MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 21

İNSAN SONSUZLUKTUR…🌹

Mahmut Efendi: Yine Hazreti Mevlâna diyor ki, “Kendi içindeki bilinmeyeni bilmeden, başka hiç kimseyi tanıyamazsın. O insanın esrârını çözmek için tek yol kendi içindeki esrârı çözmektir. Gizli perdelerin arkasında başka perdeler gizlidir. İnsan sonsuzluktur. Kendi içinde ne kadar derine inersen, bütün varoluşta ve ayrıca başka insanlarda da o kadar derine inersin. Çünkü öz birdir, çeperse milyonlarcadır. Beden son derece yanlış kullanılmaktadır. Kendi vücuduna kötü davranıyorsun, bedenin sırrını bilmiyorsun. O yalnızca ten değildir, yalnızca kemik değildir, yalnızca kan değildir. O muhteşem bir organik bütündür, muhteşem bir dinamizmdir. Daha bir çok sırlar vardır. Bu beden daha bir çok bedenin ilk katmanıdır. Bu beden içinde lâtif beden vardır. O beden için zaman ve mekân yoktur. Yakınlık bir boyuttur, diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gibi görmesine izin vermektir. Bu, bir insanı benliğinin en derin noktasına davet etmek demektir. Yaşadığımız bu modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Dostluk sadece bir kelime. Neden? Çünkü paylaşılacak bir şeyler yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde. Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakine yakın olması için yol açabilirsin. Coşku mânevîdir, içsel bir olgudur. Coşku çılgınlıktır, sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekârdır. O coşkunun bedelini ödeyemez, çünkü onu kontrol edemez. Coşkulu bir insan özgürdür.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur, 

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.” 

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. 

Şöyle misâl vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer mânevîyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvanîyete sürükler. 

Hazreti Mevlâna şöyle der: 

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.” 

Bizler burada sayısız hakîkatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlâna’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip rûhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhûr etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pîrimiz Mevlâna’mızı bedenimizde rûh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. 

Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tâbir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık hâline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir ân dahî olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel hâller zuhûr eder bizlerden.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 17

KIYÂMET NEDİR?..🌹

Mahmut Efendi: İnsanların çoğu öldükten sonra ne olacaklarını bilmediklerinden bir korku içindedirler. Bundan dolayı da rûhun ölümsüzlüğüne inanıyorlar. Fakat bu inanış bildiklerinden, bilâkis korktuklarından kaynaklanıyor. Bir insan ne kadar korkaksa, rûhun ölümsüzlüğüne de o kadar inanmaktadır. Dindâr insan, “Ben değilim” gerçeğini bilir ve sonra geriye kalan ölümsüzlüktür, deniyor. Yani, dindâr bir insan kendi varlığı olmadığını, tamamen “O” olduğunu ve “O” varlığın ölümsüz olduğunu bildiğinden dolayı da korkusu olmuyor. Korkudan hiçbir şey doğmaz, fakat sevgi doğurur, sevgi yaratıcıdır. Korku etkisizdir, hiçbir şey yaratmamıştır, yaratamaz, çünkü varlığı yoktur. Ama bütün yaşamını yok edebilir. İnsanı karanlık bir bulut gibi sarıp, bütün enerjini tüketebilir. Dualarımız, ilâhîlerimiz, zikirlerimiz bizim zırhlarımızdır. Cenâb-ı Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan, bilmediği şeyin düşmanıdır.” Düşman, insana korku veren bir varlıktır. İnsan neden korkar, diye sorarsak eğer, ortaya çıkan şey şudur; insan kendi gerçek kimliğini bilmemekte ve hayata nasıl tutunacağı korkusunu taşımaktadır. Benliğimizi, egomuzu kaybetmekten korkmaktayız, yani, ölüm, hastalık, fakirlik gibi korkular… İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifiri karanlıktadır. Oysa ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimizin ışığıyla aydınlansa, korkacak bir şey olmadığı görülecek, teslîm olacak ve huzur bulacak. Korku, bir insanın kendi asıl benliğinin bilincinde olmamasıdır. Tek bir korku vardır, derinlerde bir yerde ‘Ben olmayabilirim’ korkusu… Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Hasan Dede: Bir insanı korkulara sürükleyen her zaman nefsidir. İnsan imanıyla yaşamını sürdürürse, hiçbir zaman korkuya yer vermez. Neden? Çünkü bilir ki, ona ait hiçbir şey yoktur. Her ân kendisini hazır tutar ki, Dost yüzünü gösterdiğinde Ona koşsun da bu âlemdeki çilesi sona ersin. 

Cenâb-ı Mevlâna, son demlerinde, Şeyh Sâdrettin Efendi’nin gelip kendisine şifâ dilemesi üzerine şöyle buyurmuştur: 

“Ey Efendi, şifâ senin olsun. Benim Sevgiliyle buluşmama, nûrun nûrla buluşmasına, bir soğan zâresi kadar mesafe kalmıştır.”

Ama bunu ancak iman sahipleri söyleyebilir. Ehl-i iman sahibi olmayanlar söyleyemezler. Onlar zaten yaşarken ölmüşlerdir. 

Sultan Ulema Hazretleri, talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” 

Talebeleri cevap veriyorlar: “Bilmiyoruz, siz anlatırsanız bilebiliriz.” 

Sultan Ulema Hazretleri bu cevabın üzerine, onlardan bir kova su istemiş, getirmişler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Bir kova su daha istemiş, onu da nehire dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Sonra şöyle buyurmuş: “Kovadan maksat vücudunuz, sudan maksat rûhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz rûhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz, Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.” 

İşte Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur:

“Ey Yunus, sen bu âleme niye geldin? Allah’ı zikretmek için. Bir gün gelecek dünya ömrüm bitecek, Allah’a döneceğim, Allah anıldıkça ben de anılacağım.”

Cenâb-ı Mevlâna yine şöyle dil döker:

“Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Eğer bir insanın bir yere sevgisi ve aşkı yoksa, o yaşarken ölmüştür. Bizim bulunduğumuz yer bir sevgi yuvasıdır. Yolcu, Mürşidiyle yola çıkar, Mürşidi vasıtasıyla Pîr’e ve Hazreti Muhammed’e ulaşır. Ama eğer yolcunun imanı ve inancı yoksa yol bir işe yaramaz. Bu yol iman ister. Yolcu, Mürşidine imanla bakacak ki, yol alabilsin. Hepimiz günü gelecek o kıyâmete gideceğiz, ama kıyâmet ne demektir, Hazreti Muhammed Efendimizin buyurduğu gibi: “Kıyâmetin büyüğü benim.. Gerçek yüzümü gösterecek olsam cihan yerinden oynar.” O, nûr âlâ nûr bir varlıktır. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MANEVİ MENKIBELER – 85

DOĞRU YUNUS’UM DOĞRU…

Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dergahında otuz sene kadar hizmet ediyor. Bir şeyler görmeyi bekliyor, ama göremeyince, “Dervişler dergahından uzaklaşayım, biraz iş yapmaya çalışayım” diye düşünerek dergahtan uzaklaşıyor. Dağa çıkıyor, şehire inip satmak için odun toplamaya başlıyor.

Bir gün tekkenin kapısının önünden geçerken içi rahat etmiyor, duvardan tekkenin bahçesine bir iki odun atmak istiyor.

Bahçeye atmaya kalktığı odunların arasında eğriler de varmış. İçerden Taptuk Emre sesleniyor, “Doğru Yunus’um doğru, buraya odunun eğrisi dahi girmez.”

Neyse, odunculuğu bırakıyor, başka bir iş bulmaya giderken, yolda iki zatla karşılaşıyor. Hal, hatır soruşuyorlar, arkadaş olup yola koyuluyorlar.

Yolda karınları acıkıyor. İçlerinden birinin erzağı varmış, “Oturup lokma edelim” diyorlar. Erzağı açıyorlar, beraber yiyorlar. Erzağını paylaşan zat şükür için duada bulunuyor.

İkindi vakti de diğer arkadaşın erzağını bölüşüyorlar. O da şükür duasında bulunuyor.

Akşam olunca sıra Yunus Emre’ye geliyor, soruyorlar Yunus’a, “Kardeş sende bize ikram edecek bir şey yok mu?”

Yunus’da hiç erzak yok. Dua da bilmiyor. Zora düşüyor Yunus, bir kenara çekiliyor. Kaldırıyor ellerini, “Ya Rabb” diyor, “bu zatlar kimin yüzü suyu hürmetine duada bulunuyorlarsa, ben de o zatın yüzü suyu hürmetine münacatta bulunuyorum. Allah’ım beni utandırma, bir yerden rızık ihsan et.”

O sırada bir atlı geçiyor. Yunus’un arkadaşlarını görüp duruyor, selam veriyor, “Rızkınız var mı?” diye soruyor.

“Yok.”

“Kaç kişisiniz?”

“Üç.”

Atlı, üç kişilik rızık bırakıp gidiyor.

Yunus, münacattan geliyor, bakıyor ki arkadaşları sofra açmışlar, “Nereden geldi bu rızık?” diye soruyor.

“Bir atlı geldi, bunları bırakıp gitti. Yahu sen nasıl bir duada bulundun, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?”

“Ben dua bilmem” diyor Yunus, “kardeşlerim kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyorlarsa, o zatın yüzü suyu hürmetine beni utandırma, dedim.”

“Sen biliyor musun, biz kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyoruz?”

“Yok.”

“Bir Yunus vardı. Biz onu görmedik ama çok duyduk. Taptuk Emre’nin otuz sene hizmetinde bulunmuş, sonra oradan uzaklaşmış. Nerelere gitti bilmiyoruz. O, Allah’ın sevgili bir kulu idi. Biz duayı onun yüzü suyu hürmetine yapıyoruz.”

Bakın halk Yunus’u bilmiş, Yunus’un hiçbir şeyden haberi yok. 

Bunu  duyar duymaz izin istiyor, kimliğini de ortaya çıkarmıyor, hemen oradan ayrılıp, şeyhinin bulunduğu yere dönüyor.

Yunus dergaha geldiğinde, şeyhanne iki bakraç su almış bahçeden, eve girecek. Yunus hemen koşuyor şeyhannenin elinden bakraçları alıyor. 

Şeyhanne, Yunus’u görünce şaşırıyor, “Aa! Yunus hayrola?”

“Düşündüm, taşındım buradan başka bir yer bana haram, geri döndüm. Efendi Hazretleri nasıl?”

“Sen buradan ayrıldıktan sonra, senin hasretinden gözleri görmez oldu.”

“Görüşebilir miyim?”

“Sen halvet odasının eşiğinde yat. O birazdan abdest almaya kalkar, gözleri görmediği için, senin sırtına basar. O zaman ‘Bu kimdir?’ diye sorar. Ben, ‘Yunus’tur’ dediğimde, eğer ‘Bizim Yunus mu?’ diye sorarsa, demek ki seni gönlünden çıkarmamış, hemen kalk sarıl, elini öp. Ama eğer derse ki, ‘Hangi Yunus?’ demek ki gönlünden düşmüşsün, yapacak bir şey yok…”

Yunus, eğiyor başını, “Eyvallah” diyor, yatıyor şeyhinin kapısının eşiğine.

Bir vakitten sonra Taptuk Emre dışarı çıkıyor, Yunus’un sırtına basıyor, hanımına sesleniyor, “Hanım, kimdir bu?”

“Yunus.”

“Bizim Yunus mu?”

“Evet.”

Yunus hemen kalkıyor, şeyhinin eline sarılıyor, öpüyor.

İşte Yunus Emre, asıl kimliğine vakıf olduktan sonra, perdeler kalkıyor, gönlünden o güzel seslenişler dile geliyor…

Beyit:

“Eğri ağaç doğrulur, Tanrı’yı gösterir… 

‘Kökü yerdedir dalları budakları gökte!’..”

MANEVİ MENKIBELER – 77

BAKALIM SEN NE DİYECEKSİN?..

İnsan olmak çok zor. Derdi veren de Allah, dermanı veren de Allah. Madem Allah seni halifesi olarak yarattı, her şeye katlanacaksın. O seni imtihana tutuyor, ‘Ben yapamam, ben edemem’ diyemezsin.

Yunus Emre’den bir menkıbe dile getireyim…

Yunus Emre bir gün yolda giderken omuzunda kan çıbanı olan birine rastlıyor.

Adam, “Yunus” diyor, “senden bir hizmet istiyorum, omuzumda kan çıbanı var. Çok ağrı çekiyorum, ne olur bunu sık beni rahata kavuştur.”

Yunus, çıban sıkılınca sıçrayacağını düşünemiyor, sıkıyor. Bütün irin avucuna akıyor. 

Şimdi, avucundaki irini toprağa atmak istiyor, toprak dile geliyor, “Ey Yunus! Beni pisletmeye nasıl kıyıyorsun?”

Yunus, toprağa atamıyor, suda yıkamak istiyor. Su da aynen dile geliyor, “Ey Yunus! Beni pisletmeye nasıl kıyıyorsun?”

Yunus, bu sefer kendine dönüp, “Ey Yunus!” diyor, “bakalım sen ne diyeceksin?” Ve yutuyor avucundaki irini…

Mâna çok büyük… Allah bizi imtihanlara tutmasın. Nebîler, velîler büyük imtihanlardan geçtiler, insanlara örnek oldular. Allah aşkı için, O’nun rızası için her şeyi yaptılar. İsyanlara uğradılar, ama imanlarından dönmediler. 

Kim onlara mânen sahip olursa, kap değişmiştir ama ruh aynıdır.

MANEVİ MENKIBELER – 53

Yedi denizi cehennem haline getirin…

Bir insan, Allah’tan başkasına meylediyorsa o, aşık değildir. 

Size şöyle bir misal vereyim…

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. 

Ona, “Burası cennet-i alâdır” diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

Hak aşıklarının dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ‘Bir’den konuştular.

MANEVİ MENKIBELER – 46

Bana aşkını söyle…

Bir gün Yunus Emre Hüdavendigar Mevlana’yı ziyaret etmek istiyor, yola çıkıyor. Bir gece vakti Konya’ya varıyor. Mevlana’yı gül bahçesinde buluyor. Yunus Emre, gül bahçesine daha girer girmez, Mevlana’nın arkası dönük olduğu halde ona, “Hoş geldin ya Yunus” diyor. O da “Hoş bulduk” diyor. Bakın aralarında perde yok. Cemal cemale geliyorlar, musafa yapıyorlar. Yunus Emre, Mevlana’nın oğlu yaşında. 

Mevlana sesleniyor, “Ey Yunus, bana aşkını söyle!” 

Yunus Emre başlıyor aşkını dile getirmeye, bir sürü güzel beyitler dile getiriyor. 

Mevlana’nın çok hoşuna gidiyor, yine diyor, “Bir daha söyle… bir daha söyle…” 

Sabaha kadar Yunus Emre’yi söylettiriyor. Sabah ezanı okunuyor, namazlarını eda ediyorlar. 

Sonrasında Yunus Emre’nin gözüne rahlenin üzerinde duran Mesnevi ilişiyor. Okumak için izin istiyor Mevlana’dan, o da veriyor. Yunus Emre alıyor eline Mesnevi’yi, okumaya başlıyor. Biraz okuyor ve bakıyor ki sözlerde çok mana var, Mesnevi 6 cilt… “Ya Mevlana” diyor, “İnsan ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya.” 

Yunus Emre tabi çok saf, çok temiz… 

Mevlana ona dönüp şöyle buyuruyor: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün. Herkesi kendin gibi sanma…” 

Bakın, Mevlana nasıl bir yücelik veriyor Yunus’a bu sözleriyle… 

Herkes Mesnevi’yi okuyup geçiyor ama içindekileri manaları tam olarak göremiyor. 

Yunus Emre’nin Divanı da Mevlana’nın sözleri sayılır, çünkü çok etkilenmiştir Mevlana’dan, O’ndan feyizlenmiştir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (166)

Bir zat buyuruyor ki: “Sür çıkar ağyarı kalbden, ta ki tecelli ede Hakk. Padişah konmaz saraya, hane mahmur olmadan.” Yani insanda haset var, inat var, gurur var, kibir ve öfke var… Bir insanın iç alemi bu huylarla bozuk olunca, hiçbir şey ona huzur vermez. Hasan Dede, bir insanın yaradılışı mı önemlidir, yoksa aldığı terbiye mi?

İnsan, yaratıldığında yabandır, çünkü kendini bilmemektedir, nefsi arzularına göre yaşamaktadır. Kim onun kafasına uygun bir şey söylese, onun yolunda gider ve hayatını, kendi zannettiğinin aksine çok boş geçirmektedir. Fakat eğer kendindeki bu eksikliğin farkına varır da bir arayışa düşerse ve bir Hakk dostunun, yani kamil bir insanın eğitimine girerse, onun güzelliklerini benimserse, o kişi zamanla yabanlıktan çıkar, kendini bilmeye başlar ve güzel bir insan olma yoluna girer.

“Ey insan! Sen adım adım Rabb’ine doğru yol almaktasın; sonunda O’nun huzuruna çıkacaksın!” (İnşikak, 6)

“Ve siz aşama aşama ilerleyeceksiniz.” (İnşikak, 19)

Misal olarak diyelim ki, bahçemizde bir meyva ağacı var, meyve de veriyor fakat, yabani olduğu için meyvelerinin tatları ekşi, yenmiyor.

Çare olarak hemen işinin ehli bir bahçıvan bulup aşı yaptırıyoruz. Bir sene sonra da bakıyoruz ki, o yabani ağaç tatlı meyveler veren güzel bir ağaca dönüşmüş. Bunun gibi insanın da aşıcısı yine insandır. Hakikatte bütün varlık aleminin aşıcısı insandır. Bir insan, başka bir insandan aşı almazsa, isterse sayısız bilgilere sahip olsun, ancak meyvenin kabuğuna gelir ama meyvenin tadına varamaz.

“Gafiller arasında Allah’ı zikreden, kuru ağaçlar arasında bulunan yeşil fidana, ölüler arasındaki canlı olana ve harpte kaçanlar arasında, aslan gibi savaşana benzer.” (Hadis-i Şerif)

İnsanın bu güzelliklere kavuşmasını sağlayan yol en başta teslimiyettir; yani teslim olduğun o kamil insan ile yola koyulmaktır, onu herşeyden üstün görmektir, sevgi sunmak ve o sevgiyi aşka dönüştürmektir. Aşka gelince… İnsan ancak güzele aşık olur.

“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Müminler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.” (Al-i İmran, 160)

Bakın Galib Dede Hazretleri’nin yazdığı kitabın adı “Hüsn-ü Aşk”tır ve o kitapta öylesine güzel bir dil sarfetmiştir ki, insanda merak uyandırır. Acaba Galib Dede’nin bu güzel dili nereden geliyordu? Acaba ne gördü ve nasıl bu derece aşık oldu? Galib Dede Hazretleri, III. Selim’in kız kardeşine aşıktı, onun o güzel cemalinde yandı ve “Hüsn-ü Aşk”ı yazdı. Yunus Emre de aynı şekilde… O da Balım Sultan’da yandı. Peki Mevlana kimde yandı? Şems’de yandı. Hakikatte ise hepsi, bütün Evliyalar, Hazreti Muhammed’de yandılar. Her birinin sevgisine ve aşkının büyüklüğüne göre yüzünü gösterip kendisine aşık etmiştir.

Evliyalardan, Hazreti Muhammed’e ilk aşık olan Veysel Karani Hazretleridir. Peygamber Efendimizin, Uhud Savaşı’nda bir dişi kırıldığında, hangi dişinin kırıldığını bilmediği için ağzındaki otuziki dişini birden sökmüştür onun aşkına. Bugün otuzüçlük tesbihler, Veysel Karani Hazretlerini temsil eder; otuziki tanesi kırılan dişleri ve bir de kendisi, otuzüç… Kısaca, insan görmediği şeye aşık olamaz.

“Ey insanlar’ Size Rabb’inizden kesin bir delil olan Muhammed geldi ve size apaçık bir nur indirdik.” (Nisa, 174)

Eskiden Mevlevi Dedeleri, kendilerine derviş olmak isteyen kişilere ilk sordukları soru, bir şeyi sevip sevmedikleriymiş. Eğer sevmiş ise dervişliğe kabul ederlermiş; yok eğer sevmemiş ise, sevsin de öyle gelsin diye gönderirlermiş. Çünkü sevgiyi, aşkı yaşamamış birine onun tadını başka türlü anlatamazsın. Sevecek, aşık olacak ki, anlatabilsin ve dervişiyle arasında bir muhabbet doğsun.

Mecaz aşktaki güzellikler daima korunamaz. Mecaz aşk bitince, insan manevi aşka yönelir. Manevi aşkta ise Allah, sevenine sayısız güzel yüzlerle çıkar ve onu daima aşkta tutar. Onun vazifesi yakmaktır.

“Sen, o ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et. O’nu her türlü övgüyle yücelterek tesbih et.” (Furkan, 58)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (139)

Mesnevi-i Şerif’de Hazreti Mevlana, Hazreti Resulallah’ın bir hadisinin tefsirini yaparken şöyle buyuruyor: “‘Kendini unutup Allah’ı zikret’ ayetinin manası şudur: Kendinle olduğun vakit Hakk’ı zikretmekle şirk işlemiş oluyorsun” Ne dersiniz Hasan Dede?

Bir kişi, kendinden geçmeden zikre girdiği zaman, ikilik yaratmış olur. O ayrı, sen ayrı. Aslında, O’nun güzelliklerini dile getirdiğimiz zaman, O en güzel şekilde zikredilmiş oluyor. Diğer taraftan da, insan kalkarsa, Allah’ı kendi dışında zikretsin, o zaman tabii ki şirk işlemiş olur, çünkü teslimiyetten, Allah’ın birliğinden çıkmış oluyor.

Yunus Emre, selam olsun üzerine, şöyle der: “Hem sen varsın, hem O var; senin gözünde diken var, sen o dikeni göremiyorsun.”

 

Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’de buyuruyor ki: “Ruh deryasına atılmakta ve hakikat aleminde sefer eylemekte yüzücülüğüne güvenme. Akıl ile yol almak ve ümidi aklın fetvalarına bağlamak hiç mi hiçtir. Bu yolda Nuh’un gemisine girmekten başka çare yoktur.” Nuh’un gemisinden maksat nedir? Ne manaya gelmektedir?

Nuh’un gemisinden maksat, senin bedenindir. Eğer sen, O olmuş isen, başka deryalara ne diye atasın kendini? O zaman sen kimliğinden çıkmış olursun. O, sende var etmiş kendini ve senden sayısız hakikatler sunuyor. Onlar artık seninle diri, çünkü sen onlarla dirildin. Ama sen kalkarsan kendini ruh alemine atasın, kendini boşluğa atmış sayılırsın. Sen, kendinde bulduktan sonra o sevgiliyi, senin bedenin artık Nuh’un gemisidir. Sen de o gemide sevgilinle beraber seyir edersin. Ve sana hiçbir tufan işlemez.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (120)

Şu dünyada ne varsa hepsi insanın içinde vardır ve insanların huyu yüzüne yansır, deniliyor. Bu konuda ne buyurursunuz Hasan Dede?

Yüce Mevlana’mız, selam olsun üzerine, şöyle buyurur: “İnsan demek kainat demektir.”

Evet, dünyamızda ne varsa herşey insanın vücudunda vardır. Bir insan, bir Mürşid-i Kamil’e intisab etmezse, onunla beraber Hazreti Muhammed Efendimizin huylarıyla huylanmaya yola koyulmazsa, bu insanın vücudunda hangi hayvanın huyu ağır basıyorsa, yani misal olarak, hırsa sahibi biriyse o kişi, mahluklardan hırs sahibi olan köpektir, o kişi de bu huyundan temizlenmezse, öldükten sonra insan suretinden çıkartılır ve köpek olarak yeniden dünyaya getirilir. Bir gün Mevlana Hazretleri toplumdan sıkılmış, dergaha da gitmek istememiş, yanına Şeyh Sadrettin Efendi ve Hüsamettin Çelebi Hazretlerini alarak gezintiye çıkmış, yolda giderlerken bir ağacın gölgesinin altında beş altı köpeği birbirlerine sarılmış uyurlarken görmüşler. Şeyh Sadrettin Efendi çok saf, Hüsamettin Çelebi Hazretleri ona keza, Mevlana’ya dönüp demişler ki, “Efendi Hazretleri şu köpeklere bakın, ne kadar dostça uyuyorlar, birbirlerini kucaklamışlar.” Hazreti Mevlana, bu sözün üzerine, hırkasının cebinden bir kaç kuruş çıkarmış ve Hüsamettin Çelebi’ye uzatarak, “Ey ruhumun mertebesi, al şu parayı git kasaptan bir parça kemik al gel.” Hüsamettin Çelebi, hemen kasaba gitmiş ve Efendisinin söylediği gibi bir parça kemik almış gelmiş. “Buyrun” demiş, “Efendi Hazretleri..” Mevlana, ondan bu bir parça kemiği köpeklerin önüne atmasını istemiş. Bir de görmüşler ki, bir dakika önce dostça birbirlerine sarılan köpekler, kemiği görünce birbirlerine girip kavga etmeye başlamışlar, kemiği kapmak için birbirlerini parçalamışlar.

Ve Hazreti Mevlana şöyle buyurmuş: “Yüzleri örtülü kişilerden kaçtım. Sormasaydınız gerçek yüzlerini ortaya çıkarmazdım..”

Bunun gibi örneğin hep kendini düşünen bir kişi, surette insan görünür, ama hakikatte kurttur; kavgayı çok seven bir kişi, surette insandır ama hakikatte horozdur; sürekli kin tutan bir kişi, surette insandır ama hakikatte devedir; boş yere inat eden bir kişi, surette insandır ama hakikatte keçidir ya da eşektir; gururlanarak dolaşan bir kişi, surette insandır ama hakikatte kazdır; çok uyanık görünen bir kişi, surette insandır ama hakikatte tilkidir; acı dil sarfederek toplumun huzurunu kaçıran bir kişi, surette insan görünür ama hakikatte akreptir, yahut da yılandır.

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bizler hep bunlarla oturuyoruz, onlara doğruları söylüyoruz, bu kişileri aydınlatmaya, gerçek kimliklerine ulaştırmaya çalışıyoruz. Bu kişiler, anlatılanlardan hisse alıp kötü huylarından temizlenmek için gayret sarfederlerse, işte o zaman insan olma yolunda ilerliyorlar demektir. Yok eğer almazlarsa, o zaman sıkıntılarından, üzüntülerinden, hayvaniyetlerinden kolay kolay kurtulamazlar.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (108)

Hazreti Mevlana, “Bir insan, kendi varlığında Hakk’ı bulunduğunda, ebediyetin anahtarını bulmuştur” diyor, bunu açıklar mısınız?

Bizler bizlikte ne kadar kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz. Istıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Bizler kendimizi ne kadar teslimiyete bırakırsak, o kadar teslim olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin manevi kazançlar elde etmemizi sağlar. Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur.

Yunus Emre, selam olsun üzerine, şöyle buyurur:

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.”

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. Şöyle misal vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer maneviyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvaniyete sürükler.

Hazreti Mevlana şöyle der:

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.”

Bizler burada sayısız hakikatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlana’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip ruhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhur etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrar verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zahiri bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pirimiz Mevlana’mızı bedenimizde ruh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tabir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık haline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir an dahi olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel haller zuhur eder bizlerden.