MANEVİ MENKIBELER – 10

İşte Şah-ı Merdan…

Bütün Evliyaların Piri Hazreti Ali’dir. O, o kadar gönül alçaklığında yaşamış, zerre kadar kendine benlik vermemiş, fakirden daha fakir hayatını sürdürmüş, cesarette O’ndan cesur yok, hizmetlerde O’ndan daha çok hizmete koşan yok…

Hazreti Muhammed Efendimiz, O’na bir lakab vermişti; Ali Turab, toprağın babası; Ali Murteza, İslam’ın babası; Şah-ı Merdan, bütün mertlerin merdi, yok O’ndan mert bu alemde.

Size şu hikayeyi anlatayım, nasıl bir merttir Hazreti Ali… 

Bir Hükümdarın kızı çok güzelmiş. Hükümdarın şövalyesi, hükümdarın kızına aşık. Hükümdarın da Hazreti Ali’ye karşı buğzu çok.

Şimdi Hükümdar, Hazreti Ali’den çok korktuğu için, istemiyor Ali’yi, oralara gelmesin, bozguna uğratmasın, saltanatı elinden gitmesin. Tellalle ilan etmiş: Ali’yi yeryüzünden kim kaldırırsa, ülkemdeki şövalyeler arasından, ona hem kızımı vereceğim, onu kendime damat edineceğim, yaşamını sarayda sağlayacağım.

Aaa… duymuş bunu şimdi şövalye. Aklı hep kızda, sevgisi onda, böyle bir va’dı işitince, hemen çıkmış Hükümdarın huzuruna, demiş, “Sen sözünde durursan ben de bu başı senin uğruna vereceğim, Ali’nin başını getirmeye çalışacağım… Nerelerde bulunur bu zat? Nasıldır, nicedir?” Tanımıyor Hazreti Ali’yi. 

“Onu” demiş Hükümdar, “ya Mekke’de bulursun ya Medine’de bulursun. Orta boyludur, geniş omuzludur, korkusuz biridir.”

Atlamış atına şövalye, koyulmuş yola, çıkmış Ali’yi aramaya. Gelmiş Mekke Medine yoluna, karşısına bir yolcu çıkmış. Yolcu da Ali. Tabi tanımıyor ki Ali’yi, selam vermiş, O da selamını almış. 

“Kardeş” demiş şövalye Hazreti Ali’ye, “bir şey sorabilir miyim?” 

“Buyur” demiş, “sor.” 

“Ben buranın yabancısıyım.” 

“Belli” demiş Hazreti Ali, “ne istiyorsun, kimi arıyorsun, nereye gitmek istiyorsun?” 

“Ali isminde bir zat varmış, onunla görüşmek istiyorum, onu arıyorum.” 

Hazreti Ali demiş, “Görsen tanır mısın onu?” 

“Yok” demiş, “tanımam.” 

“Peki ne için arıyorsun onu, onunla ne alışverişin var?”

“Ben” demiş, “Hükümdarın kızına aşıkım. Hükümdar dedi ki, Ali’yi ortadan kaldıran çıkarsa ona kızımı vereceğim ve sarayda ikamet ettireceğim. Ben de düşündüm taşındım, param pulum yok. Bileğime güvenen bir insanım. Böyle bir va’d ortaya çıkınca, gideyim arayayım Ali’yi, onunla dövüşeyim, kazanırsam başını alıp getireyim Hükümdara ve muradıma ereyim.”

“Senin Ali’ye karşı var mı bir kinin?”

“Yok. Hiçbir kinim yok” demiş, “kız uğruna dövüşmek istiyorum.”

Durmuş Hazreti Ali, bakmış şövalye saf, harbi konuşuyor. E Ali de saf, tutmuş belinden çözmüş Zülfikar’ı atmış yere. Kalkanı da atmış.

Şimdi şövalye bakıyor, “Ne yapıyorsun?” demiş.

“Aradığın o Ali benim” demiş Hazreti Ali, “Çek kılıcını vur boynuma, al başımı götür Hükümdara, er muradına.”

“Ben bunu yapamam.”

“Aşkın gözü kördür, muradsız kalırsın kardeş, uçururum ben senin başını” demiş Hazreti Ali, “hadi emrime itaat et, çek kılıcı.”

Şövalye bunu görünce, “Vazgeçtim ben kızdan” demiş, “seni o kızdan daha çok sevdim. Ben böyle bir mert görmedim. Ben muradıma ereyim diye başını veriyor.”

“Peki” demiş Hazreti Ali, “ben sana o kızı alacağım.”

Hemem trak kuşanıyor Zülfikar’ı, atlıyorlar atlara, doludizgin geliyorlar Hükümdarın bulunduğu şehire. Ali bir nara atıyor, önüne geleni ortadan kaldırıyor. Şövalye de Ali’den güç alıyor, orayı bozguna uğratıyorlar. 

Ali, kızı veriyor şövalyeye, gidiyor. 

İşte Şah-ı Merdan… Ne kadar şahlar varsa, ne kadar mertler varsa, hepsinin üstünde bir merttir Hazreti Ali.

MANEVİ MENKIBELER – 9

Yuvayı dişi kuş yapar…

Ne derler: Yuvayı dişi kuş yapar. Size bir hikaye anlatayım…

Zamanın birinde bir tembel varmış, ismi tembel Ahmet. Bu tembel Ahmet’in yemeğini, suyunu yatağına götürüyorlar. Bağırıyor hep yattığı yerden, “Kalkamamm, edemeem…”

Sarayda bir gün, Padişahın kızı hizmette bulunuyor babasına, annesine; konu açılıyor, Padişah erkek evlatlarını övüyor. Kızı da dönüp diyor ki: “Efendi baba, yuvayı dişi kuş yapar, erkek kuş yapmaz.”

Padişah, “Sen mi” diyor, “benim sözüme karşı geliyorsun, seni tembel Ahmet’le evlendireceğim. Bakalım Ahmet’i sen adam edecek misin?”

Kalkıyor Padişah, yapıp ne yapıp, ilan ediyor, kızını veriyor tembel Ahmet’e. Kız, ne yapsın, babasının emrine itaat ederek gelin oluyor gidiyor tembel Ahmet’e. 

Bir sabah, Ahmet yatağında duruyor, karnı da acıkmış, bağırıyor, “Yemeek… ekmeek…”

Hanımı karşısında kurmuş kahvaltıyı sabah, “Kalk ordan” diyor, “gel ye.”

“Kalkamaam!..” bağırıyor çağırıyor.

Kız hiç duymuyor, kendisi yiyor. Bir vakitten sonra kaldırıyor sofrayı, o orda aç kalıyor. Öğlen aç, akşam aç… Dayanamıyor tembel Ahmet, yarındası hop çıkmış yataktan, oturuyor kahvaltıyı yiyor. 

Şimdi erzak bitiyor, kız diyor, “Çarşıdan çık al, bana yakışmaz.”

“Çıkamaam, edemeem…”

“Sen bilirsin” diyor kız.

Kız zeki, oruç tutar gibi az yiyor, bunu daha çok aç bırakıyor. Ahmet acıkıyor, gözleri kamaşıyor. Kalkıyor arıyor ne alacak çarşıdan, pazarı da bilmiyor. Çıkıyorlar beraber, Ahmet’in elinde zembil, o taşıyor erzakları, erkek ya. Yapıyorlar alışverişlerini geliyorlar eve. 

Kız diyor, “Ahmet, dünyalığımız bitiyor, çalışman lazım.”

“Ben çalışamaam.”

“E sen bilirsin” diyor kız. Ahmet düşünüyor taşınıyor iş aramaya başlıyor. Bakıyor bir kervan işçi arıyor, atları baksın, atlara su versin, ona da maaş verecekler. Tembel Ahmet o kervana yolcu oluyor, helalleşiyor hanımıyla, çıkıyor işe.

Yolda bir yerde atlar susuyor, geliyorlar bir kuyu başına, kovayı indiriyorlar ama kova suya inmiyor. Bakıyorlar ki, iki tane iri yarı kaplumbağa kuyunun dibinde durmuşlar, suyu kapamışlar.

Tembel Ahmet’e diyorlar, “Sen in kuyunun dibine, suyu doldur bize seni çekelim yukarıya.”

Yok ne yapsın Ahmet… İndiriyorlar Ahmet’i kovayla aşağıya. Bakıyor şimdi kaplumbağalara, duruyor Ahmet onları görünce, hiçbir türlü su alamıyor.

Kaplumbağa dile geliyor, “İkimizden hangimiz daha güzeliz, seçersen sana ikramda bulunacağız.”

Ahmet diyor, “Aranızda hanginiz daha çok sevgiden söz ederse, o güzel sayılır.”

Kaplumbağalar beğeniyorlar Ahmet’in sözünü, ikisi de birer peri haline geliyorlar. Bunun dolduruyorlar kovasını suyla ve iki tane nar veriyorlar Ahmet’e. 

Ahmet suluyor atları, başka bir kervana veriyor narları, götürsün evine. Kervan dönüyor şehire, buluyor Ahmet’in evini, getiriyor narları.

Kız o narları kırıyor, ne görsün, narların içi hep yakut. Kız gidiyor onları sarrafta bozduruyor, bir arsa alıyor babasının sarayı önünde, bir konak da yaptırıyor, orda oturuyor.

Padişah diyor, “Allah Allaah, hangi prens geldi buraya? Ne kadar süslü püslü bir saray yaptı. Acaba Mısır prensi midir? Nerenin prensidir bu?” Merak sarıyor Padişahı.

Şimdi tembel Ahmet dönüyor hizmetinden, arıyor evini bulamıyor. E biraz başlamış artık yürümeye, gözleri açılmış. Anlatıyorlar, bakıyor ki evi olmuş koskoca saray.

Eşine diyor, “Bu nasıl oldu?”

“Senin kazancınla oldu Ahmet. Sen iki tane nar gönderdin, o narların içi yakut doluydu. Onları sarrafta bozdurdum, parasıyla bir arsa aldım, bu sarayı inşa ettirdim.”

Şimdi sarayda eşi hanım hanım oturuyor, Ahmet de efendi efendi oturuyor. Haber gönderiyor Padişah, gelecek onları ziyarete; bunlar da haber gönderiyorlar, buyrun gelin diyorlar.

Kız yemekler hazır ediyor, Ahmet karşılıyor Padişahı. Oturuyorlar, yiyorlar içiyorlar.

Bir vakitten sonra, “Kimsin sen oğlum?” diyor Padişah.

“Ben” diyor, “tembel Ahmet.”

“Nasıl tembel Ahmet?!.. Tembel Ahmet bu sarayı yapabilir mi?”

Tembel Ahmet, “Ben bunları” diyor, “eşimin sayesinde yaptım. Onun sayesinde tembellik de benden gitti.”

Hemen kızı geliyor Padişahın, açıyor yaşmağını, “Eee efendi baba” diyor, “gördün mü, nasıl dişi kuş yaparmış yuvayı… Sen beni verdin tembel Ahmet’e ama, Ahmet tembellikten çıktı.”

Cenab-ı Mevlana’nın her türlü hikayeleri vardır…

MANEVİ MENKIBELER – 8

Büyük lokma ye, büyük söz söyleme…

Büyük Nazif Dede çok kibar bir zat. Fasih Dede de çok harabat olduğu için, onu hep yanından uzaklaştırırmış, “Hadi git” dermiş, “yaklaşma yanıma.”

Allah’ın işine bak, gün geliyor Fasih Dede vefat ediyor.

Cenab-ı Mevlâna, mânâda Mevlevîhane’ye geliyor. “Benim aşığım” diyor, “Fasih Dede yürüdü bana, gölgesi kaldı bu alemde. Selâmımı iletin Nazif Efendi’ye, onu çeyizlesin.”

İstemiyor ya onu Nazif Dede, şimdi Allah’ın işine bak, ona gönderiyor Fasih Dede’yi yıkasın temizlesin. 

Nazif Dede geliyor Galata Mevlevîhanesi’ne düşünceli düşünceli, hemen canlardan biri çıkıyor huzuruna, “Efendi Hazretleri” diyor, “sizlere ömür, Fasih Dede Hakk’ın rahmetine ulaştı.”

Nazif Dede, “Biliyorum biliyorum” diyor, “ve bana yükledi onu temizleyeyim.”

Nazif Dede Hazretleri çeyizlemiştir Fasih Dede’yi.

İnsanlar hiçbir zaman büyük laf söylemesin, ne derler… büyük lokma ye büyük söz söyleme. Eğer Nazif Dede o hizmeti yapmasaydı çıkamazdı Mevlana’nın huzuruna. Bunlar hep yaşanmıştır.

MANEVİ MENKIBELER – 7

Geceki manaya mı bu selam?..

Yine III. Selim’in devrinde, Fasih Dede adında, çok harabat bir zat vardı. Harabatlığından vazgeçmiyordu, devam ettiriyordu harabatlığını. Üstü başı eski ama gönül gözü açık.

Bazen de o haliyle camiinin bahçesinden, avlusundan geçiyor, İmam’a selam veriyor, İmam onu o halde görünce bazen almıyor selamını. Almayınca selamını kırılıyor gönlü Fasih Dede’nin.

O akşam İmam manasında kendini kurbağa sıfatında görüyor, Cenab-ı Allah onu kurbağa yapmış. Havadan bir şahin kuşu geliyor, bunu yakalıyor yerden çıkarıyor yükseklere. Bu şimdi çırpınıyor şahinin pençelerinde. Şahin kuşu yükseliyor yükseliyor, çıkıyor yükseklere, sonra açıyor pençelerini bırakıyor kurbağayı. Kurbağa döne döne iniyor, tam yere düşecekken, Fasih Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, tennuresini açıyor, tak düşüyor tennuresine kurbağa, alıyor kurbağayı bırakıyor yere, mana bitiyor. 

Şimdi yine geçiyor Fasih Dede akşama doğru camiinin bahçesinden, İmam’ı görünce, “Selamün aleyküm İmam Efendi” diyor.

İmam hemen dönüyor, neredeyse yere kadar eğilerek, “Ve aleyküm selaaam Fasih Dede” diyor.

Fasih Dede dönüp diyor, “Geceki manaya mı bu selam?.. Sakın bir daha Allah’ın selamına karşı gelme, bak bu sefer seni kurtardım, tennureme aldım, başka sefer kurtarmam.”

Ne der tasavvuf ehli… “İncitme müminin kalbini, çünkü müminin kalbinde Beytullah var, Allah var.” Müminin kalbini kıran iflah olmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 6

Getirir, burada secde ettirir…

Büyük Nazif Dede Hazretleri, eğitimliydi, yedi lisan bilirdi. Ama Padişah sözü dinlememiştir. 

O devirde hükümdar, III. Selim, kalkıp vezirine diyor ki: “Mevlevi dergahlarının hepsine haftada birer gün izin verelim, öyle gelişi güzel sema meydanı açmasınlar.” 

Bütün Dedeler Padişahtan çekiniyor, fetvaya uyuyor, Büyük Nazif Dede uymuyor. Perşembe de yapıyor, Cumartesi de yapıyor. Bazen haftada yedi tekkede birden hizmet veriyor. Böyle deli dolu, aynı zamanda çok da heybetli bir Efendi Hazretleri. Hüseyin Fahreddin Dede’nin babası. 

Padişah işitince Büyük Nazif Dede’nin fetvaya uymadığını hemen vezirini çağırıyor, “Yahu bu söz dinlemiyor” diyor, “hizmetlere devam ediyor, bir fetva çıkaralım, ceza verelim!”

Vezir hemen, “Aman sakın şevketlim” diyor, “ister misiniz bir Evliya sıfatında olur da, sizin de benim de yedi sülalemiz helak olur. En iyisi, gidelim bir akşam bakalım. Eğer bizim bulunduğumuz gece bir gayrimüslim gelir de Hazreti Muhammed’i tasdiklerse, anlarız ki Evliya sıfatındadır, o zaman ona dokunmayız.” 

Padişah, veziriyle birlikte geliyorlar, oturuyorlar yukarda dergahın mahfilinde. Aşağıda da Büyük Nazif Dede Hazretleri açmış sema meydanını, coşmuş mutrib, semazenler… 

Derken, izleyenler arasından bir Fransız 3. selamda cezbeye kapılıyor, kendinden geçiyor, “Allaaah” diye bağırarak atıyor kendini sema meydanına ve sonra da geliyor Büyük Nazif Dede’nin ayaklarına kapanıyor, secde ediyor. 

O secde edince, Büyük Nazif Dede hiçbir şey demeden dönüyor Padişaha ve dikiyor gözlerini, “Ey Hünkâr” diye sesleniyor, “sen ülkenin Hünkârıysan, Cenab-ı Mevlâna cihanın Kutbu’dur. Bak Fransa’dan getirir, burada secde ettirir.” 

Öylece kalıyor III. Selim, bir daha da Büyük Nazif Dede’nin arkasından laf söylemiyorlar. İşte böyle bir zat-ı şerif…

MANEVİ MENKIBELER – 5

Deme gelmem, zirâ getirirler…

Şeyh Galib Hazretleri, iyi bir ailenin çocuğuydu. Ailesi Şeyh Galib’in okumasını, bir subay olmasını istiyorlardı, bir tekkeşin olmasını istemiyorlardı.

O sıralarda Şeyh Galib Hazretleri, selam olsun üzerine, Esrar Dede’nin yanında, onu çok seviyor, Dede de onu çok seviyor.

Anne ile babası birarada konuşurlarken, annesi diyor babaya, “Sen söyle Galib’e bir şifai dille, gitmesin Esrar Dede’nin huzuruna. Ben söyleyemem, yok başka evladımız, onu çok seviyorum, o incinirse ben ondan daha çok incinirim, sen söyle.”

Baba diyor, “Ben de söyleyemem.”

“Öyleyse ne yapalım?”

“Hadi bir mektup yazalım.”

Yazıyorlar bir mektup, gönderiyorlar Esrar Dede’ye. Esrar Dede alıyor mektubu, okuyor. Okuduktan sonra kısa bir cevap yazıyor: “Burası Hakk kapısıdır, herkes bu kapıya gelir ve kabul edilir. Evladınıza çok düşkünseniz, kendiniz gelip alınız, biz burdan kimseyi geri çeviremeyiz.” 

Dayanamıyor babası, en sonunda Galib’e şifai bir dille onu kendisine çekmek için bir konuşma yapıyor. Şimdi Galib’in kafasına babasının sözleri de takılıyor. 

Bir gün Şeyh Galib dergaha geliyor, Esrar Dede hemen düşüncesini okuyor Galib’in. Galib, gönlünden geçiriyor, acaba Esrar Dede’nin yolu mu doğru, yoksa babam mı doğru söylüyor diye, bunları düşünüyor. 

Bu düşüncelerle çıkıyor dergahtan, eve giderken başı dönüyor düşüyor dizleri üstüne. Düşer düşmez, gökler açılıyor, öyle bir rızık göklerden yağıyor ki, Galib diyor, “Bu hal nedir Rabbim?”

İçinden nida geliyor, “Bunlar mahlukların rızkı, hem yeryüzünde hem yeraltında, onları besliyorum.”

Galib soruyor, “Ya insanın rızkı?” “

İnsana” diyor Allah, “kendimi vermişim, nimetlerden en büyük aklı vermişim, o kendi rızkını bulur. Bu yağanlar mahlukatın rızkıdır.”

Galib bir anda kendine geliyor, kalkıyor ayağa, vazgeçiyor eve gitmekten, dönüyor dergaha geliyor. Hemen çalıyor Esrar Dede’nin kapısını. Esrar Dede buyur ediyor. Galib giriyor Esrar Dede’nin huzuruna. Esrar Dede kaldırıyor başını bakıyor Galib’e ve şöyle sesleniyor: “Deme Galib gelmem, zirâ getirirler.”

Sen gelmem dedin ama bak nasıl yine getirdiler seni… 

Demek ki Galib’in kendisini orayla yetiştirmesi gerekiyormuş. Ve yetiştirdi de, kitab sahibi oldu, Hüsn-ü Aşk’ı yazdı. Bugün Mevlevi camiasında Cenab-ı Mevlana’dan sonra Sultan Veled Hazretleri anılır, Ulu Arif anılır ve Şeyh Galib anılır.

Hüsn-ü Aşk’ı yazarken, Mevlana’nın kasidelerinden alıyor katıyor yazılarına, süslüyor kendi eserini. Dedeler de okuyorlar bakıyorlar ve diyorlar, “Galib bu sözler sana ait değil, bunlar Hüdavendigar’ımızın sözleri.”

Onlara da ne güzel bir cevap vermiştir: “Siz neden bakmıyorsunuz kendi işinize? Hüdavendigar benim sevgilim, her şeyin üstünde onu seviyorum. Ben alırsam sevgilimden alıyorum, sizden aldım mı bir şey?”

“Yok.”

“O halde söz söylemeyiniz” diyor.

İşte her zaman deriz: Hazreti Peygamber Efendimizin yolu baştan aşağıya sevgi yoludur, birlik yoludur, kardeşlik yoludur, aşk yoludur, ne kadar güzellik varsa bütün güzelliklerin yoludur. Zerre kadar Hazreti Muhammed Efendimizin, Mevlana’mızın, Ali’nin yolunda sıkıcı bir şey yoktur.

MANEVİ MENKIBELER – 4

Baş köşe nereye derler?..

O devirde, halk, Mevlana’yı Şems’ten ayırmak istiyorlar. Bir medresenin açılışı için Mevlana’ya haber gönderiyorlar, davet ediyorlar, gelsin açılışını yapsın. İlla bir sebep bulacaklar.

Mevlana, Şems’e diyor, “Kalk, davetliyiz.” Şems, “Davetli olan sensin, beni ne diye davet ediyorsun” diyor. Mevlana, “Ama sen biliyorsun ki, ben sensiz bir yere gitmem” diyor. “Peki…” Kalkıp gidiyorlar.

Mevlana, açılışı yapıyor, hayır duası ediyor, sonra “Bize müsaade biz gidelim” diyor. “Yok” diyorlar, “bizim birkaç sorumuz var. İçeriye buyurmaz mısınız?” Şems diyor, “Sen git, ben burda otururum.” Nerde oturdu Şems-i Tebriz… medresenin kaldırımında. Bakın, yerde oturuyor.

Mevlana giriyor içeriye, “Nedir sorunuz?” diyor. “Sorumuz” diyorlar, “Baş köşe neresidir bir evin içinde?” Cenab-ı Mevlana diyor ki: “Birincisi, bir ev sahibi nereye oturursa, oraya baş köşe denilir. İkincisi, bir Ulema, bir bilgin nereye oturursa, oraya da baş köşe derler. Üçüncüsü ise,” diyor, “Sevgili nerdeyse orası baş köşedir.” Fırlıyor medreseden çıkıyor dışarıya, oturuyor Şems’in yanına, sarılıyor boynuna. İşte, sevgilinin yeri baş köşe…

Hocalar çıldırıyor. Bir ağır soru hazırlıyorlar Mevlana’ya. “Bir sorumuz daha var” diyorlar. “Buyrun” diyor Mevlana, “nedir sorunuz?” “İçki hakkında ne buyurursunuz ya Mevlana? Haram mıdır, helal midir?”

Şimdi koca Mevlana derse haram, Şems’i incitecek; derse helal, Hazreti Peygamberi incitecek. Bakın, şimdi nasıl iki ateş arasında duruyor Mevlana… Ee ama usta.

“Efendiler” diyor, “hepiniz bilginsiniz, alimsiniz, Kur’an-ı Kerim’i hıfz etmişsiniz, tefsirini de yapmışsınız. Şimdi ben size bir soru soracağım, cevap almak isteyeceğim.” “Buyur” diyorlar, “ya Mevlana sor.”

“Bir fıçı şarap bir havuza dökülürse, o havuzdan su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler hemen cevap veriyorlar, “O havuzdan su almak caiz değildir, o su kirlenmiştir artık, haramdır.”

“Aynı fetvayı ben de veriyorum” diyor Cenab-ı Mevlana. “Şimdi ikinci sorum” diyor, “bir fıçı şarap denize dökülürse, o denizden su almak caiz midir, değil midir?” Bilginler, “Deniz tuz tabiatındadır” diyorlar, “şarabı yakar, o denizden su alınabilir, helaldir.” Mevlana bunun üzerine, “Benim Efendim Şems ne bir havuzdur ne de bir deniz, o bir okyanustur” diyor, “kusura bakmayın, bana müsaade…” Ve geçiyor koluna Şems’in, kalkıp gidiyorlar. Hocaların hepsi kalakalıyorlar.

Bu hikayeden maksat, onların ne kadar zeki olduklarını, onların ne kadar aklın büyüğünde olduklarını sizlere anlatmaktır. Bu yüce zatlar dünya durdukça sevenleriyle yaşayacaklar ve en güzel şekilde anılmaya devam edeceklerdir.

MANEVİ MENKIBELER – 3

Evliyalar manevi kardeştirler…

Evliyalar arasında birbirlerine karşı inat yoktur, kavga yoktur, haset yoktur; sevgi vardır, birlik vardır. Şimdi nasıl birlik var?..

Kalkmış biri bir kurban almış, gelmiş Cenab-ı Mevlana’nın huzuruna, selam vermiş, almış Mevlana selamını. “Ya Hüdavendigar” demiş, “senin sohbetinden faydalanmak istiyorum. Destur var mı, bu kurbanı tığlayalım, burda kaynasın, canlar lokma etsinler?”

Cenab-ı Mevlana, kurbanı almadan evvel sormuş, “Senin sağa sola bir borcun var mı?”

“Var” demiş.

“O kurban burda kesilmez” demiş Mevlana, “peşin borçlarını ödemiş olsaydın, sonra buraya adağını getirseydin.” Kabul etmemiş. “Otur” demiş, “burda Hakk ne verdiyse yiyip içelim, muhabbeti dinlersin.”

“Yok” demiş “madem kabul etmedin oturmam.”

“Sen bilirsin.”

Kalkmış, almış kurbanı, gelmiş Hünkar Hacı Veli Bektaş’a, aynı teklifi yapmış.

Hacı Veli Bektaş fazla incelememiş, “Tığlayın” demiş, tığlamışlar. Tığlandıktan sonra kazana atılmış.

Dönmüş Hacı Veli Bektaş’a, selam olsun üzerine, “Ya Hünkar” demiş, “senden önce gittim Hüdavendigar Hazreti Mevlana’ya, aynı teklifte bulundum, o kabul etmedi. Sen kabul ettin.”

Hemen Hünkar Hacı Veli Bektaş kendini toparlamış, “Hüdavendigar Mevlana, bütün Evliyalar arasında en pürüzsüz bir Evliya’dır” demiş, “zerre kadar pürüz kabul etmez.”

Adam susmuş. Kalkmış Hacı Veli Bektaş’tan tekrar gelmiş Mevlana’ya, çıkmış huzuruna, “Sen” demiş, “kabul etmedin ama Hünkar Hacı Veli Bektaş kabul etti.”

Cenab-ı Mevlana dönüp demiş, “O öyle bir deryadır, özünü almıştır kirini atmıştır.”

Adam demiş, “Yahu açamadım ikisinin arasını.”

Sen nasıl açarsın onların aralarını, onlar Hakk ile Hakk… Bunlar hep yaşantılarda olmuştur. Ama akıl var yakın var… Evliyaların hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar sureten ayrıdırlar ama manada hepsi birdirler.

MANEVİ MENKIBELER – 2

Yine zevrak eder ruhum…

Allah diyor, bu kadar benden konuşuyorsun, acaba sen oldun mu? Bakın bir de yoklama da yapıyor bize… “Sen O musun?” diyor, “O sen misin? Sen O isen, O sen isen, neden bu alemde gam yersin?” Sıkıntılara girersin, of pof… Allah sıkılır mı? Hiçbir zaman… Demek ki sen O olmamışsın daha. Sen O değilsin, O sende değil; gam yemekte haklısın sen. Hep bizi o dereceye getirmek istiyor. 

Şeyh Galib, ruhu şad olsun, o da güzel söylüyor. Bulmuş Allah’ı kendinde, şimdi bir coşku var içinde, sesleniyor: “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Yani ruhum o kadar coşmuş, zevrak ediyor, istiyor beni çıkarsın ortaya ben kimim. Yine diyor, “Dayanır mı şişe bu, senin esrar-ı rengine.” Şimdi yapıyor vücudunu şişe. Yarattın, diyor koskoca cihanı girdin bu şişe içine. Çıldırıyor şimdi Galib… “Reh-i Mevlevi’de Galib, bu sıfatla kaldı hayran.” Verdim rehimi Mevlana’ya, başımı da O’na kestim, O’nunla ben bu hale geldim, O’nun ben hayranıyım, fazla bir şey söyleyemem, diyor ama ne diyor en başta… “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Ben Hakk’ım, diyemiyor, ama sözleriyle diyor. 

Yine ne diyor Galib?.. Hakk aşıkları gama ve kedere tutulmazlar. “Aşıkta” diyor, “gam keder neyler? Gam, keder halk-ı cihanındır.” Bu da Şeyh Galib’in sözü. Bakın ne diyor? Aşıkta gam, keder neyler, o hep sevgilisiyle beraber. Ooo… ne alemlere geziyorlar. Gülüyorlar, eğleniyorlar; sen burda ekşitmişsin yüzünü, kızıyorsun. Diyorsun, bu hiç kızmıyor, üzülmüyor. Ne var bunda? İşte var onda, Hakk var. Aşıkta gam, keder neyler?.. Gam, keder halk-ı cihanındır.

Onun için Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Sevgin yok bir yere, o sevgi çoğalmamış, aşka dönüşmemiş, “Ey yolcu” diyor, “sen yaşarken ölmüşsün…”

MANEVİ MENKIBELER – 1

O, yarının büyüğüdür…

Bir gün Mevlana’nın karşısına 4-5 yaşında bir çocuk çıkmış. Hemen koşmuş Mevlana’ya, elini öpmeye. Mevlana eğilmiş çocuğa, okşamış başını, almış elini öpmüş.

Demişler, “Ya Hüdavendigar, sen onun elini niye öptün, o daha çocuk?”

“O yarının büyüğüdür” demiş, “bende çocuk yok, insan var.”

Yani çocuğa dahi insan olarak bakıyorum, diyor. Çocukla da ders vermiştir bize Mevlana. Kimseyi küçük görmeyeceksiniz, kimseyi…

Bizim yolumuz Hazreti Muhammed’in, Hazreti Ali’nin, Hazreti Mevlana’nın yoludur. Onların dilinden bal tat aldı, şeker tat aldı. Bütün güzellikler tat aldı onların dilinden… Çiçekleri ne görüyorsun bahçelerde, onların o güzel sözlerinden renk almışlardır. O güzel kokuları ne görüyorsun, onların o güzel sözlerinden o güzel kokuları almışlardır…

Hepimizin özümüzde aşk var, sevgi var, hepimizin… Onun için aşktan, sevgiden konuşalım, onların diliyle çıkmaya gayret sarfedelim, çıkmayalım kendi dilimizle; güzel konuşalım, güzel söz söyleyelim, yapıcı olalım, kırıcı olmayalım.