MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 21

🌹“Yâ Rab aşk belâsıyla içli dışlı kıl beni, bir an bile ayırma aşk belâsından beni. Az eyleme yardımını dertlilerden, çok aşk belâları ver bana. Gittikçe artır sevgilimin güzelliğini, bana gelince onun derdine daha çok müptelâ et beni.”

Yine huzûrunda ölmek için salına salına geldim ey defalarca beni gamdan, gussadan, sıkıntıdan kurtaran güzel.

Ben kupkuru, şahrem şahrem yarılmış yeryüzü gibiyim, bulutum da lütfundan, miskim de; gök gürültüsünden başka bir ses istemem, elime kıvrım kıvrım siyah saçlarından başka bir şey almam, başka bir şeye sarılmam.

Sana tutsak olmak, beylikten, hürlükten yüz kat iyi, hele, ey gönlü hasta tutsağım benim, dediğin zaman.

Sana gelen, sana ulaşan bir avuç toprak, senden kaçan, senden uzak bulunan altından yeğdir; hele bir, a benim azıksız yoksulum, dediğin an yok mu?

Macerayı bırak artık, nerde akıl ki olanla, bitenle uğraşacak; virdim de çeng, zikrim de; şeyhim de şarap, pîrim de.

Ey sarhoşların canlarına can, ey eli darların definesi, güzelliğin cennetinde bala, süte gark oldum ben.

Kıyâmeti gördüm, kendimi kaybettim, varlığım görünmez oldu; yay gibi ikiye büküldüm amma ok gibi de uçup gidiyorum.

Ey kendisinden ayrılmama imkân bulunmayan dost, bir avuç topraktım ben, senden esip gelen yel tozuttu, havalara kaldırdı, yüceltti beni, fakat sensiz nerelere gideyim?

Ey göz nûru, din nûru, akıllıca otur dedin, ey perdelerimi yırtan, beni kendi hâlime mi bırakıyorsun ki?

Elest kuluyum, o zamandan seninim, sonra da o zâlim, o gaddar ayrılığın beni tutmuş, pervâsızca sürüp duruyor.

Yüzünün ilkbaharı olmadıkça şu ağacım, nasıl güler, hamurumu sen yoğurmazsan mayam nasıl tutar?

Sofranı, nimetlerini göreli tiritten kurtuldum; varlığını gördüm de o andan beri varlığımdan kaçıyorum.

Benden kaçtın, vazgeçtin mi akıldan da geçerim, candan da; benimle oldun, bana tecellî kıldın mı esir kubbesinden ta üstüne çıkarım.

Oturdum mu ey can, bir selâmcık ver bana, selâmımı al; çünkü bu son oturumum selâmsız olmaz.

Nasıl el çırpmayayım ki, güzelim elimde benim; nasıl ayak vurmayayım ki zir perdem bem oldu, altüst olmuşum zaten.

O sevgiliye bizden selâm götür, öylesine bir doğuya tapı kılmak iyi, çünkü ben de onun yüzüyle nûrlanmışım, onun yüzünden nûr istiyorum.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 20

🌹“Geç ey seçilmiş dost; çünkü nurun ateşimi söndürdü.”

Hazreti Muhammed’in hadîsini duymadın mı; o serverin ne dediğini işitmedin mi?

Cehennem mümine böyle der buyurdu: Geç ey seçilmiş dost; çünkü nûrun ateşimi söndürdü; işimi gücümü yele verdi.

Cehennem, müminin yüzünden tümden söner, ölür giderse, parça-buçuk nefis ne hâle girer? Artık sen söyle.

Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut. İşin gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o senin zehirini giderir; sana şekerler verir.

Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi bildikten sonra bilgiden hiç söz açma, kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık, çünkü ulaştıktan sonra araman, âdetâ ırmak içinde su aramaktır.

Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, gene bilmeye çalışmak, anlamsız bir şeydir. Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık.

Maksada ulaştıktan sonra gene de onu araman, dilemen, bir şeyi bulduktan sonra onu bir daha aramaktır; onu tekrar aramaya kalkışma.

Ona kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten eser kalmaz ki, kalan O’dur, O’ndan başkası yiter gider; O’nun dilemediği her şey ortadan kalkar. Artık sen, Allah’a kavuştun, ebedî oldun; O’nun şarabını içtin, neşeyle kandın demektir.

Şeyhin bağışını ebedî rûh bil; öylesi rûhu da şarap say, sâkî tanı. O’nun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır; ama bunların üçü de birdir, ayrı sanma. Zevki bir gör, iki görme; cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma, çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma, çünkü senlik o durağa sığışmaz. Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah’dan binlerce yardıma nâil olasın. Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak, gel de ad sahibi ol.

Katreydin, coş köpür, deniz kesil; aşağılığı bırak, yüceye ağ. Kendine gel, aslından ayrılma, gel beri; O’nun aslı da sendedir, faslı da. Çünkü öz-özet sensin; âlemse tortudur. Sen, pek, hem de pek büyüksün; âlemse küçücük bir şey. Sen tek bir şeysin, dağlarsa yüzlerce; o kadar da ağır, ama onları yerlerinden kaldırıveren sen değil misin?

Bu dünyanın sonu sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu. Bunu gören göğe ağdı; Hakk’ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı gitti.

O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yen, göğü bile deler geçer. Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit O gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka kimsecik yok; değil mi ki sen şeyhine itaat ediyorsun, hem rûh kesildin hem beden, ikiniz de zevkle dopdolu bir hâle geldiniz demektir, ikiniz de şevkle dirildiniz artık. Bütün bedenlerdeki şevk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şevki bir bil.

Şevk şüphe yok ki seni cennetlere götürür; hem de öyle cennetlere ki gönüllerden, öz arılığından var olmuşlardır.

Ben bu aşağılık âlemden feryâd etmedeyim; çünkü herkesi her solukta kendine meftûn etmede, aldatmada; gözünün önüne güzeli diker, bağı bahçeyi getirir; tatlı içinler sunar, oysa zehirdir, zakkumdur onlar.

Dünyanın bezentileri, gönül perdesidir; çünkü hepsi de sudan topraktan var olmuştur.

Beden bakımından altı yönle beş duygudan ibaretiz ama, her birimiz, yüzlerce defineyiz. Melek gibi göğe uçmadayız, arılık-duruluk göğüne yücelip durmadayız.

Can gibi başsız-ayaksız gidiyoruz; yuvar-teker, yerden, yersizlik, mekânsızlık âlemine yürüyoruz.

Beden hapishânesinde dört mıhla çakılmışız, çarmıha gerilmişiz ama şüphe yok ki hepimiz de O’nun nûruyuz.

Aşk dünyasında ikilik yoktur; geç ikilikten; hepsi de tümden, sensin, sen…

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 19

🌹“Can kimdir ki, gözlere senin gibi şirin görünsün? O, gözüyle, gönlüyle seni avlamaktadır sanki. Mezarımın üstünde bir diken bile bitse, o diken aşk ile feryâda gelir.”

Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’da dostlarından iki üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir hâlde bulunduklarını gördü.

Bilgiden doğma merhameti coşup “Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.

“Biliyorum… Karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan adeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.

Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.

Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… Benim öğüdümü can-ı gönülden dinleyin.

Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu, gönlünüze pek hoş gelir.

Onlar pek kuvvetsiz, pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.

Yavrusunun ardından feryâd-ü figân ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.

Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.

Yavrum velîler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın… Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvâlinden haberdârdır.

Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrı’dır.

Tanrı dedi ki: Bu velîler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.

Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakîkatte dostları da benim, nedîmleri de.

Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüz’ülerimdir.

Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir. Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.”

Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?

Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?

İhsân ve kerem sahibi Lut, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?

Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.

Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.

Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.

Söylesem uzun sürer. Ciğer de ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.

Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… Bu görüşten ne kadar uzaksın!

Bu kör, ne şaşılacak kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.

İnsan, hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.

Benliğini kıracak yerde oyna, salında şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.

Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raks ederler.

Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… Noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.

Çalgıcıları, içlerinden def çalar… Denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.

Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.

Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… Ten kulağıyla duyulmaz ki.

Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.

Muhammed’in kulağı, sözlerin içyüzünü duyar. Tanrı, ona Kur’ân’da “Kulağın ta kendisi” der.

Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti süt ninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 17

🌹“O’nun Kibriyâsının çatısının altında öyle Allah dostları vardır ki, melekleri avlarlar, Peygamberleri ganîmet alır, tuzaklarında Allah’ı tutarlar…”

Hazreti Ahmet’in bedeni ve bedenine ait sıfatları şu an Medine toprakları altında uyumakta fakat onun doğruluk makâmındaki o ulu huyu, ve bâkî olan rûhu apaydın bir güneş gibidir! O bâkî rûh hiç değişmez, hiç başka bir hâle gelmez. O uykuya ihtiyacı olmayan bir arslandır, fakat kendini öylece uyur gösterir… Hayvanî duyguyla bakanlar, sahîden uyuyor, hattâ ölmüş sanırlar!

Pak ve tertemiz aşk, Muhammed’le eşti. Tanrı aşk yüzünden O’na “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım…” dedi. Çünkü O aşkta tekti. Onun için, Tanrı O’nu peygamberler içinden seçti.

Senin nûrun olmadıkça aydın gün bile gecedir… Sana sığınmadıkça arslan bile tavşan kesilir! Ey Mustafa, bu nûr denizinde bizlere kaptanlık et… Akıllılara bir yol gösterici lâzım… Hele yol, deniz yolu olursa!

Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin… Âhir zamanın yasına neşesin sen!

Ey benim ulu peygamberim, sen vaktin İsrâfil’isin; kim kıyâmet nerde derse a güzelim, kendini göster, işte kıyâmet benim de! Bu kıyâmetten yüzlerce âlem kopmada!

🌹“Zülfünün uçları gibi perişanız elinden. Hem güzelsin, hem de öyle zülfün var… Biz artık senin olduk. Her nerede bulunsak sofrandayız. Senin yolcun, senin konuğun, yalnız senin konuğun olduk…”

Allah’ın armağanları olan rûhlar, peygamberler şâhının yoluna toprak kesilmişlerdir.

Tahtı, mekânsızlık âlemi olan o padişâhın süpürgecileridir Hakk’a en yakın olan melekler bile.

Öyle bir padişâhtır ki Ay bile ayağını öpmek için parçalanmıştır, yıldıza dönmüştür.

Cebrâil, onun nimetinin bir habercisidir; Mikâil, onun vekîlharcıdır.

Tertemiz zâtı, “Sen olmasaydın” sözüyle övülmüştür; sıfatları, Kur’ân’a zarf ve mazrûf olmuştur; Kur’ân, onun sıfatlarını bildirir; sıfatlarıysa Kur’ân’da mevcuttur.

Sayvanının kapısı, “Kâbe kavseyn”dir; iki âlemin bilgileri, ayağının altına döşenmiştir.

Mertebesi arş gibi yüce olan Melekût padişâhıdır; derecesi ferş olan Ceberût ayıdır.

Yaratılışı, varlık âleminin yaratılışına sebep; ümmeti, ilim sırrının mirasçısı.

Allah’ın birlik aynası, tümden, olduğu gibi, onun vücudunun aynasıdır. Gerçek inançtan haberin olsun; sana bir Allah’la bir peygamber yeter.

Misk gibi simsiyah olan İsrâ gecesi, onun peygamberlik fermânındaki tuğradır, Tanrı mühürüdür, Tanrı tasdîki.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 16

🌹“Senin aşkınla âlemin Erganun’u olmuşum. Senin mızrabınla her hâlimi açığa vurdum… Şimdi kılığım bir saza döndü. Hangi perdeme dokunsan oradan inliyorum.”

Rûhun rengi yoktur. Fakat renkli camlardan görünen ışık, renklenir.

Tanrı, kendi zâtında suretsizdir. Fakat kâinatta ve Âyân-ı Sabite’de dilediği surette görünür.

Tanrı’nın âlemi yaratması, birçok değişik suretlerde Hakîkat-i Mutlak nûrunun görünmesidir. Varlığı kendinden olan Hâlik’in aynasıdır.

Bütün varlıklar o bahçeden otlarlar. İster burak olsun, ister cinsi güzel atlar, ister eşek…

Fakat kör at, körce otlar da onun için red ve inkârdadır.

Yeryüzünde ne varsa hepsi fânîdir, ancak ululuk ve kerem sahibi Rabbin cemâli bâkîdir.

Çünkü her şeyin asıl hakîkati, ezelî ve ebedî varlığı kendinden ve daima var olan görünüşleri ise, göklerin ve yerin nûru olan Allah’ın nûrunun gösteriş gölgesidir.

Hakk, Kur’ân’da, kâinatta görünen maddîyata ve rûhlar, gaybî suretler gibi görünmeyen mânevîyata and içmektedir. Bu ilâhî bir işaret ve nüktedir. Her şey hadd-i zâtında kutsal, her şey aslında temizdir, mübarek ve güzeldir. Çünkü her biri Hakk’ın esmâ ve sıfatlarına, sanat ve kudretine aynadır. Hepsi de Allah’ın nûruyla görünmüştür. Bunların bir kısmında çirkinlik, kötülük, sapıklık varsa, hepsi de görünüştedir. Surî, arizîdir; hakîkatte değildir.

İnsan, kendindeki iğreti benlik perdesini, eşya ve esmâ gölgesini, gözünün önünden kaldırıncadır ki, mânânın yüzü, müsemmânın nûru görünür.

Rabb-ül âleminin mânâlar denizi olan dinin Şeyhi: “Mânâ yok mu? İşte O, Allah’tır” dedi.

Ey Allah’ım! Yüz binlerce tuzak ve yem var; bizler de aç kuşlar gibiyiz. Her birimiz birer doğan olsak da, her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz.

Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarıyorsun. Ey ganî ve müstağnî olan Allah’ım! Biz yine bir tuzağa doğru gidiyoruz.

Ama her adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok! Biz çenk gibiyiz, sen mızrap vurmaktasın; inleme bizden değil, senden!

Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sadâ senden.

Kazanıp kaybetme de olan satranç gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.

Biz yokuz. Varlıklarımızı, fânî suretle gösteren, vücûd-ı mutlak olan sensin.

Biz arslanlarız; ama bayrak üstüne resmedilmiş arslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir. Varlığımız senin îcadındır.

İn’âm ve ihsân lezzetini bizden esirgeme!

Bize, bizim işlerimize bakma; kendi ikrâmına, kendi cömertliğine bak!

Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin; hadsiz, hesapsız ihsânlarda bulundun.

Ezelde bağışladığın şu irfân damlasını, denizlerine ulaştır.

Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidâyet ver. Bilgilerle zenginlikle övünmeye imkân yok.

Kerem ederek hidâyet ettiğin kalbi azdırma; takdîr ettiğin kötülükleri bizden defet.

Kötü kazaları üstümüzden esirge; bizi sana razı olan kardeşlerden ayırma!

Senin ayrılığından daha acı bir şey yok; sana sığınmazsak, sen esirgemezsen işimiz gücümüz ancak kargaşalıktır.

Allah’ım, gözlerimiz sarhoş bir hâle geldi. Yüklerimiz sırtımızı ağırlaştırdı, büktü. Sen bizi affet!

Ey gizli olan Allah’ım! O âleme de doldun, bu âleme de. Doğu nûrunun üstüne de yüceldin, batı nûrunun üstüne de.

Ey zâtı gizli, ihsânı açık Allah’ım! Sen su gibisin, biz ise değirmen taşı. Sen yel gibisin, biz toz. Yeli gizlersin; tozu ise meydandadır.

Sen can gibisin, biz de el ve ayağa benzeriz. Elin hareketi de can vasıtasıyladır.

Sen akıl gibisin, biz şu dile benzeriz. Bu dil, şu anlatışı akıldan alır, akıldan beller.

Rabb’imiz, biz nefsimize zulmettik, bir hatada bulunduk. Ey merhameti bol Allah’ım, bize acı!

Ey suçluların feryadına yetişen! Ayrılık acısını erkeklerden de uzaklaştır, kadınlardan da.

Senin vuslatını umarak ölmek hoştur; fakat ayrılığının acısı yok mu, ateşin de üstündedir o.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 15

🌹“Ben ölürsem siz beni geri getirin, ölü bedenimi sevgilime teslîm edin! Eğer o solmuş dudaklarıma bir öpücük kondurur, ben de hemen dirilirsem buna hayret etmeyin!”

Söylemiyeyim, demiştim. Fakat söyliyeceğim. Ben nerede, sözünde durmak nerede?.. Yeryüzü baştan başa tövbe bitirse, onun hepsini aşk bir anda ot gibi biçer gider… O sebepten ki, tövbe hûrî gibidir; aşk ise kükremiş deniz gibidir, dağ gibi yükselen coşkun dalgaları durdurulmaz.

Allah, her derdin yanısıra bir ilacını vermiştir. Aşk derdi de eskidir ama ilaçsız kaldı…

Eğer aşk derdinin devâsı varsa, bu devâ senindir ve senden olur. Zîrâ on kat damı olan semâyı saman ve çöplere kim kapayabilir?

Her kimin rûhu, Allah’a karşı, “Yokluk iftihârımdır.” nevbetini çalarsa o kimse tâca, tahta, gösterişe ne diye iltifat etsin?..

Hakîkatlerin bağı ve çimenliği cihanı tutmuşken, neden birkaç panzehir otu arasında otlar dururlar? Neden?

Bugün ben âşıklar terzisinin dükkânına gidiyorum ki, bin arşın sevdâdan bana bir esvap yapsın. O, istediğim gibi bol bol keser ve yakışıklı esvap diker. Öyle bir esvap diker ki, seni Azrâ, o esvapta görünce beğenir; sen bir iken seni onunla çift eder. O tek güzelle seni öyle birleştirip diker, öyle uzlaştırır ki, bütün ömrünce gönlünü ona verirsin. Ondaki o ne ibrişimdir, o ne sağlam bir sanat inceliğidir, o ne parlak eldir!..

Sen gönlünü bütün bütün ona verince, mekânsızlık ve birlik makâmından ininiz; emrinin, eşi görülmemiş makas yarasının yarığı kavuşur ve sağlaşır…

Ben onun parça parça şeyleri biraraya toplaması sanatına hayran oldum. Çılgın bir âşıkın renkten renge değişen hatırı gibi, yok ve var ederek ayrı ayrı şeyleri birleştirmesine, düzeltmesine derin hayranlığım vardır…

Gönül topraktan yapılmış bir yazar bozar tahtasıdır; o da gönül mühendisidir. Eşyanın hakîkat rakamlarını, resimlerini onda ne güzel gösteriyor…

Gönül tahtasında seni, sayılar gibi, bir başkasına çarparcasına o Mimar kendine çarpsa, ne çıkar?.. İşte çarpmanın hasılını gördün ya; şimdi gel kıymeti de gör: bir damlayı o, denize nasıl akıttı ve deniz yaptı!.. Bütün birbirine zıt olanları biraraya toplamakla ve uzlaştırmakla karşıladı… 

Sükût et; bu eşsiz şaşılacak kudretlerden fikrin parmağı ağzında kaldı!.. Ben, binlerce geniş kırba, binlerce geniş karın isterim. Zîrâ âb-ı hayat lezzetlidir ve ben susuzum, kana kana su istiyorum…

Gönlünü kaptıran âşıktan ne diye vefâ istiyorsun? Gönül gidince vefâ da arkasından gitti… Dün gece, yalvarış zamanında, canların tarafsızlık yönünden gelen iniltileri ve feryâdı beni uykudan uyandırdı…

Ben yüzlerce çomak arasında kalmış bir top gibiyim. Öyle bir top ki, meydandan ve dağdan bir taştan öbür taşa zıplar, yuvarlanır. Yuvarlanır, ama Şâhın niyeti nerede, topun niyeti nerede? Yârin boyu nerede, Sâlâ haykırışı nerede?…

Ben sana olan şevkimin taşmasından deniz gibi coştum. Ey her şeyi bilen Şâh! Ey konuşan inci! Sen söyle…

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 14

🌹“Sende bir güzellik var ki, büyüsü cihanı sarmıştır. Seni kıskanan hayırsız kıskanç o güzelliği nasıl anlayabilir. Yanağının kırmızılığı ateşinden yahut kuruluğundan değil, belki uğrunda ölen âşıkların kanlarının rengidir.”

Gidelim, deniz kıyısında bir ev tutalım. Çünkü deniz cömerttir, inciler verir. Bil ki, canla sohbet, kişiyi canla renk yapar. Tıpkı gökle sohbetten yıldızlar güzelleştiği gibi…

Meselâ elin vücuduna yapışıkken birçok hüneri vardır; fakat cisimden ayrılınca denizden ayrı düşmüştür. Ten canla sohbette oldukça güzeldir, güzel işler yapar. Ya can gibi (Azrâ) sevgili olursa, zavallı ten ne olmaz?… Ama elsiz olsan, senin hünerin nerede kalır?… Çünkü o zaman buluşma zamanı değil, ayrılık zamanıdır.

Allah Allah… Haydi yârin nazını çek, sakın bıkma. Yârin nazı binlerce helvadan tatlıdır. Ayrılığı görmedin, Allah sana göstermesin…

Bu bir duadır ki, bundan güzel hiçbir dua olmaz.

Bizim cüzî olan rûhumuz, küllî olan rûhtan ayrılınca:

“İhbitu!” (Aşağı ininiz!) emriyle öyle bir yüksekten indi ki, kesik el gibi işinden kaldı, kediye azık oldu. Bu ne büyük bir belânın delilidir… O kedinin elinden nice arslanların pençesi faydasız kaldı. Çünkü kedi onu içten gizli gizli çekiyor. Ne yaparsın, hüküm böyle!

Eğer o elin bir damarı oynuyorsa kavuşmak ümidi vardır; vücudun binlerce cüzü, o elin kavuşma devletine ermiştir.

Hoş huylu şehriyârın bu kudretine şaşma. Gök parça parça el gibi iken, onun avucunda bir parça oldu.

Evet, ey şehriyâr! Sen cihanın şâhısın, parçaları birleştiren bir üstâdsın. Bizim parça parça olan vücudumuzun her cüzüne bak, acı; çengimizi kırdın, düzelt, sağlaştır ve kendi tarafına doğru çek. Elest zevkinden çadır kuruver ve “Evet, sen Rabbimizsin!” sözümüzü de kabul ediver.

Şimdi de, “Evet, sen Rabbimizsin!” diyoruz ama o ilk “Evet!” diyişimizdeki duygu, o tad nerede… Zîrâ o, rûhun nârâsıydı bu ise dağdan sadâdır…

Ey şehriyâr! Benim ney’imi kırdın, kırığı sarıp düzelt ve ney’imizin bu yalvarışını, rûhun o nârâsındaki seslerle bir gör, ta ki, bizim neypâremiz, yüzlerce taze rûhun sesini versin ve ben üflediğim zaman, o ses versin ki, ben de hoş edâlı olayım.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 13

🌹“Öyle bir şaraptan sarhoşum ki, kadehinin süsü aşktır. Öyle bir ata binmişim ki, dizgini aşktır. Benim Ay yüzlü sevgilimin aşkı gerçi büyük bir iştir, ama ben öyle bir Şâh’ın kuluyum ki, aşk O’nun kölesidir.”

Bil ki, Allah’a yükselme yürüyüşünde ar, büyük bir engeldir. Bu söz, garâzsız ivâsız bir sözdür. Bunu iç açıklığıyla kabul et.

Düşün; Mecnûn neden o bin türlü dîvâneliği gösterdi? O seçkin çılgın neden binlerce ah etti, figânını yükseltti?… Bazen esvâbını yırttı, bazen dağlara koştu, bazen zehir attı, bazen fânîliği göze aldı.

Leylâ’nın çehresinin aşkı o değerde olursa, asıl Leylâ olan Tanrı’nın, kulunu geceleyin aşkında yürütmesi nasıl olur?…

Örümcek öyle büyük avlar tutarsa, her şeyden üstün olan Rabbimin kuvvetli ağı, düşün neler avlamaz?…

Sen âşıklardan Veysel’nin, Râmin’in dîvânlarını görmedin mi? Vâmık’ın, Azrâ’nın hikâyelerini okumadın mı?…

Aşk yolu bütün mestlik, bütün kendini aşağılamaktır. Zîrâ görmez misin? Sel aşağıya akar, yukarıya çıkmaz.

Denize girerken, ıslanmaması için, esvâbını soyunsan, istediğin kadar dalmak senin elinde olur.

Efendi! Sen ne kadar nâçiz bir kulsan, âşıklar halkasında o kadar, yüzük taşı gibi olup kıymetlenirsin. Nasıl ki, bu toprak arz, göğe esirdir; nasıl ki, tenin her uzvu rûha esirdir.

Gel bana söyle, bu toprak, bu bağlılıktan ne ziyân etti? Akıl tenin, her cüzüne ne iyiliklerde bulunmamıştır?…

Can kulağıyla dinle; Tanrı müştâklarının gizli gizli feryâdından şu yeşil kubbenin boşluğuna ne gürültüler aksetmiştir…

Evlât! Davulu kilim içine sarıp çalmak gerekmez. Aşk sahrâsının ortasına, kahramanlar gibi sancak dik.

Aşk, sarhoşluğundan, ipek esvâbının bağını çözüp de nûr vücudunu gösteriverince, sen o zaman meleklerin hayhuyunu dinle; hûrîlerin hayretlerini gör…

Âlemin altında ve üstünde aşktan bu ıstırap nedir?… Hâlbuki, aşk, alttan, üstten beridir. Güneş doğunca gece kalır mı? Allah’ın yardım ordusu yetişince güçlük kalır mı?

Ben sustum; ey canın canânın canı! Sen söyle ki, senin güzel yüzünün şevkinden, bütün vücudum zerre zerre söyler oldu.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 12

“Ey gönül! Sen güzelsin, o Hüsrev’in yüzünden büsbütün güzelleş, eğer hoş bir Hüsrev isen, o güzel Şirin’in Hüsrev’i isen gerçek aşka düş de Ferhat ol!”🌹

Kerem ile Aslı’ya bak, Ferhat ile Şirin’e bak.

O zamanlarda, Ferhat ile Şirin aynı sarayda yaşamaktaydı. Ferhat da sarayda hizmetli olarak çalışmaktaydı. Bir gün aşk çıkageldi ve Ferhat’la Şirin’i âşık etti. Bunun üzerine Ferhat babasından padişahın huzûruna çıkıp Şirin’i ondan istemesini rica etti. Padişah, Ferhat’ı kızına lâyık bulmadı, ama istemedi gönüller kırılsın, işi zora koşmak için;

“Şu dağı delip su çıkarırsan, Şirin’i sana veririm” dedi.

Ferhat aşkı uğruna, gece gün dağı delmeye başladı. En sonunda su fışkırdı. Su, Ferhat’ı altına alıp boğdu. Şirin, Ferhat’ın onun uğruna rûhunu verdiğini öğrenince, o da hançerini çıkarıp kalbine sapladı.

İşte aşk neler yaptırıyor.

Bu yoldaki Dedeler, biri Mevlevî canı olmak için geldiği zaman, “Hiç âşık oldun mu?” diye sorarlarmış. Eğer, “Olmadım” derse, “Ben seni nasıl derviş alacağım? Sana aşktan sevgiden nasıl söz edeceğim? Git bir şeyi sev, öyle gel” derlermiş.

“Birisinin destanı, aşk hikâyesi beni coşturdu, bana el çırptırdı. Beni canımdan etti, beni utanmaz, göremez, düşünemez bir hâlde yollara düşürdü. Hâsılı onun gönlü, benim gönlümü evirdi, çevirdi, istediği hâle, istediği şekle soktu.”🌹

Bir gün Abbasî Padişahı Harun-u Raşid, kendi soyundan olan Mecnûn’u aşk yüzünden düştüğü hâllerden kurtarmak için bir çare düşündü ve Mecnûn’u saraya çağırttı. Aynı zamanda Leylâ’yı da saraya getirtti ve bir odada bekletti.

Padişah Mecnûn’a sordu;

“Yâ Kays (Efendi), nedir senin bu hâlin? Şimdi sana bir sürü güzel kızlar göstereceğim, onlardan birini seç ve evlen, Leylâ’dan da vazgeç.”

Birbirinden güzel kızlar Mecnûn’a sunuldu. Mecnûn hepsini gözden geçirdikten sonra, çekildi kenara ve eğdi başını önüne;

“Ben yine Leylâ’mı isterim” dedi sessizce iç geçirerek.

Harun-u Raşid bu cevap karşısında şaşırdı kaldı. Hizmetlilerine seslendi ve;

“Getirin Leylâ’yı buraya” diye emir buyurdu.

Biraz sonra içeri kara kuru, pek de güzel olmayan, hattâ bir kömür sopasını andıran Leylâ girdi.

Padişah hayretle sordu;

“Yâ Mecnûn” dedi, “sen bunun neresine âşık oldun?”

Mecnûn kaldırdı başını, padişahın gözlerinin içine baktı ve dedi ki;

“Şevketli padişahım, sen senin gözlerinle göremezsin Leylâ’nın güzelliğini. Eğer ki benim gözlerimle bakabilsen, görürsün Leylâ’nın gerçek yüzünü. Âşık olursun da o zaman hak verirsin bana.”

Mecnûn, Leylâ’nın aşkına dalmış ve bu hâle gelmiş. Başkalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak vardı, burun vardı; onda ne görmüştü de bu hâle gelmişti?

Güzellik gözdedir, nesnede değil.. Bir şeyi güzel gösteren istektir, aşktır. İsteksiz bakışa güzel de çirkin görünür. Bu yüzden Leylâ’yı sen başka görürsün Mecnûn başka görür. O hâlde güzele kendi aşksız gözünle bakmayı bırak, Mecnûn’un tutuşmuş gözleriyle bak.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 11

“Güzelim aşkın, kan dökmeye kasdetti mi, canım, beden kafesinden uçar gider… Şekerlere benzeyen dudaklarını öpme suçunu işlemeye imkân bulan, bu günâha girmezse kâfir olur.”🌹

Dün gece gönül sırrını; taş yürekli, lâl dudaklı, kâfirliğe bile iman bağışlayan, küfrün bile imanını arttıran bir dilberin yüzünde gördüm.

Böyle bir sevgilinin yanında kim kalkar da candan, gönülden bahseder? Böyle gümüş bedenli bir güzelin huzûrunda kim altından, gümüşten söz açar?

Aşkın ağzı olsaydı bütün dünya bir lokma olurdu. Aşkın kapısı olsaydı padişahların canları o kapıda bekçilik ederdi.

Ben de duyardım, gönül gönül derlerdi; şimdi başıma geldi de anladım, ey güzelliğine karşı gönlün de, canın da utanıp kaldığı güzel; ey aşkıyla Düldül’ün bile bir eşek gibi çamura saplanıp kaldığı dilber.

Ey can, gel de inciler topla. Ey gönül, gel de güzelliği seyret. Aman bu afetten, bu belâdan ey Müslümanlar.

Beden nedir ki onun gam süvârilerinin ayakları altına serilsin? Baş nedir ki öyle bir padişahın huzûrunda yerlere kapansın?

İşte bak sevgilimin vuslat demi gibi tatlı, onun lâl dudakları gibi şirin, güzel ilkbahar gelip çattı; artık âlem yeşerecek, yemyeşil olacak.

Yüzü her an bana, benim gibi güzel yüzlü bir sevgilin var mı diyor. Gönlüm her an ona, benim gibi bir kulun var mı diyor.

Dostlar, bahar geldi, kalkın, gül bahçesine gidelim; fakat benim baharım sensin, başka bir şeye bakmam ben.

Çiçeklerin, meyvelerin edâları var, şiveleri var; biz de senin gül bahçesine benzeyen yüzünde açmış bir nilüferiz sanki.

Bülbül, çalgıcı gibi tef çalmada, ağaçların yaprakları el çırpmada. Her gonca, benim gibi hoş, benim gibi güzel, benim gibi terütaze bir gonca var mı demede.

Bahçe bezensin, kuş kanatlansın, uçsun diye o merhametli, o yemyeşil ilkbahar salına salına, eteğini sürüye sürüye gelip çattı.

Halk hayran olsun, yüzünü göremeyen körün, sözünü duymayan sağırın inadına sevgilimiz canımıza can kesilsin diye ilkbahar geldi.

Bir yerde padişah O olursa bütün padişahlar kul olurlar; bir yerde sevgili O olursa her gönül âşık otu kesilir.

Sevgilimin hayali, gönülde salına salına yürümede, sonsuz yüceliğe sahip, güzel mi güzel bir ay, lütuf ve ihsân sahibi, debdebeli bir padişah sanki.

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…