MANEVİ MENKIBELER – 74

BAŞKASINA MEDİH OLAN SÖZ SANA ZEMDİR…

Size Mesnevi-i Şerif’den şöyle bir hikaye anlatayım… 

Musa Aleyhisselam, bir gün tek başına dağlarda dolaşırken, uzaktan yoksul ve yanlız bir çoban görüyor. Çoban oturmuş dizüstü, ellerini açmış dua ediyor. Çobanın bu hali Musa’nın çok hoşuna gidiyor, yaklaşıyor çobana. Çobanın duasını duyunca şaşırıyor. 

Çoban Rabbine yalvarıyor, “Kurban olduğum Allah’ım” diyor, “Seni ne kadar severim, bir bilsen. Ne istersen yaparım, yeter ki Sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim Senin için. Koyun kavurması güzeldir. Allah’ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadına yenmez olur…”

Musa daha da kulak kabartarak çobana yaklaşıyor. 

Çoban duasına devam ediyor: “Yeter ki Sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben Seni. Sana çok hayranım…”

Musa bunları duyunca öfkeden küplere biniyor, bağıra çağıra kesiyor çobanın duasını. “Sus, seni cahil adam!” diyor, “Ne yaptığını sanırsın? Allah pilav yer mi? Allah’ın ayakları mı var yıkayasın? Böyle dua olur mu? Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!..” 

Çoban, Musa’dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarıyor, utancından yerin dibine giriyor. Bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğine yemin ediyor, gözyaşları döküyor. 

O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona bütün duaları ezberletiyor. Sonra, “Allah benden razı olur, iyi iş yaptım” diye düşünerek yoluna devam ediyor. 

Musa’ya o gece bir nidâ geliyor, Rabbi içinden sesleniyor, “Ey Musa!” diyor, “Sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin birleştirmeye mi? O garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de, o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız, niyete bakarız! Kelâmlara bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati varsa bile, ne tatlı kabahattır onun ki…” 

Musa hemen hatasını anlıyor, ertesi gün çobanın yanına gidiyor. Çobanı yine dua ederken buluyor, ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yok. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösteriyor, aman yanlış bir laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyor. 

Musa, çobana yaptığından pişman olup sırtını okşuyor ve diyor ki: “Ey dost, ben hatalıyım, ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah nazarında böylesi daha kıymetlidir.” 

Allah gönüle bakar; eğer senin gönlünde varsa Hazreti Muhammed, Ehli Beyt, Hazreti Mevlana, temiz bir niyetle gönlünü bağlamışsan ikrar verdiğin yere ve bir an dahi ikrar verdiğin yerin dışına çıkmıyorsan, işte o zaman sen her an ibadette sayılırsın. Temiz bir niyetle yapılan dualar, Allah katında mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

MANEVİ MENKIBELER – 73

SEN O MUSUN, DEĞİL MİSİN?..

Bir Rum çocuğu vardı Mevlana’nın devrinde. Konya halkı onu asmak istedi. Dedesi bir Türk’ü öldürmüş. Çocuğun haberi yok. Halk dava etmiş çocuğu, yakalamışlar. Kısasa kısas çocuğu asacaklar.

Çocuğu çıkartıyorlar darağacına. Çocuk bağırmaya başlıyor, “Ya İsa imdadıma yetiş, ya İsa imdadıma yetiş!..”

Cevap yok.

Sonunda ağlayarak diyor, “Kimse bu cihanın Kutbu, gelsin benim yardımıma, benim hiçbir günahım yok, hiçbir hatam yok..” 

Mevlana da o esnada sema ediyor. Çocuğun sesi geliyor kulaklarına. Hemen semayı durduruyor, alıyor hırkasını çıkıyor.

Tam ipi geçirmişler çocuğun boynuna asacaklar, Mevlana yetişiyor, “Durun!” diye bağırıyor, sonra dönüyor Konya halkına, “Ey ahali” diyor, “size Moğollar çok büyük zararlar vermek istediler, ben sizin hem malınızı korudum, hem canınızı korudum. Siz bana çok şeyler vaad ettiniz, ben hiçbir şey istemedim. Şimdi sizden ben bu çocuğu istiyorum. Bağışlayacak mısınız bana?”

Susmuş Konya halkı…

Mevlana hemen çıkarıyor ipi çocuğun boynundan, “Hadi yürü oğlum” diyor, “git atını al, erzaklarını topla, bin atına git köyüne.”

Çocuk, “Hayır, ya Mevlana ben gitmem köyüme.”

“Neden?”

“Ben ölmüştüm, sen beni kurtardın. Şimdi sen benim hem annemsin, hem babamsın, hem Peygamberim, her şeyimsin. Ben senin sayende dirildim. Atımı da erzağımı da göndersinler, gitmem…”

“Peki” diyor Mevlana, “senin ismin nedir?”

“Siryanus.”

“Güzel, ben şimdi sana bir isim daha vereceğim… Alaaddin Siryanus.”

Sonra yine soruyor Mevlana, “Sen akşamları yatmadan önce ne dua ederdin?”

“Üç sefer derdim; Muhammed’den büyüktür İsa, Muhammed’den büyüktür İsa, Muhammed’den büyüktür İsa…”

“Heh, şimdi artık diyeceksin; İsa’dan büyüktür Muhammed, İsa’dan büyüktür Muhammed, İsa’dan büyüktür Muhammed… başka bir dua yapma.”

Alaaddin Siryanus, Mevlana’nın evladı oluyor, O’nun eğitiminde yetişiyor, hilafete nail oluyor.

Bir zaman sonra, çarşıda bir grup halkla sohbet ederken, Alaaddin Siryanus’a soruyorlar, “Sen bu kadar Mevlana’ya hizmet ediyorsun, Mevlana sana ne verdi?”

Alaaddin Siryanus da diyor, “Benim babam Mevlana, bize Tanrı’lık veriyor.”

“Ooo…” diyorlar, “sen Tanrı’lık davasına girmişsin.”

Haydi… tekrar bunu Müftü’ye şikayet ediyorlar, Müftü de Kadı’ya.

Kadı çağırtıyor Alaaddin Siryanus’u, soruyor, “Bu sözün aslı var mıdır?”

“Var.”

Kadı, “Bak” diyor, “Mevlana’yı çok severim, onun sayesinde sana dokunmayacağım, yoksa aynı cezayı sana tekrar verecektim. Allah’lık taslama bundan sonra. Hadi git.”

Alaaddin Sirayanus çıkıyor Kadı’nın huzurundan, üzgün üzgün geliyor tekkeye. Oturuyor Mevlana’nın karşısında.

Mevlana onu çok seviyor, bırakıyor şimdi dervişlerini, dönüyor Alaaddin Siryanus’a soruyor, “Oğlum hasta mısın sen?”

“Yok baba.”

“Neden bu kadar üzgünsün? Yüzünde hiç tebessüm yok.”

“Size malum baba.”

“Olsun sen söyle.”

Alaaddin Siryanus anlatıyor Kadı’yla aralarında geçen konuşmayı.

Dinliyor Mevlana, “Bunun için mi üzgünsün sen?”

“Evet.”

“Hadi kalk şimdi, git Kadı’ya benim selamımı söyle ve ona, Mevlana soruyor de, ‘Sen O musun bu vazifede? Kimin kudretiyle bu vazifeyi yapıyorsun? Sen misin, yoksa O mudur?’ bu kadar söyle ve çık gel.”

Alaaddin Siryanus kalkıyor gidiyor Kadı’ya, Kadı bunu görünce yine çatıyor kaşlarını, “Yine niye geldin sen?” diye soruyor.

“Kadı Efendi, babam Mevlana’nın selamı var, sana soruyor, ‘Sen O musun, yoksa değil misin?’..” ve çıkıyor gidiyor.

Kadı düşünüyor taşınıyor, diyor, “Benim gözlerim O’nun kudretiyle görüyor, kulaklarım O’nun kudretiyle işitiyor, bana ait hiçbir şey yok! O sarmış benim vücudumu, onun için Mevlana bana diyor, ‘Sen O musun, yoksa değil misin?’..”

Hemen kalkıyor dergaha geliyor, özür diliyor Mevlana’dan ve O’na intisab ediyor.

İşte Mevlana buyuruyor, “Ya Kadı Efendi” diyor, “Alaaddin Siryanus sana rehber oldu sen kimliğine ulaştın.”

Her zaman derin düşünmek lazım, derin düşündük mü mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 72

VE’L İKRÂM…

Şems-i Mardîni, Hazreti Mevlana’ya karşı, “Onun dergahında ney üfleniyor, rebab çalınıyor, bendir çalınıyor. Bunlar İslâmiyet’te yoktur, oraya gitmeyin” diye çok dil uzatıyordu.

Bir gün Şems-i Mardîni medresede cemaati ile oturduğu sırada, Hazreti Mevlana medreseye geliyor, karşısında oturuyor.

O sırada ikindi vakti, davet okunuyor, namaza doğruluyorlar. Namazda iken, Şems-i Mardîni secdede bir manâ görüyor. Hazreti Peygamber’in huzuruna geliyor.

“Selâmün aleyküm ya Resulallah.”

“Aleyküm selâm ya Şems-i Mardîni, ve’l ikrâm” diyor Hazreti Resulallah ve sağ ve sol elindeki biri kemikli biri kemiksiz iki et tabağını Şems-i Mardîni’ye uzatıyor.

Şems-i Mardîni soruyor, “Ya Resulallah, bunların hangisi daha lezzetlidir?” Kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?”

“Kemiklisi” diye cevap veriyor Peygamber Efendimiz ve manâ bitiyor.

Şems-i Mardîni o hava ile Hazreti Mevlana’nın huzuruna geliyor, selâm veriyor. Aklınca Mevlana’yı imtihana tutacak…

“Bir şey sorabilir miyim ya Mevlana?”

“Buyur, sor.”

“Etin hangisi daha lezzetlidir, kemiklisi mi, yoksa kemiksizi mi?”

“Hazreti Resulallah biraz önce sana söylemedi mi, kemiklisidir, diye…”

Bu cevabı duyar duymaz Şems-i Mardîni bir “Allaaahh” bağırıyor, Mevlana’nın önünde secdeye kapanıyor. O’nun büyüklüğünün farkına varıyor ve o günden sonra da hiçbir yerde Mevlana’ya dil uzatamıyor.

Beyit:

“Bizler tevhid aleminin yanıklarıyız. 

Bizde ‘Lâ ilâhe illallah’ sırrı vardır.”

Hazreti Mevlana

MANEVİ MENKIBELER – 71

İYİLİKLE KARŞILIK VERİRİM…

Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz, sahabesiyle otururken, başta Ebubekir’e soruyor: “Ya Ebubekir! Sana biri zarar verirse bu alemde, nasıl bir karşılıkta bulunursun?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Bir daha yaparsa?”

“Yine iyilikle karşılık veririm.”

“Bir daha yaparsa?”

Ebubekir duraklamış.

Hazreti Muhammed Efendimiz aynı soruyu sırayla Ömer-i Faruk’a ve Osman-ı Zinnûri’ye de soruyor. Hepsi üçüncüye gelince duraklıyorlar.

O sırada İmam Ali Efendimiz geliyor. Selam veriyor. “Ya Resulallah, sohbetiniz nereden?” diye soruyor.

“Şimdi sıra sana geldi ya Ali, otur bakalım. Ya Ali! Biri bu alemde sana zarar verirse ne yaparsın?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Yine yaparsa?”

“Yine iyilikle.” Tekrarlıyor, cevap yine aynı. En sonunda, “Ya Resulallah” diyor, “kıyamete kadar bana kötülük yapsa ben yine iyilikle karşılık veririm.”

“Neden?”

“Ben onları biliyorum kimdirler, ama onlar beni bilmiyorlar, o yüzden ben iyiliğimi bırakmam.”

Hazreti Ali, Peygamber Efendimizin terbiyesinde yetiştiği için, cefalara razı oluyor, isyanlara düşmüyor. 

Her Müslüman, Hazreti Muhammed Efendimizin huyu ile huylansa acaba dünya nasıl bir hale gelir?..

MANEVİ MENKIBELER – 70

HAZRETİ MUHAMMED’İN HIRKASI…

Hazreti Resulallah, “Benim hırkamı Veysel Karanî’ye götüreceksiniz dediği için, Ebubekir-i Sıddık, Ömer-i Faruk, Osman-ı Zinnûri ve Hazreti Ali hırkayı Veysel Karanî’ye götürmek üzere yola çıktılar.

Geldiklerinde Veysel Karanî Hazretleri’ni secdede buldular. Selam veremediler, dördü birden huzurda durdular. 

Zaman geçti, Veysel Karanî Hazretleri secdeden başını kaldırmayınca, Ömer-i Faruk dayanamadı, selam verdi ve secdesini bozdu. Veysel Karanî Hazretleri başını kaldırdı ve “Biraz daha sabretseydin ümmet-i Muhammed’in bu alemden gittikten sonraki tüm ruhî cezalarının kapısını kapatacaktım” dedi.

Ondan sonra hırkayı verdiler, durumu anlattılar. Veysel Karanî, hepsine Peygamber Efendimizi sordu, “Nasıl tanırdınız? Nasıl görürdünüz?”

Ebu Bekir-i Sıddık, O’nun bütün adaletini iyi bir dil ile anlattı. Bu cevap üzerine Veysel Karanî Hazretleri, “Sen, benim maşukumun, cihan nuru Hazreti Muhammed’in dış kısmını görmüşsün” dedi.

Ömer-i Faruk’dan ve Osman-ı Zinnûri’den de benzer yanıtlar aldı. 

Sıra geldi Hazreti Ali Efendimize. Hazreti Ali şöyle cevap verdi: “Medine’den Mekke’ye İslâm orduları gelip, Mekke’yi fethettikten sonra, Hazreti Resulallah bana buyurdu: ‘Ya Ali, çık benim omuzlarıma, bu putları kır.’ Ben de kendisine dönüp dedim ki: Senin bu mübarek omuzlarına ben basamam ya Resulallah. Sen çık benim omuzlarıma. Hazreti Resulallah buyurdu ki: ‘Ya Ali, sen beni taşıyamazsın. Emre itaat et!’ İkiletmedim ya Üveysi, Hazreti Muhammed’in omuzlarına çıktım. Çıkar çıkmaz, kendimi arş-ı alânın da ötesinde gördüm. Bütün gezegenler benim altımda kaldı. Baktım ki, bütün cihan muhabbet-i Resul. Cihan, O’nun muhabbeti ile suret bulmuş. Seslendi, ‘Ya Ali, kendine gel.’ Kendime geldim ve putların hepsini kırdım.”

Veysel Karanî, Hazreti Ali’nin bu cevabı üzerine şöyle buyurdu: “Ya Ali! Sen, Hazreti Resulallah’ın hakikatini görmüşsün. Onlar halife olsun. En son sen olacaksın. Çünkü onlar senin dilinden anlamazlar.”

Rubai:

“Her iki gözüm, o mahmur gözlerinden mest olmuştur.

Şunu anla ki, senin aşkından, senin elinden ben elden çıktım. 

Bari bana uy da sen de başını salla, peki de! 

Başında aşk havası esiyorsa, bu haller sende de vardır.”

Hazreti Mevlâna

MANEVİ MENKIBELER – 69

ÜVEYSİM Mİ GELDİ?..

Evliyaların öncüsü Veysel Karanî Hazretleri’dir. Veysel Karanî Hazretleri ile Hazreti Muhammed Efendimiz, ikisi de aynı devirde yaşadılar, aynı yaştaydılar ve birbirlerini hiç görmediler. 

Veysel Karanî Hazretleri, Yemen’de deve çobanlığı yapıyordu. Hazreti Muhammed’in bütün o güzel sözlerini İsrafil’den alıyor, Hazreti Muhammed’i manâlarında görüyor, O’nunla devamlı konuşuyordu.

Bir gün annesinden, Hazreti Muhammed’i görmek için izin istedi. Kalktı Yemen’den, Medine’ye yola çıktı. Hazreti Resulallah’ın evine geldi, kapısını çaldı. Fatma anamız karşıladı.

“Kim o?”

“Ben Hazreti Resulallah’ın üveysiyim. Resulallah evdeler mi?”

“Yok, evde değil, daha gelmediler. Birazdan gelirler.”

“Kendisine selamlarımı, sevgilerimi sunarım. Fazla vaktim yok, yine geri dönmem gerek” dedi ve kapıya elini sürüp gitti.

Aradan bir vakit geçtikten sonra Hazreti Muhammed geldi. Daha gelirken yüz metre öteden Veysel Karanî’nin kokusunu aldı. Bakın üveysinin kokusunu alıyor.

Fatma anamız kapıyı açınca, sordu Resulallah, “Ciğer parem Fatma, üveysim mi geldi?”

“Evet, nereden bildiniz ya Resulallah?”

“Yüz metre öteden kokusu burnuma geldi.”

Aşka bakın ki, Hendek Savaşı’nda, Hazreti Resulallah’ın bir dişi kırıldı. Veysel Karanî, Resulallah’ın hangi dişinin kırıldığını bilmediğinden, otuziki dişini birden çekti. Tıbbın ileri olmadığı o dönemde, bu zat-ı şerif kim bilir ne ızdıraplar çekti? Nasıl kanlar içinde yaşadı? O ağız düzelene kadar ne acılar çekti.

Aşk neler yaptırıyor…

MANEVİ MENKIBELER – 68

DEVELERİ KOVALIYORUM…

Abbasi hükümdarı Harun Raşid bir gün yorgan altına girmiş, Allah’ı düşünüyor. Kardeşi Behlül-i Dânâ Hazretleri de onun gönlünü keşfediyor. Sarayın tavanına çıkıyor, sağa sola koşarak gürültü yapıyor. Harun Raşid’in bütün düşünceleri bozuluyor.

“Kim var tavanda, nedir bu gürültüler?”

“Develeri kovalıyorum.”

“Devenin ne işi var sarayın tavanında?”

“Allah’ın da ne işi var ipekli yorgan altında?”

Başka bir gün, Behlül-i Dânâ Hazretleri saraya geliyor. Bakıyor ki ağabeyinin tahtı boş, geçiyor oturuyor. O sırada da, Harun Raşid’in misafirleri gelmek üzere, görüşüp ziyarette bulunucaklar. Hükümdarın adamları Behlül’e, “Burayı terk et!” diye ikazda bulunuyorlar. Behlül kalkmayınca azarlıyorlar, birkaç da kırbaç vuruyorlar. 

O sırada Harun Raşid geliyor, “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyor, anlatıyorlar. Bu sırada Behlül gülüyor. “Niye gülüyorsun?” diye soruyor Harun Raşid, Behlül’e.

“Yahu” diyor Behlül, “beş dakika oturdum bir sürü kırbaç yedim. Nasıl gülmeyeyim. Sen yıllardır oturuyorsun, kim bilir ne kırbaçlar yiyorsun?”

Bu sözleriyle Harun Raşid’i irşad eden Behlül-i Dânâ Hazretleri yaşadığı devirde bir velîydi.

MANEVİ MENKIBELER – 67

SAKALIMIN HER KILI BİR ŞEMS…

Şems-i Tebrizi Hazretleri, Hazreti Mevlana’ya manen soyunduğu zaman Sultan Veled Hazretleri babasının sahip olduğu o bilgilere, güzelliklere kendisi de sahip olmak istedi. 

Bir gece Şems’in odasına gitti. Onu ocak başında tefekkürde buldu. Şems, hal hatır sordu, onun başını dizine koyup okşadı. 

Bir vakitten sonra, “Ey benim güzel şehzadem! Seni buraya getiren nedir?” diye sordu.

“Babama bazı sırlar ikramda bulundun. Babam çok değişti. Onlardan biraz da bana sunar mısın?”

Şems-i Tebrizi’nin verdiği cevap… “Veled! Veled! Babanın gerek sakalındaki, gerek başındaki kılların hepsi birer Şems’tir. Bende artık bir şey kalmadı. Git benim varlığımı babanda gör.” 

‘Gel sana da öğreteyim’ demedi, ‘Ben artık yükü attım, taşıyana git, orada gör bütün güzellikleri’ demek istedi. Bir kişi manen soyundu mu, o postuna oturmaz, bir misafir gibi gider, orada kendini seyreder. Gün geldi, Mevlana Şems oldu.

Bir gün bir toplantıda Hazreti Mevlana, Şems’in büyüklüğünü anlatırken, kıdemli bir derviş ağlamaya başladı.

Mevlana, “Erenler neden ağlıyorsun?” diye sordu.

“Ya Mevlana! Şems’in büyüklüğünden o kadar duygulandım ki keşke o seneler olsaydım da Şems’i görseydim, diye gönlümden geçirdim.”

Hazreti Mevlana’nın verdiği cevap… “Yazıklar olsun sana! Benim sakalımın her kılı bir Şems. Şems’i benim dışımda mı arıyorsun?”

Yani Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, bütün büyükler bizim sünnetimizdir. Kim nöbeti almışsa bu alemde onların farzıdır. Onları, ona sorarsın.

MANEVİ MENKIBELER – 66

GÖNLÜN KAÇMASAYDI BAĞA…

Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın hilafetine geçtikten sonra, yolda giderken hep ayaklarını sürtüyor, ağlıyor, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanıyor.

Bir gün bahçesini işlerken yoruluyor, bir ağaca dayanıyor, gönlü biraz bağa kaçıyor. ‘Bu sene üzümler nasıl olacak’ diye üzümleri düşünürken uyku basıyor, kendinden geçiyor. O sırada manasında Hazreti Mevlana’yı görüyor. Güler yüzle selam veriyor Mevlana.

Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri! Aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim manama gelmedin” diyor.

Hazreti Mevlana tebessüm ederek şu cevabı veriyor: “Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermeyecektim. Çünkü ben senim, dışarıda ne arıyorsun? Şimdi gönlün bağa kaçtı, bağa sevgini vermemen için sana yüz tuttum.”

Rubai:

“Gönlümü, belânın geçtiği yola koydum. Yalnız senin arkandan koşsun diye, gönlün ayak bağını çözdüm…

Bugün rüzgar, bana senin güzel kokunu getirdi, ben de teşekkür için ona gönlümü verdim.”

MANEVİ MENKIBELER – 65

HEPSİNİ SEVGİLİ YARATMIŞTIR…

Hazreti Mevlana, zahir ilmi bırakıp aşk ilmine girişince camiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk aleminde yaşamaya başladı.

Eskiden görüştüğü iki bilgin, “Mevlana’yı uzun süredir görmedik, ziyaretine gidelim” diyorlar. Biri diğerine, “Hiç soru sormayalım, gönlümüzü okusun, ona göre bize ikramlarda bulunsun” diyor.

Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelip hal hatır soruşuyorlar. Sonra Hazreti Mevlana tefekküre dalıyor, onlara sohbet açmak için ilham gelmesini beklerken. Biri dayanamıyor, “Ya Mevlana! Sana bir şey sorabilir miyim?” diyor.

“Sor.”

“Bu alemde fena nedir?”

Hazreti Mevlana, bunu işitir işitmez başını secdeye vuruyor, kaldırmıyor başını secdeden.

Diğeri arif imiş, anlıyor Mevlana’nın bu halini ve tutuyor arkadaşını kolundan dışarıya çıkarıyor.

Soru soran, “Neden dışarı çıkardın? Mevlana daha soruma cevap vermedi” diyor.

Arkadaşı, “Verdi, verdi…” diyor, “Mevlana, bu iyi, bu kötü diye dile getirirse Sevgilisini incitmiş olur. Çünkü hepsini Sevgilisi yaratmıştır. Bu davranışıyla şunu demek istedi: O güzele varmak için, iyi ve kötü ile nefsimizi terbiye etmeliyiz. Ama bu iyi, bu kötü diye ayrım yaparsak hiçbir yere varamayız.”