MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 54

ALLAH’I ZİKRETMEK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bayezid-i Bestamî Hazretlerinin bir hikâyesi var, şöyle ki: Bayezid-i Bestamî Hazretleri, Hacca gitmeden önce bütün o civardaki velîlerin evlerini dolaşmış. Hepsinden destûr istemiş. 

İçlerinde bir doksan yaşlarında bir velî varmış. Bayezid-i Bestamî Hazretlerine sormuş: “Kaç para ayırdın sen bu işe?” 

O da demiş, “Şu kadar.” 

Bunun üzerine velî demiş ki: “Sen gel o parayı benim postumun altına koy. Benim etrafımda yedi kere dön. Çünkü Allah, o evde bir defa doğdu ve oradan çıktı, ama benim gönlüme bir defa girdi ve bir daha çıkmadı…” 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Buna benzer bir de, Selçuklu Hükümdârının hanımı, Gürcü Hatun’un hikâyesi vardır. Gürcü Hatun, Hazreti Mevlâna’ya çok düşkünmüş. Bir gün niyetlenmiş Hacca gitmeye, fakat gitmeden evvel Hazreti Mevlâna’dan helâllik alıp öyle yola koyulmak için onun fakirhânesine gelmiş. Hazreti Mevlâna, onu karşılamış ve bir zaman sonra sohbet uzayınca vakit yatsı namazına gelmiş. Yatsı namazını beraber edâ etmişler. Namazın sonunda, Gürcü Hatun tam sağına dönüp selâm verirken, bir bakmış ki Kâbe-i Beytullah, Hazreti Mevlâna’nın başı ucunda semâ ediyor. O anda bir çığlık atmış ve namazı bırakmış ve başını secdeye vurmuş. 

Hazreti Pîr, namazını sonlandırdıktan sonra Gürcü Hatun’u o vaziyette görünce, sormuş: “Ne oldu Gürcü Hatun? Bu hâlin nedir?” 

Gürcü Hatun cevap vermiş: “Ben Hacca gitmekten vazgeçtim. Kâbe, senin huzûruna gelmiş, seni tavaf ediyor.” 

Ve bütün dünyalıklarını Hazreti Mevlâna’nın müridlerine dağıtmış. Cenâb-ı Mevlâna da onun Hacc’ını tebrik etmiş.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Mesnevî-i Şerîf’de Hazreti Mevlâna, Hazreti Resûlallah’ın bir hadîsinin tefsîrini yaparken şöyle buyuruyor: “‘Kendini unutup Allah’ı zikret’ âyetinin mânâsı şudur: Kendinle olduğun vakit Hakk’ı zikretmekle şirk işlemiş oluyorsun” Ne dersiniz Hasan Dede? 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir kişi, kendinden geçmeden zikre girdiği zaman, ikilik yaratmış olur. O ayrı, sen ayrı. Aslında, O’nun güzelliklerini dile getirdiğimiz zaman, O en güzel şekilde zikredilmiş oluyor. Diğer taraftan da, insan kalkarsa, Allah’ı kendi dışında zikretsin, o zaman tabii ki şirk işlemiş olur, çünkü teslîmiyetten, Allah’ın birliğinden çıkmış oluyor.

Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle der:

“Hem sen varsın, hem O var; senin gözünde diken var, sen o dikeni göremiyorsun.” 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 53

MÜRŞİD-I KÂMİLİ BULMAK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, bir şâir diyor ki: “Mecnûn’um bugün Leylâ derdinden; neylerim aklı, dîvâne geldim.” Deniliyor ki; tevhid ehli, akl-ı maaş ve akl-ı maad istemez. Akl-ı maaşın, dünyaya ait işlere, akl-ı maadın ise ahirete ait işlere akılları erer. Hâlbuki tevhid ehli, dünya ve ahiret istemez. O, akl-ı kâmil ashâbıdır. Tevhid ehlinin aklı nasıldır? Ne dersiniz? 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Tevhid ehli, aklını bırakmıştır. O, iman ettiği yeri kendine baş etmiştir, vücuduna Onu rûh edinmiştir. Hep Onu zikretmektedir ve Onun dışına bir an dahî çıkmamaktadır. Bir şey yapması gerektiğinde ise, ondan gören O, onun elinden tutan O ve ondan söyleyen de yine O’dur. İşte ehli tevhid sahibi bu demektir. Ehli tevhid, Hakk’ın sahibidir, Hakk’ı sahiplenmiştir. Hakk da onu sahiplenmiştir. Onlar sözde iki görünürler fakat mânâda birdirler. Tevhid ehlinin her zerresinden varlığını gösteren Hakk’tır. Akl-ı maaş ve akl-ı maada gelince, onlar akıllarını hep maddede tutarlar ve daima sıkıntıdadırlar. Ama ehli tevhid tüm bunların dışındadır ve huzur içinde yaşamını sürdürmektedir. 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Mesnevî-i Şerîf’de, Cenâb-ı Mevlâna’nın şöyle bir beyiti var: “Beytullah, Beytullah olalı, Allah girip orada oturmadı. Benim gönlümün hânesinde ise Hayy’dan gayri hiçbir şey yoktur.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Kâbe, Allah’ın evidir. İşte Şems-i Tebrizî Hazretleri de şöyle güzel bir dil sarfediyor:

“Allah, Kâbe’de doğdu. Kâbe’den çıktı ve bir daha oraya girmedi. Fakat gönlümde bir doğdu, bir daha oradan çıkmadı.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Kâbe’de doğmuştur. Resûlallah Efendimiz, ona soyununca, yani Allah’ın binbir sırrının anahtarını Hazreti Ali’ye verince, Hakk’ın kendisi olmuştur. Onun için Hazreti Şems öyle buyurmuştur, “O, Kâbe’de doğdu ve oradan çıktı. Fakat gönlüme bir girdi, bir daha da çıkmadı.”

Kâbe’de birşey yoktur. Hakîkatte Kâbe, mürşidi temsîl eder ve Hacer’ül-Esved diye bilinen taş ise, mürşidin elini temsil eder. İnsanlar Kâbe’ye gidiyorlar, o taşı öpüyorlar ve günahlarından arınmayı umuyorlar. Hattâ rivâyet ederler ki, o kadar çok günahkâr o taşı öpmüş ki, taş bu yüzden kararmış. Öyle bir şey yoktur, bunlar aslı olmayan söylentilerdir. Sen o mürşidi âyânda bulursan, taşa gerek kalmaz. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 46

GÖNÜL KÂBESİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Yine Hazreti Mevlâna diyor ki: “Bütün iyi ve kötü, dervişin cüz’üdür. Eğer böyle değilse, o derviş değildir.” Ne buyurusunuz Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Cenâb-ı Mevlâna, bir başka yerde de şöyle buyurur, der ki: 

“Bütün bu âlemde ne görüyorsanız, hepsi sevgilimin ailesidir.” 

Neden böyle söylüyor? Çünkü hiçbiri Onun dışında değildir. Hiçbirini hor göremezsin, hiçbirini incitemezsin. Eğer incitirsen, bil ki o zaman sevgilini incitmiş olursun. Bu yüzden, Yaratan’dan ötürü bütün yaratıklara sevgi ve saygıyla bakarak ve hep birleyici sözler söyleyerek yola çıkmamız lâzım. İkiliğe hiç yer yok.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Hazreti İsa, bir gün diyor ki: “Tanrı vardır ve sizler Ona bakıyorsunuz.” Ne dersiniz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa, çok yerinde söylüyor. Çünkü İsa konuşurken, dinleyenler ona bakıyor. Ama kendisi diyemiyor ki: “Ben Tanrı’yım!” 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Ama bir tek Hazreti İsa böyle söylemiş, başka hiçbir peygamber veya velî söylememiş.

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti İsa dedi ama, Hazreti Şems’in de buna benzer bir esprisi vardır, şöyle ki: Şems-i Tebrizî Hazretleri, selâm olsun üzerine, bir gün yolda gidiyormuş. 

Hocanın biri yolunu kesmiş, ama bilmiyor Şems kimdir, dönmüş demiş ki: “Derviş baba, sana bir şey sorabilir miyim?” 

Şems demiş: “Sor!” 

Hoca sormuş: “İblis ne çeşittir?” 

Şems-i Tebrizî hemen cevap vermiş: “Senin gibi!” 

Hoca kızmış: “Hâşâ! Nasıl olur benim gibi?” 

Hazreti Şems yine cevaplamış: “Tabi senin gibi! Sorsaydın Rahman’ı ne çeşittir, o zaman ben yine derdim, senin gibi!”

Kişi ne havadaysa, aynen onu yaşar. Bunlar hep güzel derslerdir bizlere.

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. 

Cenâb-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velâyet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyâullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır. 

Cenâb-ı Mevlâna, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kâbe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin mânâsı gönüldür.

Cenâb-ı Hakk , görünen ve bilinen suret Kâbe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kâbe’si elde edesin diye buyurmuştur.

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kâbe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez. 

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin.

Allah’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur.

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiçbir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir.

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’den de, Kalem’den de!.. 

Harâb gönül, Hakk’ın nazargâhıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur.

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenâb-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir.

Hakk’ın defineleri, harâb gönüldedir! Harâbelerde, pek çok defineler gömülüdür.

Mutlu olmak, mânen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak.

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar.

Dilinden sel gibi âb-ı hayat akar; nefesin, Hazreti İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara devâ olur.

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kâinatı yaratmazdım!’ hadîsinin mânâsını düşün. 

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekânın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı? 

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz.”

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlâna:

“Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey…

Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 13

Müminlerin mürşidi Ali’dir…

Sen İmamların başısın,

Muhammed’in kardeşisin,

Fatma ananın yoldaşısın,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Zülfikâr’ın sahibisin,

Hem keremsin hem kânîsin,

Tarîkatların Pîrisin,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Nurun, Muhammed’in nuru,

Alnın açık, yüzün duru,

Bütün insanlığın yâri,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Kalb kalesini fetheyledin,

Cümle derdi defeyledin,

Ali geldin velî geldin,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

Hasan kuluna ihsân,

Kurban olsun sana bu can,

Kâbe’de putları kıran,

Müminlerin mürşidi yâ Ali…

SENİ BEKLEDİM YA ALİ…

Kainat yaratılmadan önce, Muhammed’in nuru yaratıldı. O nur, bütün insanlık alemine yayılmıştır. 

Kimse kendisini başka birinden üstün görmesin, başkalarını da hor görmesin, çünkü hepsinde Muhammed’in nuru var.

Bu aleme ne kadar Peygamber geldiyse, hepsi kendi cemaatlerine peygamberlik yaptılar, ama Hazreti Muhammed gelince, nübüvveti giydiği zaman, Hira dağına çıktı ve orada ilan etti peygamberliğini. Şöyle seslendi: “Ben bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim.”

Bakın, bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim, diyor.

“Ey Musa cemaati, bana gelin Musa’yı benden dinleyin. Ey İsa cemaati, gelin İsa’yı benden dinleyin. Ey Davud cemaati, gelin Davud’u benden dinleyin” dedi.

Hepsini çağırdı. Neden? Çünkü daha kendi cemaati yoktu.

O sıralarda da Şahımız Ali yirmi yaşlarına varmıştı. Resulallah da kırk yaşlarındaydı. Bir yerde Hazreti Muhammed’in evladı sayılır Hazreti Ali.

Mevlânamızın çok güzel bir keşfi vardır Ali hakkında, der ki: “Ali’nin Zülfikâr’ını çok keskindir diye methederler; Ali’nin ilmi Zülfikâr’ından sayısız kat daha keskindir.”

Ali çok büyük bir ilme sahiptir. Kur’an, Ali’nin burhanıdır. Hep yanında büyüdü Hazreti Peygamberin, hiç ayrılmadılar. 

İlk Muhammed’in yolunu kabul eden Hazreti Hatice annemizdir, kızlardan Hazreti Fatma annemizdir, çocuklardan Hazreti Ali’dir.

Şimdi Hazreti Muhammed, Ali’ye diyor ki: “Hadi sen de gel benim yoluma.”

Ali, o sıralarda on yaşlarında. Dönüp Hazreti Muhammed’e diyor ki: “Ya Muhammed, izin verir misin, gideyim babama sorayım?”

“Tabi Ali” diyor Hazreti Peygamber gülümseyerek, “izin veririm, hadi git sor babana.”

Kalkıyor Hazreti Ali, çıkıyor kapıdan, gidecek babasına sorsun… hemen dönüyor geri, koşarak geliyor Resulallah’ın huzuruna.

“Ali ne oldu?” diye soruyor Resulallah, “Ne çabuk geldin?”

“Vazgeçtim” diyor, “babama sormaktan.”

“Neden?”

“Sen beni çağırıyorsun kainatı yaratana; baktım ki babamı da o yaratmış; seni de beni de… Ben niye gideyim sorayım babama!”

Gülüyor Hazreti Resulallah, “Hah!” diyor, “şimdi seni daha çok sevdim; bak çok çabuk çalıştı aklın senin.”

Şimdi oldular, Ali’yle beraber dört Müslüman; sonra yavaş yavaş yayıldı.

Şimdi Ali geldi yirmi yaşlarına, Peygamber de kırk yaşlarında, peygamberliğini ilan edecek; Ali dönüp diyor ki: “Ya Muhammed, neden bu kadar bekledin? Neden daha önce ilan etmedin peygamberliğini?”

İşte Hazreti Muhammed, “Seni bekledim ya Ali! Büyüyesin de beraber bu dini yayalım. Ben doğuştan hem velîyim, hem de doğuştan nebîyim ya Ali… ama seni bekledim.”

Beraber yaydılar İslâm dinini.

Gün geldi yine aldı Ali’yi karşısına, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi ve “Ya Ali” dedi, “benden sonra artık bu aleme peygamber gelmeyecek, nübüvvet defteri benimle kapandı. Benden sonra çok velîler gelecek; bütün velâyetin, yani velîlerin başı sen olacaksın.”

İmam Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, Kırklar’ı vardı, o binbir sırrın anahtarını çıkarmaya başladı. Hazreti Ali Efendimiz bütün hakikatların Pir’idir. 

Bugün sorsalar bütün tasavvuf ehlinin Pir’i kimdir bu alemde? Hazreti Ali’dir.

MANEVİ MENKIBELER – 54

KABE, ALLAH’IN EVİDİR…

Hüdavendigar Mevlana, İmam Ali Efendimiz için şöyle buyurmuştur: “Bütün Nebilerin müşküllerini çözmek için onların yardımına yetişen Ali idi, ceddim Resulallah’a aşikar geldi.” 

Hazreti Ali, Kabe’nin içinde doğdu. Kabe’ye Allah’ın evi derler. Hazreti Ali’den başka kimse orada doğmadı. 

Hazreti Şems-i Tebrizi şöyle bir dil sarfeder, der ki: “Ali, Kabe’de doğdu. Kabe’den çıktı ve bir daha oraya girmedi. Fakat gönlümde bir doğdu, bir daha oradan çıkmadı.”

Fatma anamızın Kabe’yi ziyaret ederken sancısı tuttu. “Allah’ım! Beni utandırma, bu çocuğu gizli bir yerde doğurayım” diye dua etti. O sırada bir yıldırım düştü. Kabe duvarını yıktı. Fatma anamıza, “Gir, bu dört duvar içine, çocuğunu orada dünyaya getir” diye nida geldi. Yıkıntının içine girip, Hazreti Ali’yi orada dünyaya getirdi.

O acılar içinde iken Fatma anamız başını göklere kaldırdı. Göklerde bir şimşek ışığıyla Ali esması yazıldı. 

Fatma anamız Ali’yi aldı, eve geldi. Çocuğu emzirmek istedi, fakat o annesini itiyordu. Hiçbir beşer kuvvetine benzemeyen sanki bir aslan gücü vardı. 

Fatma anamız yanında kemalat bulduğu için, Hazreti Muhammed’i çok sever, ona Muhammed Emin diye hitab ederdi. “Ya Muhammed Emin, dünyaya getirdiğim bu yavru beni yanına yanaştırmıyor. Acaba sebebi nedir?”

“Şefkatli yengem, o yavru beni arıyor.” 

Hazreti Muhammed, Ali’nin yattığı beşiğe gelir gelmez, Peygamber Efendimizin misk kokan saçlarının kokusunu alan Ali, kuş gibi ellerini açtı. 

Hazreti Muhammed, Ali’yi alıp yıkadı. Yıkarken Ali kollarında döndü. Hazreti Muhammed hem ağlıyor, hem gülüyordu. 

Yengesi sordu, “Ya Emin, sendeki bu gülme ve ağlamanın sebebi nedir?” 

Peygamber Efendimiz, “Bir gün gelecek Hakk’a yürüyeceğim, o zaman Ali beni yıkayacak. Ben de onun kollarında böyle döneceğim, ona zorluk vermeyeceğim. O anı şimdiden görüyorum” dedi. 

Yıkadıktan sonra dilini Hazreti Ali’nin ağzına verdi. Hazreti Ali meme yerine ilk Hazreti Muhammed’in dilini emmiştir. Emdikten sonra, Ali’nin ağzını sağ kulağına koydu. Onun nefesinden birçok güzellikler dinledi. 

Galib Dede Hazretleri güzel bir keşif yapmıştır. “Benim Pirim Mevlana’m yaşadığı devirde, Hazreti Muhammed’in bendesi, Şems-i Tebrizi de, zamanın Ali’siydi” diyor. 

Bizler mademki tasavvuf yolundayız, Hazreti Ali Efendimizin yolundayız demektir. O, bütün Evliyaullah’ın başıdır. İşte Cenab-ı Mevlana şöyle buyurur: “Nebilerde, Velilerde gören göz Ali’dir.”

MANEVİ MENKIBELER – 26

Kur’an ne derse, onu söylerim…

Biz kimseden menfaat beklemiyoruz. Dünyayı benim cebime koysalar atarım önlerine, istemem. Benim kalbimde Muhammed Ali var, biz Hakk ne söylerse onu söyleriz.

Bakın, Hanefi mezhebinden İmam Azam, Kur’an’dan va’z veriyor her Cuma. Yezid nesli haber gönderiyor: Biraz bize göre konuşsun, Yezid’i halka sevdirsin. İmam Azam Hazretleri, “Ben” diyor, “Kur’an ne derse, onu söylerim. Hükümdar falan tanımam.” Ve yine devam ediyor va’z vermeye, Resulallah’ın dininden konuşuyor.

Tuttular İmam Azam’ı kürsüden aldılar, nezarete attılar. Bir cahille kapattılar nezarete. O cahili insan sandı İmam Azam, ona da anlatıyor Allah’ın büyüklüğünden. Cahil ağlıyor karşısında. İmam Azam dönüp ona, “Efendi” diyor, “benim sözlerim belki seni duygulandırdı, rahatsız etti, en iyisi konuşmayayım.” 

“Yok yok” diyor, “konuş, ben onun için ağlamıyorum.”

“Ya ne için ağlıyorsun sen?”

“Benim bir erkek keçim var. Sen konuşurken sakalını onun sakalına benzettim, onu hatırladım, ona ağlıyorum.”

Bakın cahile, koskoca İmam Azam’ı keçi görüyor konuşurken.

İşte İmam Azam nezaretin kapısını çalıyor. Gardiyan geliyor, soruyor, “Nedir sıkıntın?”

“Bana hangi cezayı verecekseniz verin, yeter ki beni cahille bir yerde tutmayın.”

Çıkarttılar nezaretten. Seksen sopa ceza verdiler. Kırk sopada verdi ruhunu. Kalan kırk sopayı da bağladılar, bir sefer vurdular, seksene tamamladılar.

Böyle verdi ruhunu İmam Azam…

İmam Azam hayattayken, Hazreti Muhammed Efendimize 50.000 hatim okumuştur. Bağdat’tan Medine’ye geldiği zaman, Medine hudutlarında atından inerdi, ayakkabılarını çıkarırdı, atının dizginlerinden tutup yedekte yürürdü çıplak ayakla.

Adamları, “Ne yapıyorsun ya İmam? Resulallah’ın makamına daha 5-6 kilometre var” diye sordular.

İmam Azam şu cevabı verdi, “Hazreti Resulallah bu topraklarda çıplak ayakla yürümüş, ben nasıl at üstünde yürürüm, ayakkabıyla nasıl basarım…” 

İşte saygı…

MANEVİ MENKIBELER – 8

Büyük lokma ye, büyük söz söyleme…

Büyük Nazif Dede çok kibar bir zat. Fasih Dede de çok harabat olduğu için, onu hep yanından uzaklaştırırmış, “Hadi git” dermiş, “yaklaşma yanıma.”

Allah’ın işine bak, gün geliyor Fasih Dede vefat ediyor.

Cenab-ı Mevlâna, mânâda Mevlevîhane’ye geliyor. “Benim aşığım” diyor, “Fasih Dede yürüdü bana, gölgesi kaldı bu alemde. Selâmımı iletin Nazif Efendi’ye, onu çeyizlesin.”

İstemiyor ya onu Nazif Dede, şimdi Allah’ın işine bak, ona gönderiyor Fasih Dede’yi yıkasın temizlesin. 

Nazif Dede geliyor Galata Mevlevîhanesi’ne düşünceli düşünceli, hemen canlardan biri çıkıyor huzuruna, “Efendi Hazretleri” diyor, “sizlere ömür, Fasih Dede Hakk’ın rahmetine ulaştı.”

Nazif Dede, “Biliyorum biliyorum” diyor, “ve bana yükledi onu temizleyeyim.”

Nazif Dede Hazretleri çeyizlemiştir Fasih Dede’yi.

İnsanlar hiçbir zaman büyük laf söylemesin, ne derler… büyük lokma ye büyük söz söyleme. Eğer Nazif Dede o hizmeti yapmasaydı çıkamazdı Mevlana’nın huzuruna. Bunlar hep yaşanmıştır.

MANEVİ MENKIBELER – 2

Yine zevrak eder ruhum…

Allah diyor, bu kadar benden konuşuyorsun, acaba sen oldun mu? Bakın bir de yoklama da yapıyor bize… “Sen O musun?” diyor, “O sen misin? Sen O isen, O sen isen, neden bu alemde gam yersin?” Sıkıntılara girersin, of pof… Allah sıkılır mı? Hiçbir zaman… Demek ki sen O olmamışsın daha. Sen O değilsin, O sende değil; gam yemekte haklısın sen. Hep bizi o dereceye getirmek istiyor. 

Şeyh Galib, ruhu şad olsun, o da güzel söylüyor. Bulmuş Allah’ı kendinde, şimdi bir coşku var içinde, sesleniyor: “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Yani ruhum o kadar coşmuş, zevrak ediyor, istiyor beni çıkarsın ortaya ben kimim. Yine diyor, “Dayanır mı şişe bu, senin esrar-ı rengine.” Şimdi yapıyor vücudunu şişe. Yarattın, diyor koskoca cihanı girdin bu şişe içine. Çıldırıyor şimdi Galib… “Reh-i Mevlevi’de Galib, bu sıfatla kaldı hayran.” Verdim rehimi Mevlana’ya, başımı da O’na kestim, O’nunla ben bu hale geldim, O’nun ben hayranıyım, fazla bir şey söyleyemem, diyor ama ne diyor en başta… “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Ben Hakk’ım, diyemiyor, ama sözleriyle diyor. 

Yine ne diyor Galib?.. Hakk aşıkları gama ve kedere tutulmazlar. “Aşıkta” diyor, “gam keder neyler? Gam, keder halk-ı cihanındır.” Bu da Şeyh Galib’in sözü. Bakın ne diyor? Aşıkta gam, keder neyler, o hep sevgilisiyle beraber. Ooo… ne alemlere geziyorlar. Gülüyorlar, eğleniyorlar; sen burda ekşitmişsin yüzünü, kızıyorsun. Diyorsun, bu hiç kızmıyor, üzülmüyor. Ne var bunda? İşte var onda, Hakk var. Aşıkta gam, keder neyler?.. Gam, keder halk-ı cihanındır.

Onun için Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Sevgin yok bir yere, o sevgi çoğalmamış, aşka dönüşmemiş, “Ey yolcu” diyor, “sen yaşarken ölmüşsün…”

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 97

“Kendini rahat ettirmek için dününü, yarınınla mukayese et. Çok şey elde etmek için kendini üzüntü ve sıkıntıya sokma.”

Hazreti Muhammed Efendimiz, “İki günü bir olan benden değildir” diye buyurur. Cenab-ı Mevlana da, “Dünle beraber gitti cancağızım düne ait ne varsa, şimdi yeni şeyler söylemek gerek” der.

Misal olarak diyelim ki bir an geldi sıkıldın, ama bakarsın yarın oldu mu hiç beklemediğin bir neşe doğar içine, huzur bulursun. Onun için diyor Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, “Kendini rahat ettirmek için dününü yarınınla mukayese et.” Yani geçmişle bugününü birleştirirsen bakarsın dünkü sıkıntın gider bugünkü rahatlık gelir ve sen de bugüne göre yola koyulursun.

Nasıl ki, eski giysileri çıkarmadıkça yenileri giyemezsiniz, giyseniz de üzerinize oturmazlar, sizi sıkıp rahatsız ederler; insanın da her dakika kendini yenilemesi, iyiliğe, güzelliğe doğru yol alması gerek. Kendimizi güzelleştirmek için gayret sarfetmekten vazgeçmeyelim. İnsandan insana yol alalım, insana layık bir yaşam sürelim.