturur, Hakk muhabbeti yaparsa ve derse ki, ‘Ben Allah ile oturdum, Allah ile muhabbetteydim’ onun bu sözü sahidir.”

Neden? Çünkü mürid ile mürşid arasında ‘Allah’ talebi vardır. Mürid, mürşidinden Allah’ın güzelliklerini, Allah’ın büyüklüğünü dinliyor, öğreniyor. Demek ki, mürşidin bedeni bir örtü, Allah ondan dile geliyor, ondan konuşuyor. 

Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, Mevlâna’yla Şam’da karşılaştıkları zaman, onun elini öpmüştür ve demiştir ki: “Ey cihanın sarrafı, ara beni bul!” Çünkü o mürşid aramaya çıkmıştı. Onu hiçbir mürşid tatmin edememişti, ama Mevlâna’da aradığını buldu. Onlar birbirlerinde kimliklerini buldular.

Cenâb-ı Mevlâna, hep Şems Hazretlerinin gönlünü okumuş ve söylediği beyitlerde onun gönül alemini dile getirmiştir. Hazreti Muhammed’in nûrunu onda görmüş, seyretmiştir. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 15

Aşktan Başka Her Şey Harâmdır Âşığa…

İnsanın beden gemisinin yelkeni imandır. Yelken oldu mu, yel, onu büyük bir yere sürer götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir yeldir ancak. 

Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif ve tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif ve tekellüfler, yabancılar içindir. Aşktan başka her şey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma yeri sırası değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahâneler getirir; dinleyenlerden usancı gideremeyen kişininse iki pul bile değeri yoktur. 

Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. 

Şu hâlde anlaşıldı ki burada delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa değildir o. Görüyoruz hani, mürîd, şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da, a şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur. 

Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu. 

Mevlânâ buyurdu ki: Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil yükünden kurtulasın, emîn olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Tanrı korkusu, erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir bunlar, çakar gider. Tanrı ehli olanlarsa tümden Tanrı’ya vermişlerdir kendilerini; Tanrı’ya tutmuşlardır yüzlerini; Tanrı’yla oyalanırlar; Tanrı’ya dalmış gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, iktidârı kalmamış adamdaki istek gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer gider. Dünya ehli de âhiret hâllerinde tam bunun tersinedir.

Kasîde:

“Âşığın, delilikten başka ne sanatı, ne hüneri vardır? 

Sevgililerin nazlanmaları da, kendilerini âşıklara yabancı gibi göstermekten başka ne olabilir? 

Nurun, ışığın önünde oynamayı, sıçramayı, dönüp dolaşmayı zerrelerden; yiğitlikte bulunmayı, korkmadan kendini ateşe atıp yanmayı da pervâneden öğren! 

Sarhoş arslan gibi sıçra, atıl; ne evveli ne de âhiri, yâni ne önü ne de sonu bil! Arslanlara, kedi ile savaşmak ayıptır! 

Sen, sırlar kadehisin; kulağını tıka, gözünü kapa! Çatlak kâse, kadehlik edemez! 

Kim, keskin kılıcın önünde kalkan gibi çırçıplak durur da paralanmak ister; kim, altın gibi, kuyumcunun tavasında ateşle bir evde oturabilir? 

Irmağın suyu tatlıdır ama, denizin heybeti nerededir! Nerede şâha vezir olmak, nerede her çeşit kayıttan, bağdan kurtulmak, hür olmak! 

Gece, yıldızlar ve ay yüzünden aydınlık olsa bile, gündüzün yerini tutabilir mi? Boncuk parlak olsa bile, incilik edebilir mi?”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 3

Hazreti Mevlâna, suret hakkında der ki:

“Dostlar, suretten geçerseniz, her yer sizin için cennettir. Gül bahçesidir. Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir. Her sureti kırar, Haydâr gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.”

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’te şöyle söyler:

“Tanrı, surete, hırkaya ve şekile bakmaz. Gönüle bakar.”

“Yokluk esastır” diyen Sultan Veled, “Surî varlığı olan şeye meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu yok olmaktır. Yok olanı elde et. Varlık arada eğreti ve ölümlüdür” buyurur.

“Her şey aslına döneceği gibi, varlığın da aslı yokluktur. İşte bunun için varlık yine yokluğa döner. Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmeye çalışmalısın ve varlığın, yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin.

Aşk ile, bu varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyârın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmaya çalışmalısın.

Eğer bu mânâdan ‘Bana ne!’ der ve surete aşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve gerçek dirilikten ebedîyen yoksun kalırsın!”

Sultan Veled Hazretleri, suretlerin fânî oluşunu yine şöyle açıklar:

“Bilmeliyiz ki, suretler fânîdir, sonu yok olmaktır. Dünyanın güzelliği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret âlemindedir. Dünya da bu suretlerin evidir, o da bir gül gibi fânîdir. Bekâ, mânâya mahsustur.”

İbtidânâme’de görünüşten geçmemizi isteyen Sultan Veled der ki:

“Sen görünüşten geç de mânâyı ara; aslı ele al, ona yapış da dâvâyı bırak. Aklın varsa anla; gönüldeki bağı çöz, ne diye bağlanıp kalırsın? Bilgisizler gibi görünüşte kalma, nasîbin varsa, gizli âleme doğru yürü.”

Rubaî:

“Ey gönül, sen gül bahçesinin güzelliğine mi hayrân oldun da gülüyorsun? Veya aşk bülbüllerinin ötüşleri mi seni güldürüyor? 

Yâhut gizli sevgilinin yanağındaki gül gibi mi açılıyor ve gülüyorsun? Galiba sende ona benzer bir şey var. Bu yüzden neşeleniyor, bu yüzden gülüyorsun.”

DERVİŞ SIRTINA BASILMAZ…

Her zaman söylerim: Bütün tasavvuf ehlinin Pîri, Hazreti Ali Efendimizdir, en büyük derviş odur. Onun sembolik olarak kimliğini görmek isterseniz, kapının eşiğine bakın; eşiktir Ali; hep secdede durur Hazreti Muhammed’e. Bu yüzden tasavvufta, eşiğe basmak hiç doğru kabul edilmez. Çünkü Ali’nin sırtına basmış gibi olursun.

Mahmut Hüdâyî Hazretleri hayattayken, o devirlerde Ali isminde bir genç delikanlı, sevdiği kızla beraber Sarayburnu’nda deniz gezisi yapıyorlar. Kızın adı da Kösem Sultan.

Bu ikisi gezerken sandalları lodosa tutuluyor, parçalanıyor. Lodos, kızı bir tarafa sahile atıyor, çocuğu da atıyor Üsküdar’a doğru. Çocuk yüzerek çıkıyor Üsküdar’a. Gönlünden geçiriyor, diyor, ‘Dalgalar sevdiğim kızı da götürmüştür; ben artık onsuz yaşayamam, dünya bana zindan, yaşamak bana haram’ ve gidiyor Mahmut Hüdâyî Hazretlerinin dergâhına, ona evlat oluyor ve artık dünyaya veda ediyor. Ama Kösem Sultanı da gönlünde yaşatmaya devam ediyor.

Fakat meğerse, dalgalar atmış Kösem Sultanı da sahile. Harem ağaları bulmuşlar Kösem Sultanı, bakmışlar ki ayın ondördü bir kız. Banyo yaptırmışlar, üstünü başını temizlemişler, çıkarmışlar o devrin padişahı Sultan Ahmet’in karşısına. Padişah tabî kızı çok beğenmiş, hemen nikâh kıymış evlenmiş Kösem Sultan’la ve zamanla aralarında çok güzel de bir sevgi meydana gelmiş.

Şimdi bir gün, Sultan Ahmet alıyor Kösem Sultan’ı gidiyorlar Mahmut Hüdâyî Hazretlerine. Bakıyorlar ki, bahçede elma ağaçları güzel elmalar meydana getirmiş. Kösem Sultan’ın canı elma çekiyor, ama ne Sultan Ahmet dallara yetişebiliyor ne de kız.

İster misin… Ali, derviş olmuş artık; bir görüyor Kösem Sultan’ı, diyor, “Yâ Rabb, sana binlerce şükür, sevgilim hayattaymış.” Ama gizliyor kendini, sakalı da olduğu için tanınmıyor fazla.

Hemen gidiyor, yüz üstü yatıyor Kösem Sultan’ın ayakları altına, “Basın sırtıma koparın elmayı” diyor.

İşte Sultan Ahmet, “Hayır” diyor, “derviş sırtına basılmaz, elma yerinde kalsın, kalkın ayağa.”

Bunun üzerine, derviş Ali izin istiyor, kendisi tırmanıyor ağaca, koparıyor bir elma uzatıyor Kösem Sultan’a; elmayı uzatırken de gözlerinin içine bakıyor ve gözyaşları döküp oradan uzaklaşıyor.

Rubâi:

“Tenden ve candan dışarı olan derviştir. Yeryüzünden ve göklerden yüksek olan derviştir. 

Cenab-ı Hakk’ın bu cihanı yaratmak için bir maksadı yoktu. Hakk’ın bütün bu cihanı yaratmaktan maksadı, derviştir.”

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”