MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (165)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Yiğit kişi, şehvetine ve öfkesine hakim olandır.” Mevlana, burada insan bedenini ata, ruhunu da o atın üzerindeki süvariye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: “Eğer süvari ata hakim olursa, at onu ahirine götürür; ama eğer at süvariye hakim olursa, at onu ahıra götürür.” Mevlana, bu deyişinde, “Bedenini kendi haline bırakırsan seni yanlış yere götürür” derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?

Tasavvufta şu tabir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misal olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahi, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahi artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsani duygulardan uzak durmasıdır.

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (A’raf, 64)

“O, öyle bir mabuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgarla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücum eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)

Seyyid Burhaneddin Hazretleri şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahabesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.” “Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyazattır.

“Kendi arzu ve heveslerini ilah edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidayetten mahrum bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Casiye, 23)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (164)

Cenab-ı Mevlana diyor ki: “İlahi aşkın şarabı takva küpündedir” ve yine bir başka yerde de şöyle buyuruyor: “Saki! Kadehi ilahi aşkla doldur, mesthaneye ekmek sözünü etmekten uzak dur. Sun Kevser’i, kansın suya hep gönüller, deryada yüzenler sudan başka ne ister. Doldur o şaraptan yine doldur, yine bir sun, dursun gece ey dost, onu durdur, ne olur… Vur uykumu, zincirlere vur, geçmesin anlar; varmaz gecenin farkına varmaz uyuyanlar. Hakk’ın o misafirleri Cibril’le beraber Kevser suyundan aynı gümüş taçtan içerler. Has kullara gökler ötesinden iner ihsan, ikramsa budur başka ne ister daha insan. Dostun dudakları dokunur kırmızı şarabına dostun, ancak onu takva denen küpte bulursun. Hakk ehlinin üstadı Rab’dır, elbette kitap ehlinin üstadı kitaptır.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Peygamber Efendimiz, namaz esnasından secdeye vardığında başını uzun bir müddet secdeden kaldırmazmış, sahabe de Resulallah’a bir şey oldu diye korkarlarmış.

“Ey Muhammed! De ki: Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de alemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam, 162)

Hazreti Mevlana, “takva” dediğinde namaz kılanları söylemek istiyor. Fakat burada iki farklı namaz vardır: Birincisi erkanı kılmaktır; ikincisi ise namazın sahibini kılmaktır. Peki kimdir namazın sahibi? Hazreti Resulallah… Namaz deyince de sadece vakitleri, rekatları düşünmemek lazım; eğer bir insan büyük bir aşkla, sevgiyle gönlüne Hazreti Muhammed Efendimizi koymuş ise, o kişi her an namazda sayılır. Ama eğer namaz kılanın gönlünde Hazreti Muhammed yok ise, o kişinin de kıldığı namazların, yaptığı ibadetlerin pek bir değeri yoktur.

“Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın.” (Nisa, 103)

Hazreti Mevlana, bir cuma namazında secdeye vardığında, ancak bir sonraki cuma günü kaldırmıştır başını secdeden. Ve Fihi Ma-Fih’de de namaz hakkında şöyle buyurur: “Namaz bir kalıptır; başı tekbir sonu ise selamdır. Ama aşıkların namazı başkadır; onlar kalıba sığmazlar.”

“Ve esenlik ona! Doğduğu gün, öldüğü gün ve diriltilerek kabrinden çıkarılacağı gün.” (Meryem, 15)

Bir Hakk aşığını erkana sokamazsın, çünkü o erkana uyamaz, diğerlerinin namazını da bozar. Onların halleri meczupları andırır, çünkü o şaraptan içmiş. Şaraptan maksat ilahi aşktır. Aşık, her an sevgilisi ile rabıtadır, onun aşkıyla kendinden geçmiştir. Bundan büyük takva da hiçbir yerde yoktur.

“Ey iman edenler! Sarhoş iken kendinize gelinceye kadar namaza durmayın.” (Nisa, 43)

Fakat bir de dünya sarhoşluğu var ki, o sarhoşluk da insanın gözlerini kör eder. Namaza durur ama aklı hep dünyadadır. Allah hepimizi bu gibi sarhoşluktan korusun.

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar.” (Maun, 4-5)

Bakın Mevlana’ya bir gün birisi soruyor: “Mahşer ve ahiret ne demektir?” Mevlana şu cevabı veriyor: “Mahşeri görmek istersen gündüze bak, ahireti görmek istersen geceye bak. Aşığa ne mahşer gerek ne ahiret; sadece sevgilisi gerek…”

Aşık olan kişinin hali, davranışı farklıdır. Aşık olan kişide Hakk’ın nefesleri zuhur eder. Aşık her an takvadadır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (163)

Deniliyor ki, bir insana en çok zarar veren şeyler aklından geçen kötü düşünceler ve ağzından çıkan kötü sözlerdir. Bu konuda ne dersiniz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana der ki: “Dokuz sefer yutkun, bir sefer konuş.” İnsanın ağzından çıkan her söz suret bulur. Eğer o söz güzel ise, güzel bir suret haline gelir ve insan o sureti seyretmeye doyamaz. Ama eğer çirkin bir söz ise, o da çirkin bir suret haline gelir ve insanın o sureti seyretmesi bir yana, ondan nereye kaçacağını bilemez.

“Onlar, Allah’ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; Onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onların içlerine tesir edecek güzel söz söyle!”
(Nisa, 63)

Dilin kemiği yoktur. Bu nedenle insanın bir söz sarfetmeden evvel mutlaka düşünmesi gereklidir, ağzına geldiği gibi konuşmamalıdır.

Etrafınıza baktığınız zaman, bu benlikler ve ikilikler yüzünden herkes birbirleriyle kavga etmektedirler, hatta öldürmektedirler. İnsanlıktan çıkmışlardır. Hakikatte ise bir insanı öldürmek, kainatı öldürmek demektir.

“Az kalsın, söyledikleri sözden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp dağılacaktı.” (Meryem, 90)

Bizim en büyük üzüntümüz, malesef insanların en medeni Peygamber olan Hazreti Muhammed Efendimizi ve onun dini İslam’ı gerektiği gibi anlayamamış olmalarıdır. Bugün Hazreti Muhammed’i bir kanun adamı olarak tanıtıyorlar, halbuki o Habibullah’tır, sevgilidir. O, bütün insanlık aleminin sevgilisidir. Çünkü o, en başta Allah’ın sevgilisidir. Allah, tüm bu kainatı onun yüzü suyu hürmetine yaratmıştır. Hazreti Muhammed’in bütün sözleri akıla hitab eder, ruha hitab eder, gönüle hitab eder. Bizler, bütün Evliyaullah gibi, Hazreti Muhammed’i gönlümüze koyarız, onu kendimize ruh ediniriz ve onun aklı ile yola çıkarız.

“Aralarında hüküm vermesi için Peygamberin yoluna davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.” (Nur, 51)

Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz, sahabesiyle otururken, onlara şöyle sesleniyor: “İçimde bir özlem var.” Ebubekir dönüp ona soruyor: “Ya Resulallah, kimi özlüyorsun?” “Kardeşlerimi özlüyorum” diyor. “Tabii” diyor Ebubekir, “Senin kardeşlerin gelmiş geçmiş peygamberlerdir, onları özlemekte haklısın.” Hazreti Resulallah hemen cevap veriyor: “Hayır, hayır… Onlar değil benim özlediklerim. Ben, benden sonra gelecek olan velileri özledim. Çünkü onlar beni görmeden beni sevecekler ve aşık olacaklar. Onların hepsi benim manevi kardeşlerimdir. Onlardan bir tanesini andın mı, hepsini anmış olursun.”

“Onlar görmedikleri halde Rablerine iman ederler, kıyamet saatinden de titrerler.” (Enbiya, 49)

Bakın Evliyaullah’ı ne kadar birlikte tutmuştur ve onlara “Kardeşlerim” diye hitab etmiştir. Zaten hakikatte bütün güzellikler Evliyaların dilinden gelmektedir.

Sonuç itibariyle Hazreti Muhammed Efendimizin muhabbeti bu dünya üzerinden kalkarsa, bu dünyanın sonu geldi demektir.

“Şunu iyi bilin ki, bu zikri indiren Biziz ve onu koruyacak olan da, elbette yine Biziz!” (Hicr, 9)

Şunu da söylemek istiyorum ki, Hazreti Muhammed, “Ben bütün aleme rahmet olarak geldim” dedi; Hazreti Mevlana da, her dinden her toplumda her ırktan insanı sevgiyle kucakladı ve hep sevgiden barıştan, kardeşlikten söz etti. Tamamiyle Hazreti Peygamber Efendimizin bendesi olan Hazreti Mevlana, bu alemde öyle bir dil sarfetti ki, bütün dinler ona sevgi ve saygılarını sundular. Hatta Mevlana Hakk’a yürüdüğünde İseviler, “Mevlana, bizim İsa’mızdı, çünkü bizler İsa’nın büyüklüğünü ondan öğrendik” dediler. Museviler de “O bizim Musa’mızdı, biz de Musa’yı ondan öğrendik. Nasıl halk ekmeksiz duramazsa, bizler de Mevlana’sız duramayız” dediler. Hepsi beraberce Mevlana’nın cenazesinde hazır bulundular. Hazreti Mevlana’nın tabutu sabah yola çıktı ve yolda dört sefer kırıldı, tekrar yapıldı. Ancak akşam namazı vakti geldiğinde musalla taşına gelebildiler. İşte o zaman Müslüman bilginler, papazlarla hahamların kabristana girmelerine izin vermediler. İçlerinden bir keşiş çıktı ve onlara şöyle seslendi: “Eğer Hazreti Muhammed hayatta olsaydı sizin gibi mi konuşurdu? Mevlana da Hazreti Muhammed gibi kainatın rahmetiydi. Bizi ondan ayıramazsınız.” Ve Şeyh Sadreddin, Hazreti Mevlana’nın cenaze namazını kıldırmak üzere tekbir çekerken birdenbire hıçkırıklara boğuldu ve geri döndü, namazı kıldıramadı. Yerine Kadı Sıraceddin geçti ve namazı kıldırdı. Şeyh Sadreddin Konevi’ye neden bu kadar ağladığını sorduklarında onlara şu cevabı verdi: “Ben tekbir çekerken perde kalktı ve gördüm ki, Hazreti Resulallah imamiyette durmuş, Mevlana’nın cenaze namazını kıldırmaktaydı ve onunla beraber sayısız melekler saf durmuşlardı. Ben de o hali görünce gözyaşlarımı tutamadım ve kendimden geçtim.”

“Bizim içimizden bir tek kişi bile yoktur ki, onun belirli bir yeri ve derecesi olmasın. Biziz o sıra sıra saf tutmuş olanlar, Biziz!.. Biziz o tesbih edenler, Biziz!” (Saffat, 164-166)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (162)

Hasan Dede, deniliyor ki, bu evrenin, yani bütün varlıkların toplamı aynı bir insan gibidir. Yani bu alem insanın en büyük şeklidir. İnsan-ı kamil de bunun kalbi, özetidir. Bu konuda ne dersiniz?

İnsan, kainat demektir; kainat da insan demektir. Hazreti Mevlana da, “Bu kainatta ne görüyorsanız, hepsi Allah’ın ailesidir” der. Mademki bu kainattaki her varlık Allah’ın ailesi, o zaman eğer onlardan bir tanesini incitirsek Allah’ı incitmiş oluruz. Demek ki, Yaradan’dan ötürü hepsini sevmemiz ve hepsine sevgiden söz etmemiz lazım. İnsan aynı zamanda Allah’ın temsilcisidir. O zaman mademki insan olarak yaratıldık, bizler bütün varlıklardan sorumluyuz. Yani aslında kainatın merkeziyiz.

“Biz, gökleri, yeri ve her ikisi arasında bulunanları ancak hakka ve hikmete uygun olarak yarattık. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. O halde, sen şimdi onlara güzellik ve hoşgörü ile muamele et.” (Hicr, 85)

“Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra tekrar diriltilmeniz ancak tek bir insanı yaratmak ve diriltmek gibidir.” (Lokman, 28)

Hazreti Mevlana yine şöyle buyurur: “Ey insan! Ne görüyorsan bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste kendinde iste, çünkü sen herşeysin.”

Bizlerin isteği Yaratıcı oldu, O’nu istedik. İnsan bir kez O’nu buldu mu bu dünyada, artık en zengin kişi odur.

“De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı ziyneti ve temiz rızkı kim haram kılmış? De ki: Bunlar, dünya hayatında iman eden müminler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara özgüdür. İşte bilen bir topluluk için ayetleri böyle açıkça anlatıyoruz.” (A’raf, 32)

İnsan bu aleme ölmek için gelmemiştir, ebedi yaşamaya gelmiştir. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlarla yaşıyoruz, onları yaşatıyoruz ve onlarla dünya durdukça yaşayacağız.

Yine şöyle buyuruyor koca Mevlana: “Evlad, biliyorum ki beni çok seviyorsun, ama dile getiremiyorsun. Korkma! Mademki ben senin gönlündeyim, son nefesinde mürşidin vasıtasıyla bana geldiğinde, ben anıldıkça sen de anılacaksın, ben yaşadıkça sen de yaşayacaksın.”

“Bütün insanları kendi önderleriyle birlikte çağıracağımız günü hatırla. O gün her kime kitabı sağından verilirse işte onlar kitaplarını okurlar ve kıl kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (İsra, 71)

Bakın Allah’ın yarattığı pervaneden misal verelim: Pervane, belki o kadar hoş görünümlü bir yaratık değildir ama devamlı ışığın etrafında sema eder, döner döner döner… Bir zaman sonra yorulur, ama gidip de duvara konmaz dinlenmek için, gider ışığa atar kendini ve ışık onu yakar. İşte ruhunu ışığa verdi, bedeni yerde kaldı. Bunda da bizlere bir ders vardır. Bizler de hep O’nun etrafında dönersek, hep O’nu zikredersek, O’nunla yaşarsak, pervane gibi bizler de son nefeste O’na ruhumuzu veririz.

Ölmek, elbise değiştirmektir, başka bir şey değildir. Hazreti Resulallah’ın buyurduğu gibi, “Müminler ölmez, bir evden bir eve taşınır.” Evden maksat vücutlardır. Gün gelir bu vücuttan çıkar, başka bir vücutta varlığını gösterir ve yine ordan Allah’ı dile getirmeye devam eder.

“Sen, o ölümsüz ve daima diri olan Allah’a tevekkül et. O’nun sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle an!” (Furkan, 58)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (161)

Hasan Dede, deniyor ki, bu hayatta herkesin tabiatı ve huyu cenneti ve cehennemidir. Sorum şu: İnsanın tabiatı, huyu, yani ahlak ve davranışları, onun cennetini ve cehennemini mi yaratıyor?

Ne zaman ki bir insan güzel düşüncelerde ise, o cennettedir, cennette yaşamaktadır. Fakat ne zaman ki, karamsar düşüncelerde ise, o zaman da bu düşünceler onu hüzünlere sürüklediği için, o cehennemdedir, cehennemi yaşamaktadır. Çünkü herşey insanın içindedir, insanın dışında bir şey yoktur.

“Yapmış olduğunuz güzel davranışlar sayesinde hak ettiğiniz cennet, işte budur!” (Zuhruf, 72)

“Diğerlerine gelince, onlar da ebediyen cehennemde azap çekecekler!” (Zuhruf, 74)

“Biz onlara zulmetmiş değiliz fakat asıl onlardır kendi kendilerine zulmedenler.” (Zuhruf, 76)

Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Aşıklara karış, onların sohbetleri bahar ile yaza benzer. Aşık olmayanlardan da uzak dur, onların sohbetleri de sonbahar ile kışa benzer.” İnsan insanın cennetidir, insan insanın cehennemidir. Güzel insanlarla beraber olursan sen cennettesin, ama küfürbazlarla beraber olursan sen cehennemdesin.

“Baksana; Allah ne güzel bir misal veriyor: Güzel söz, tıpkı kökleri yere sapasağlam basan, dalları da göğe doğru uzanan hoş bir ağaca benzer.” (İbrahim, 24)

“Kötü söz ise, tıpkı gövdesi yerden koparılmış, bu yüzden ayakta bile duramayan değersiz bir ağaca benzer.” (İbrahim, 26)

Allah, sapasağlam söz sayesinde, iman edenlerin hem dünya hayatında, hem de ahirette dimdik ayakta kalmalarını sağlar.” (İbrahim, 27)

Bizler ibadetlerimizi köşkler, saraylar için yapmıyoruz, bunlar tamamen hayaldir. Bizler ibadetlerimizi Resulallah’ın cemalinden mahrum kalmamak için yapıyoruz; bizler O’nun cemaline koşuyoruz. O köşkler, saraylar burda da var; misal olarak evler var, apartmanlar var, arsalar var…

Yani sonuç olarak, insan neyi düşünüyorsa odur. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. Hazreti Mevlana’nın buyurduğu gibi: “Can istiyorsan sen cansın; ekmek istiyorsan sen ekmeksin…” Kısaca, insan neyi çok seviyorsa, onun Allah’ı da odur. İnsan, cennetini de cehennemini de kendisi yaratır.

“Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun ahirette hiçbir payı yoktur.” (Şura, 20)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (160)

Bazı tarikatlarda riyazat var ve nefsi açlıkla terbiye ediyorlar. Ancak deniliyor ki, en büyük riyazat edeb riyazatıdır; riyazat nefsin kötü huylarını güzelleştirmekten ibarettir, arzu ve isteklere karşı koymaktır. Yani düşüncelerdeki olumsuzlukları gidermek ve her şeye güzel bakmak, her yerde Yaradan’ın güzelliklerini görmek. Sorum şu: Huylarını güzelleştiren bir insanın manevi görüşü açılır mı?

Bizim vazifemiz, yolcularımızı Hazreti Muhammed Efendimizin ahlakıyla ahlaklandırmak, O’nun huylarıyla huylandırmaktır. Yolcu bu hallere girdiği zaman ondaki nefs artık nefis olmuş demektir. Ama eğer bu hallere bürünemezse yolcu, yani O ayrı yolcu ayrı, o zaman da nefs arınamaz, bu güzellikler onda zuhur etmez.

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (Kötülükten sakınma halini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 9)

Bakın Şems-i Tebrizi Hazretleri, “Nefsin kalesini ancak tevhid yıkar” diye buyurur. Ama nasıl bir tevhid? Şems gibi tevhid… Yani büyük bir aşkla bağlandığın yeri zikredeceksin.

Size bir hikaye anlatalım: Bir gün Konya halkı Şems Hazretlerini Konya’nın Kutbuna şikayet etmişlerdi. Bunun üzerine, Sultan’ül-Ulema Hazretlerinin yakın bir arkadaşı olan Kutub, Hazreti Mevlana’yı huzuruna çağırdı. Fakat Mevlana, Şems olmadan gitmek istemedi ve Şems Hazretleri, sonunda, Mevlana’nın ısrarlarına dayanamadı, istemeyerek de olsa gitmeyi kabul etti. Beraberce Kutub’un huzuruna geldiklerinde önce Mevlana, ardından da Şems odaya girdi. Kutub, Şems’i görünce öfkelendi; Şems de onun bu öfkeli haline karşılık Kutub’a öyle bir nazar etti ki, Kutub’un dili tutuldu. Mevlana, bu hali görünce anladı ki Şems ona nazar ediyor, dönüp Şems’e, “Efendi Hazretleri etme, nazarını çek…” diye buyurdu. Mevlana’nın bu niyazı üzerine Şems, Kutub’dan nazarını çekti ve Kutub, onları haddinden fazla ağırladı ve hiç şikayette bulunmadı. Ve bir zaman sonra oradan ayrıldılar. Şems, o zamanlar Kimya ile evli olduğundan dolayı artık Mevlana’nın evinde kalmıyordu ve gündüzleri bir inşaat ustası olarak çalışıyordu. Bir gün Şems işten eve dönerken yolda Kutub’la karşılaştılar. Kutub, Şems’i görür görmez caddenin ortasında, “La ilahe ilallah Şems Resulallah…” demeye başladı; o bunu der demez, etrafındaki halk Kutub’a saldırmaya başladılar. Şems, bunu görünce öyle bir nara attı ki, saldıranların elleri havada kaldı. Şems aldı Kutub’u onların elinden ve bir çeşmenin başına getirdi. “Efendi” dedi, “Deme öyle, La ilahe ilallah Şems Resulallah; de, La ilahe ilallah Muhammed Resulallah. Ceddim Hazreti Resulallah işlenmiş altındır, O’nu bütün dünya biliyor. Ben de Hazreti Muhammed’le aynı ayardayım ama işlenmemişim, beni ancak senin gibi birkaç kişi bilir; Mevlana bilir, başkaları bilmez.” Yani Veliler o dereceye gelirler ama Resulallah’a hürmet ederler ve O’nun önüne çıkmazlar.

“O, sana Kitab’ı indirendir. Onun bazı ayetleri muhkemdir, onlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve yorumlatmak için müteşabih ayetlerinin peşine düşerler. Oysa onların gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Biz ona iman etmişiz, tümü Rabb’imiz tarafından gönderilmiştir’ derler. Bu inceliği ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 7)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (159)

Dua ederken Cenab-ı Hakk’ın bazı isimlerini zikretmek çok tesirlidir. Örneğin; Kur’an’da, Kamer suresinin son ayetlerinde yer alan “Melik” ve “Muktedir” kelimelerinin, duanın kabul olması için, tesiri çoktur deniliyor. Sizce bu doğru mudur?

Dua, münacat demektir. Eğer bir kişinin zihni ve kalbi bütün dünya muhabbetlerinden arınmış ise, zihni ve kalbi tamamen Allah’a yönelmiş ise, onun her sözü Hakk’tır. Bu nedenle o kişinin her sözü, her duası suret bulur, gerçekleşir.

“Ey iman edenler! Peygamber, yeniden dirilişinizi sağlayacak bir konuda size çağrı yaptığında, bu çağrıya mutlaka uyun! Şunu iyi bilin ki, Allah, kişi ile kalbi arasına girer.” (Enfal, 24)

Hazreti Muhammed, henüz beş yaşlarındayken, kıtlık vardı. Amcası Abdülmuttalib onu aldı ve beraber yağmur duasına çıktılar. Abdülmuttalib duasını bitirdikten sonra Hazreti Muhammed Efendimize dönerek onun da bir duada bulunmasını istedi. İşte Resulallah, başını göke kaldırdı ve nazar etti. Hemen bir bulut belirdi ve her yeri kapladı. Öyle bir yağmur yağdı ki, tam yedi sene bereket hasıl oldu. Resulallah’ın bir nazarından suret buldu.

“Ey Muhammed! Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

Eğer bir kişi, ikrar verdiği mürşid-i kamilin vasıtasıyla, gönlünü Hazreti Muhammed Efendimize bağlarsa ve temiz bir niyetle dua ederse, o dua mutlaka suret bulur ve güzellikler zuhura gelir.

“İman edenlerin kalblerinde haset, öfke ve kin adına ne varsa hepsini söküp almışızdır. Onlar Rab’lerine el açıp yalvararak, ‘Bizi bu harika cennet yurduna ulaştıran Allah’a şükürler olsun! O bize yol göstermeseydi, biz doğru yolu asla bulamazdık! Rabb’imizin peygamberleri bize gerçekten de hakikati bildirmişlerdir!’ diyecekler. Ve onlara şöyle nida edilir: ‘İşte çabalarınızın karşılığı olarak size bahşedilen cennet, budur!” (A’raf, 43)

Önemli olan Kur’an’ın sahibine, yani Hazreti Muhammed’e gönül vermektir, çünkü Hakk O’ndan dile geldi ve bu güzel kelamları O’nun dilinden söyledi.

“Gerçek dua ancak O’nadır. O’ndan başka yalvardıkları ise, onların isteklerine ancak, ağzına ulaşmayacağı halde, ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimsenin isteğine suyun cevap verdiği kadar cevap verirler. Onların duası daima boşa çıkar.” (Rad, 14)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (158)

Mana alemine kendini veren kişiler mecazı da duysalar veya görseler hakikati anlıyorlar ve idrak ediyorlar. Bizler ise hakikati duysak bile zihnimiz o hakikati mecaz olarak algılıyor. Zihinlerimizi hakikatleri anlamaya nasıl yönlendirebiliriz Hasan Dede?

Kişinin düşüncesi ne ise, ona göre hesap yapar. Bir insan sevgiye, aşka düşmemişse ve tam bir imanla bağlı olduğu yere sarılmamışsa eğer, defalarca hakikatleri duymuş olsa dahi, daima kendine uygun geldiği şekilde dinler ve öyle algılar.

“Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyuyorlar. Şüphesiz zan, hakikat namına hiçbir şey ifade etmez.” (Necm, 28)

Cenab-ı Hakk, kendisini Hazreti Muhammed’e verdi. Bütün Piran Efendilerimiz de Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleri olarak dünyaya yüz tuttular, O’nun güzelliklerinden dil döktüler ve kendilerini sevenlerine kazandırdılar.

“Onlara rahmetimizden bağışta bulunduk. Onlar için yüce bir doğruluk dili var ettik, güzel bir söz ile anılmalarını temin ettik.” (Meryem, 50)

Yine Hazreti Mevlana şöyle buyurur: “Bana gelen evlatlarımdan, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” Yani kimsinin karnı aç, sofrasında karınlarını doyurmak için gelmişler. Kimileri de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine gelmişler. Fakat benim için geleni daha göremedim, diyor.

Galib Dede Hazretlerinin zamanında da bir adam Galata Mevlevihanesine gelmiş, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” demiş. Adamı Galib Dede’nin huzuruna çıkarmışlar. Galib Dede, adama bakmış ve demiş ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş.” Buna benzer şeyler o devirlerde de vardı, bu devirde de var. Dergaha belki bin kişi gelir, aralarından bir kişi çıkarsa ne mutlu. Peki eğer çıkmazsa ne olacak? Onların da kaybı yoktur, onlara da şefaatimizi gösteririz. Ama gönül iman sahibini ister. İster ki, arkadaş olsunlar, beraber halvet olsunlar.

Mevlana’mızın kasidesindeki şu beyitlere kulak verelim, bakın ne güzel buyuruyor ve diyor ki:

“Biz kadim olan, önüne evvel düşünülemeyen bir zamandan beri aşka düşen kişileriz. Bizden olmayanların, bizden geri kalanların hepsi de bize seyirci olmuşlardır.

Fakat seyirciler usandı. Ortada yalnız kızgın aşk şuleleri ile beslenen gönül kaldı.

Biz, gökyüzü gibi güneşin arkadaşıyız, dostuyuz. Biz onun ışığında yıldız gibi gizli kalmayız.

Biz minarenin üstündeki deve gibi parmakla gösteriliyoruz, tanınmışız.

Bizde bir hayalden başka bir şeycik kalmadı. 0 da parça parça oldu, ortadan kayboldu.

Hakk sevgisi yolunda yürüyenler, çare aradılar. Anladılar ki, varlık kaldıkça çare yoktur.

Demir, bakır, kaya gibi aşk ateşinde yanmak için sıraya girdiler.

Ercesine, korkmadan, sonsuz olan, kıyısı bulunmayan aşk denizine daldılar…”

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE…(157)

Sultan Veled Hazretleri diyor ki: “Bir gün babam Hüdavendigar Mevlana, bana, ‘Bahaeddin, gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. Allah’ın sevgisini de, O’nun aziz olan isimleriyle elde etmek mümkündür. Nitekim Allah, ‘Ey kullar, kalbinizde safa hasıl olması için, daima beni anmaktan geri kalmayın. Safa ne kadar çok olursa, Allah’ın nurunun parlaklığı da o nisbette çok olur’ buyurmuştur.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, tabii ki çok doğru söylemiş ve yine başka bir yerde de şöyle buyurur: “Aşıkların en zengin varlığı gecedir.” Çünkü gece oldu mu herkes dinlenmeye çekilir, uykudadır. Aşık o sırada uykuyu terketmiş, zikire koyulmuştur. O zikirler hiçbir zaman boş kalmaz, gün gelir yüzünü gösterir. O, yüzünün güzelliğini gösterdi mi, artık aşık o güzelliği kolay kolay kimseyle paylaşamaz. Ancak kendi gibi bir aşık bulursa onunla konuşur, birbirlerinde hasbuhal ederler.

Şeyhim Hakkı Dede, selam olsun üzerine, bir mürid gelip ona, “Ben rüyamda Peygamberi gördüm” dediğinde, “Oğlum, sen hayal görmüşsün” derdi. Çünkü bunu söyleyen bir mürid, şeyhinin dışına çıkmış demektir. Eğer rüyasında, şeyhi müride o mukaddes zatları gösteriyor olsaydı, yani şeyhinin rehberliğinde Peygamber Efendimizi görmüş olsaydı, o zaman o rüya, rüya olmaktan, yani hayal olmaktan çıkar mana olurdu, gerçek olurdu. Bir mürid, böyle bir mana görürse, artık o manayı ömrünün sonuna kadar unutamaz, hep o güzellikte kalır.

“Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık, artık gözün keskindir.” (Kaf, 22)

Eğer mürid, sıdk-ı bütün bir imanla şeyhine bağlanmışsa, müridin gördüğü manayı aynı zamanda mürşidi de görür.

Mürid de, mürşidinin manalarını görür ve beraber seyir ederler, akılların almayacağı güzellikleri beraber yaşarlar. Ve bu güzellikler günlerce, haftalarca, aylarca aynı şekilde zuhur etmeye devam ederse, şeyhi müridine soyunur, yani mürid artık mürşidi olur, aralarında hiçbir perde kalmaz, ikilik kalkar, artık bir olurlar, bir okunurlar.

“Allah da, ‘Her ikinizin de duası kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta devam edin ve sakın bilmeyenlerin yolunda gitmeyin’ dedi.” (Yunus, 89)

“Çifte ve teke andolsun ve ışırken geceye.” (Fecr, 3-4)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (156)

Bir müridin manevi derecesi mürşidine olan inancının derecesi kadar mıdır?

Evet, çok doğru. Biz isteriz ki, hepsinin derecesi aynı olsun. Ama çalışmadan olmaz, müridin kendisini tamamen vermesi lazım, istemesi lazım. Sadece bizim vergilerimizle olmaz.

“Bana bir adım gelene ben on adım giderim, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim.” (Hadis-i Şerif)

Bizler insanlık tohumunu ekiyoruz, ama müridin de o tohuma bakması, büyütmesi lazım. Eğer çalışılırsa, gün gelir o tohumdan yine bir suret doğar. Hayat nefesledir, hiçbir şeyi boşvermemek gerek. İnsana boşverme yoktur, daima çalışmak vardır.

“Gerçek şu ki: İman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz iyi iş yapanların ecrini zayi etmeyiz.” (Kehf, 30)

Hazreti Peygamber Efendimizin, selam olsun üzerine, bir ismi de Muhammed Cabbar’dır.

Cenab-ı Pirimizden bir örnek verelim: Hazreti Mevlana’yı bir gün misafirliğe davet etmişler, o da icabet etmiş ve gitmiş. Fakat muhabbet uzamış, ev sahibi Mevlana’yı bırakmak istememiş ve kalmasını istemiş. Hazreti Mevlana da kalmış. Evsahibi, Mevlana’ya yatak hazırlamış ve O’nu buyur etmiş. Hazreti Mevlana, teşekkür etmiş ve ev sahibine artık istirahate çekilebileceğini söylemiş. Fakat ev sahibi Mevlana yatmadan istirahete çekilmek istememiş ve bir kenara çekilerek Mevlana’yı izlemeye koyulmuş. Hazreti Mevlana, birkaç rekat nafile namazı kılmış ve tefekküre oturmuş, sabaha kadar da başını yastığa koymamış. İyi ama… Evsahibi bitkin ve yorgun bir halde, Mevlana ise zinde bir halde, yorgunluktan bir eser yok. Evsahibi, Mevlana’yı öyle görünce sormuş: “Ya Mevlana, hiç dinlenmeye çekilmediniz, neden?” Hazreti Mevlana, ona şu cevabı vermiş: “Efendi, kainat uykuda, eğer ben de uyursam bu cihanın hali nice olur…”

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki herşey, yerdeki herşey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara, 255)

İşte bunların hepsi manevi birer mesajdır bizlere. Ama hiç çalışmadan ilerlemek isteniyor, olmaz. İnsanın önünde sayısız perdeler vardır, çalışmadan o perdeler kalkmaz. Bütün nefsani arzular giderilmiş, o arzular arasında Allah’ı görmek isteniyor. O’nu görmek, bu şekil olacak şey değildir.

Bakın Mevlana’mız bir kasidesinde bizlere, miskince bir yerde oturup kalmamayı, çalışıp çabalamayı, çalışkan olmayı, şu beyitleriyle tavsiye ediyor ve diyor ki:

“Eğer ağaç hareket etseydi, yani bir yerden başka bir yere gidebilseydi, ne testere eziyetini çeker, ne de çeşitli işlerde, çeşitli yerlerde kesilir, biçilir, cefalar çeker, yaralanır, berelenirdi.

Eğer güneş ve ay, dönüp durmasalardı, sağır kayalar gibi oldukları yerde durabilselerdi, ne güneş ışıklar saçarak dünyayı aydınlatır, ne de ay ışığı geceleri hoş bir şekilde nurlar saçardı.

Fırat, Dicle ve Ceyhun nehirleri akıp durmasalardı; deniz gibi bir yerde takılıp hareketsiz kalsalardı, kokarlar ve acırlardı.

Deniz suyu yolculuğa çıktı. Önce buhar halinde havaya yükseldi, orada bulut oldu. Acılıktan kurtuldu, helvaya döndü.

Bak da gör, Yusuf (a.s.) babasının kucağından ayrıldı. Yolculuğa çıktı. Ta Mısır’a kadar gitti de orada eşsiz bir makama ulaştı.

Şunu da gör ki: Ahmed (s.a.v.) Mekke’yi bıraktı, Medine’ye hicret etti; sonra ordu çekti, gelip Mekke’yi zabtetti.

Hazreti Muhammed mi’rac gecesi Burak’a bindi, yola çıktı. Hakk’a manen yaklaştı, yakınlaştı, aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı, hatta daha da yakına vardı, makamını buldu.

Usanmasaydın, bıkmasaydın dünyadaki misafirleri, yola düşmüş yolculuğa çıkmış erleri birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayardım.

Birazını gösterdim, birkaçını saydım. Geri kalanını sen bil, sen öğren. Kendi huyundan, Hakk’ın huyuna ulaş!..”