MUHAMMED’İN ARSLANI…

Yüzyirmidörtbin peygamber geldi bu aleme, peygamberliklerini yaparlarken kendi cemaatlarından sıkıntılara düştüler, el açıp yalvardılar Allah’a, cemaatlarına ceza versin, yardım istediler. İster misin gönderdi yardım; ateş yağdırdı, depremler yarattı, fırtınalar çıkardı peygamberlerini kurtarmak için.

Hazreti Ali hakkında hiçbir velînin söylemediği sözü Mevlâna söyledi. Ne dedi Mevlâna? Ali’ye nasıl bir büyüklük verdi?

“Peygamberler sıkıntılara uğradıkları zaman, onlara yardım eden o Allah, Ali’ydi. Ceddim Hazreti Muhammed’e aşikâr geldi.”

Beşer sıfatında geldi. Bakın Mevlâna nasıl bir sır çıkarıyor ortaya…

Hazreti Muhammed ile Hazreti Ali, bir nurun bir ruhun suretleridirler. Onları iki gören, şaşı sayılır.

Peygamber Efendimiz, miraçta Allah ile görüştüğü zaman, görüştüğü o Allah, Ali idi. Ali’den başka kimse yoktu miraçta. Ama bunu pek bilmezler, başka türlü anlatırlar.

Camide hocaların anlattığına göre; Hazreti Muhammed miraca çıktığı zaman, Allah’ın huzuruna gelmeden önce, miraç kapısının önünde bir arslan vardı. Çok heybetli duruyordu.

Hazreti Muhammed, o arslanın heybetinden kapıdan giremiyordu Allah ile görüşsün.

Allah’tan emir geldi, “Habibim” dedi, “parmağındaki yüzüğü çıkar, arslanın ağzına at. Heybetini örtsün, öyle gel huzuruma.”

Hazreti Muhammed attı yüzüğü arslanın ağzına, arslan ağzını kapattı. Heybeti örtüldü, Resulallah girdi içeri.

Şimdi Hazreti Muhammed, miracı anlatırken sahabeye, yüzüğü de anlattı. Hazreti Ali Efendimiz o esnada sahabenin arasında oturuyordu. Hemen elini attı kuşağına, çıkardı yüzüğü, “Ya Resulallah” dedi, “bu yüzük müydü?”

“Evet.”

Resulallah Efendimiz yüzüğü aldı Ali’den. Ali’ye ‘Allah’ın arslanı’ sıfatı buradan verilmiştir.

Şimdi bize göre; hakikatte Ali, Hazreti Muhammed’in arslanıdır. Hazreti Muhammed uğruna cihanı yerinden oynatır Ali. Orada ikisinden başka kimse yoktu, katiyen.

Şiir:

Sırrımda cananım benim Ali’dir Ali, 

Gönlümde sultanım ah dostlar Ali’dir Ali, 

Can ile cananım bellidir belli, 

Hakk yolunda bana velîdir velî, 

Koy desinler bana delidir deli, 

Kazandım ben alem kaybetti. 

Buldum Hakk yolunda dünya güzelini, 

İsmi latif ile HU diyelim…

SENİ BEKLEDİM YA ALİ…

Kainat yaratılmadan önce, Muhammed’in nuru yaratıldı. O nur, bütün insanlık alemine yayılmıştır. 

Kimse kendisini başka birinden üstün görmesin, başkalarını da hor görmesin, çünkü hepsinde Muhammed’in nuru var.

Bu aleme ne kadar Peygamber geldiyse, hepsi kendi cemaatlerine peygamberlik yaptılar, ama Hazreti Muhammed gelince, nübüvveti giydiği zaman, Hira dağına çıktı ve orada ilan etti peygamberliğini. Şöyle seslendi: “Ben bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim.”

Bakın, bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim, diyor.

“Ey Musa cemaati, bana gelin Musa’yı benden dinleyin. Ey İsa cemaati, gelin İsa’yı benden dinleyin. Ey Davud cemaati, gelin Davud’u benden dinleyin” dedi.

Hepsini çağırdı. Neden? Çünkü daha kendi cemaati yoktu.

O sıralarda da Şahımız Ali yirmi yaşlarına varmıştı. Resulallah da kırk yaşlarındaydı. Bir yerde Hazreti Muhammed’in evladı sayılır Hazreti Ali.

Mevlânamızın çok güzel bir keşfi vardır Ali hakkında, der ki: “Ali’nin Zülfikâr’ını çok keskindir diye methederler; Ali’nin ilmi Zülfikâr’ından sayısız kat daha keskindir.”

Ali çok büyük bir ilme sahiptir. Kur’an, Ali’nin burhanıdır. Hep yanında büyüdü Hazreti Peygamberin, hiç ayrılmadılar. 

İlk Muhammed’in yolunu kabul eden Hazreti Hatice annemizdir, kızlardan Hazreti Fatma annemizdir, çocuklardan Hazreti Ali’dir.

Şimdi Hazreti Muhammed, Ali’ye diyor ki: “Hadi sen de gel benim yoluma.”

Ali, o sıralarda on yaşlarında. Dönüp Hazreti Muhammed’e diyor ki: “Ya Muhammed, izin verir misin, gideyim babama sorayım?”

“Tabi Ali” diyor Hazreti Peygamber gülümseyerek, “izin veririm, hadi git sor babana.”

Kalkıyor Hazreti Ali, çıkıyor kapıdan, gidecek babasına sorsun… hemen dönüyor geri, koşarak geliyor Resulallah’ın huzuruna.

“Ali ne oldu?” diye soruyor Resulallah, “Ne çabuk geldin?”

“Vazgeçtim” diyor, “babama sormaktan.”

“Neden?”

“Sen beni çağırıyorsun kainatı yaratana; baktım ki babamı da o yaratmış; seni de beni de… Ben niye gideyim sorayım babama!”

Gülüyor Hazreti Resulallah, “Hah!” diyor, “şimdi seni daha çok sevdim; bak çok çabuk çalıştı aklın senin.”

Şimdi oldular, Ali’yle beraber dört Müslüman; sonra yavaş yavaş yayıldı.

Şimdi Ali geldi yirmi yaşlarına, Peygamber de kırk yaşlarında, peygamberliğini ilan edecek; Ali dönüp diyor ki: “Ya Muhammed, neden bu kadar bekledin? Neden daha önce ilan etmedin peygamberliğini?”

İşte Hazreti Muhammed, “Seni bekledim ya Ali! Büyüyesin de beraber bu dini yayalım. Ben doğuştan hem velîyim, hem de doğuştan nebîyim ya Ali… ama seni bekledim.”

Beraber yaydılar İslâm dinini.

Gün geldi yine aldı Ali’yi karşısına, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi ve “Ya Ali” dedi, “benden sonra artık bu aleme peygamber gelmeyecek, nübüvvet defteri benimle kapandı. Benden sonra çok velîler gelecek; bütün velâyetin, yani velîlerin başı sen olacaksın.”

İmam Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, Kırklar’ı vardı, o binbir sırrın anahtarını çıkarmaya başladı. Hazreti Ali Efendimiz bütün hakikatların Pir’idir. 

Bugün sorsalar bütün tasavvuf ehlinin Pir’i kimdir bu alemde? Hazreti Ali’dir.

YOKLUĞA BÜRÜNMEKLE OLUR…

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’in tamamlandığı gün, evlatlığı Mülçem tarafından sabah namazını edâ ederken, başına kılıç vuruldu. Üç gün yatakta kaldı.

Hatta, Hazreti Ali Efendimizi, güneş hiçbir zaman yatakta bulmamıştır, hep güneş doğmadan önce uyanmıştır.

Bir gün güneş, Hazreti Ali Efendimiz yatakta yaralı vaziyette yatarken doğmak istedi. Hazreti Ali Efendimiz yataktan nârâ attı, “Edebe gel ey güneş” dedi, “sen şahitsin, beni hiç böyle yatakta buldun mu?”

Hazreti Ali, cihanın sahibidir. Güneş, onun bir emriyle hemen bulut arkasına girdi.

Yani insan kimliğine erdi mi, bütün âlemin varisidir, sözü her yere geçer. Bütün bu güzellikler de yokluğa bürünmekle olur, benlikle olmaz.

Cenab-ı Mevlâna, selam olsun üzerine, Moğollar Konya’yı işgal edecekleri vakit, çıktı Alaaddin Tepesi’ne, çıkardı başından destarını yere serdi, onların geleceği yolu kesti.

Moğol atlıları bir adım ilerleyemedi. Atlar şahlandı, oklar atıldı; ama hiçbir ok Cenab-ı Mevlâna’ya isabet etmedi. Anladılar ki bu kişi beşer değil, Allah’a vakfetmiş kendini, dediler ki, “Ne istiyorsun bizden? Bırak girelim.”

İşte Cenab-ı Mevlâna, “Sizden” dedi, “bir şartım var, onu yapmanızı istiyorum. Kimsenin malına ve canına dokunmayacaksınız. Söz veriyor musunuz?” Söz verdiler, Cenab-ı Mevlâna, öyle müsaade etti, girdiler.

Cenab-ı Pir’in de çok kerâmetleri vardı. Çünkü kendisinde hem Muhammed’lik vardı, hem de Ali’lik vardı. Nasıl Ali’lik vardı? Şems-i Tebriz, Ali’nin kendisiydi. O devirde önce Muhammed verdi ruhunu Ali’ye, onu vekil etti kendine; bu devirde de, Ali, Şems olarak geldi, verdi başını Muhammed’e, yani Mevlâna’ya. Pekâlâ, Mevlâna bu âlemden giderken kime yola çıktı? Direk Şems’e yola çıktı. 

Peki Şems’in Ali olduğunu kim keşfetti? Şeyh Galib Dede Hazretleri… Çünkü onun da kalb gözü açıktı. Mevlevî camiasında, Sultan Veled’den ve Eflâkî Dede’den sonra kitap sahibi Şeyh Galib’dir. Ne dedi?

“Merim” dedi, “sevgilim Mevlâna yaşadığı devirde Hazreti Muhammed Efendimizin tamamen kendisiydi; Şems-i Tebriz de yaşadığı devirde, Şahımız Ali’nin kendisiydi. Onlar Muhammed Ali olarak yaşadılar ve sayısız da hakikatler sundular.”

Beyit:

“Yine süt ile şekeri karıştırdılar. Aşıkları da birbirleriyle bir araya getirdiler. 

Gece ile gündüzü ortadan kaldırdılar, güneşi, ay ile birbirine karıştırdılar. 

Maşukların rengi ile aşıkların rengini, altınla gümüşü birbirine karıştırdıkları gibi karıştırdılar…

Ben ağzımı kapadım, geri kalanını, sen söyle, çünkü bu bakışı o bakışla birleştirdiler.”

SENDEN YİĞİT VAR MI BU ALEMDE?..

Biz her zaman deriz ki: Tedbiri elden bırakmayacaksın, her zaman en güzel şekilde tutacaksın. Ondan sonra Allah’a emanet edeceksin.

Hazreti Ali’ye sormuşlar, “Senden yiğit var mı bu alemde?”

“Var” demiş.

“Kimlerdir?” diye sormuşlar.

“Bir kişi odaya çekilmiş, ıstırahat ediyor, uyuyor, ama oda kapısını açık bırakmış. O benden yiğittir.”

Gelir biri, yolsuz kalmıştır. Onun on lirasını cebinden almak için, vurur kafasına uykuda, bayıltır, alır parayı gider.

“İkincisi” diyor Hazreti Ali, “ayakkabılarını silkelemeden giyen. Bu da benden yiğittir.”

Ya bir akrep girer, ya bir yılan girer. Çünkü onlar öyle dairelerde oturmadılar, basit evlerde oturdular. Rutubette akrepler bulunur. İster misin, seni bir akrep sokar, işte zehirlendin. Başına iş aldın.

“Üçüncüsü” diyor, “At ile köprüyü geçerken, köprünün ayaklarına bakmadan geçen. O da benden yiğittir.”

Bakmıyor köprünün ayaklarına, taşır mı seni geçerken taşımaz mı. Bakarsın atla beraber dereye düşersin.

Hazreti Ali Efendimiz bu sözleriyle aklını kullanmayanları çıkartıyor ortaya. Bu sözleri, bindörtyüz küsur sene önce sarfetmiş, ama bugün de hâlâ devam ediyor insanlardaki bu hâller.

Şimdi bizim dışımızda, muhabbetler esnasında, konu biraz ileriye gitti mi, derler ‘Gerisini Allah bilir.’ 

Ama biz öyle demiyoruz. Biz diyoruz ki, ‘Allah, insanla bilir, insanla bildirir.’ Çünkü Allah, insan dışında değildir.

Akıl, insana verilmiş en büyük nimet. O yüzden, her zaman aklını kullanacaksın, tuzaklara düşmeyeceksin.

YETMİŞİKİ DEVE…

O devirde, Hattapoğlu Ömer’in komutanlığında, Hazreti Salih kavminin topaklarını elde ettiler. Ömer, davet etti Salih kavmini imana, işte Salih kavmi, “Bir şartla” dediler, “sizin dininizi tasdikleriz.”

“Nedir şartınız?”

“Bizim peygamberimiz Hazreti Salih, şu dağdan bir deve çıkartmıştı, siz de çıkartırsanız anlarız ki sizin dininiz haktır.”

Tabi Ömer’de o kerametler yok. Hemen müsade istedi, gitti Hazreti Ali Efendimizin çadırına. Çadırda kimler vardı? İmam Ali Efendimiz, İmam Hasan, İmam Hüseyin, üçü oturuyorlar orda. Ömer, durumu açtı Hazreti Ali’ye.

İşte Ali… “Git söyle” dedi, “ikindide bütün Salih kavmi toplansın, istedikleri dağdan deve çıkartacağız.”

Sevindi Ömer. Geldi ikindi vakti, bütün Salih kavmi toplandı.

Hazreti Ali, Ömer’e dedi ki, “Söyle onlara, onların peygamberi o dağdan bir deve çıkarmış, belki o dağ büyülüdür, seçsinler başka bir dağ, biz o dağdan deve çıkaralım.”

Çok sevindi Salih kavmi, seçtiler bir dağ.

İşte Hazreti Ali, Şahlar Şahı, mütevazî, eğildi yere, aldı yerden bir taş, bir Huu çekti, o taşı dağa fırlattı, dağda taş taşa çarptı, kıvılcım çıktı ve bir ip ucu göründü. Hazreti Ali döndü Hüseyin Efendimize, “Ya Hüseyin” dedi, “git o ipin ucunu tut, çek.” Gitti İmam Hüseyin tuttu ipin ucunu çekti, dağ ikiye ayrıldı, yetmişiki deve yavrularıyla birlikte çıktı dağdan.

İşte Salih kavmi hepsi secde ettiler, Ali’nin önünde… Ömer bunu görünce sımsıkı sarıldı boynuna Ali’nin, dedi, “Ya Ali, sen olmasaydın ben helâk olacaktım.”

Bu vakâlar hep yaşanmıştır… Kul hatasız olmaz.


HEPSİ MUHAMMED’İ ZİKREDİYOR…

Tasavvufun Pir’i Hazreti Ali Efendimizdir. Hazreti Ali’den sonra, tasavvuftan söz eden Hasan-ı Basri olmuştur. Hattapoğlu Ömer’de, Ebubekir-i Sıddık’ta, Osman-ı Zinnuri’de bu hakikatler yoktur. Neden yoktur? Çünkü onlar, Hazreti Muhammed’in dış kısmını, yani zahirini gördüler, Hazreti Ali Efendimiz ise iç kısmını, yani batınını görmüştür.

Nerde gördü batınını?..

Medine’den Mekke’ye geldiler. Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, “Ya Ali” dedi, “çık benim omuzlarıma, bu putları indir.”

Hazreti Ali Efendimiz dedi ki: “Ya Resulallah, ben senin o mübarek omuzlarına basamam. Sen çık benim omuzlarıma.”

İşte Hazreti Peygamber, “Sen beni taşıyamazsın” dedi, “Sözüme itaat et, çık.”

Emre itaat, çıktı Hazreti Ali. Sen misin çıkan?.. Kendisini arş-u alâda gördü, dünya çok aşağılarda kaldı.

Peki ne gördü?..

Bütün gezegenler, yaratılanlar, ne yaratılmış ise, hepsi Muhammed’i zikrediyor.

İşte hakikat… Kainatta ne varsa suret olarak, hepsi Muhammed’i temsil eder. Bütün o kainata dirilik veren ruh Ali’dir.

Şimdi batın ilminden başka bir ilim daha var. O artık söylenmez kolay. Ledün ilmi, direk Allah ilmi… İkram ederse söylersin, ikram etmezse söylemezsin.

Bizim burada yaptığımız muhabbetlerin çoğu batınîdir. Nasıl batınî? Herkes insanı bir beşer görür, Allah’ı insan dışında görür. Biz de deriz ki, insan dışında Allah’ı arama, insan arındıysa kötülüklerden, Hazreti Muhammed’i, Pirini kendinde ruh ettiyse, onu sevmek Allah’ı sevmektir.

Hazreti Muhammed Efendimizin bedeni Medine’de toprağa gitti; ama ruhunu, ışığını Ali taşıdı. Ali de son nefesinde yine imanla Resulallah’a yola çıktı gitti. 

Mevlâna’ya bakalım… O da son nefeste ne babasına gitti, ne dedesine, ne geçmiş Muhammed’e, ne geçmiş Ali’ye gitti. Nereye gitti? Mürşidine gitti, Şems-i Tebriz’e… Çünkü onda gördü Hakk’ın nurunu.

İşte bu yüzden, yine batınî bir söz… Dervişler, hangi tarikattan olursa olsun, şeyhi gelmeden, eğer derviş ise, vermez ruhunu, katiyyen. Kim gelirse gelsin onu almaya, yola çıkmaz. Ama şeyhi geldi mi hemen yerinden kalkar, yola çıkar gider.

Bunların hepsi gelecek bir gün hepimizin başına… Onun için yazdım bir şiir…

Az yaşa, çok yaşa,

Akibet bir gün gelecek başa.

Bu dünya bir değirmen taşıdır,

Daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir,

Bir gün gelir söner,

Ehli iman sahipleri,

İman ettikleri yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik, ölenleri kendimize dost edinmedik.

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”