Hazreti Mevlâna buyurur der ki:
“Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğusundan baş göster.
Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hâle geldi, ayıp ve âr kesildi.
Can, o bensiz benlikten hoş bir hâl aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.
Benden kurtuldu da, şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe!
O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardına bakmamakta, koşup durmakta.
Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü, istediğini elde edersin. Sen istedikçe istediğin seni arar mı?
Bu bahiste akıl yol gösterici değildir, fakat ‘tatmayan bilmez.’ Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.”
Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli irşâd eder, aydınlatır; fakat akıl bu aydınlıklarla bir yere geldiğinde bizden ‘hâl’ ister. O hâle bürünmemizi ve o hâl ile yaşamamızı buyurur ve şöyle der:
“Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte dek, nerde bu gül bahçesi diyeceksin?
Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlıu, gizli bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
Sen şekerden tatlı bir hâle gelsen bile o tat, bazen senden gidiverir, bu mümkündür.
Fakat fazla vefâlı olman sebebiyle tamamen şeker olursan, buna imkân yoktur. Nasıl olur da şekerden tat ayrılır, imkân var mı?
Ey hoş arkadaş! Aşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur.
Küçük aklımız, sırlara sahiptir gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.
Zekîdir, bilir; fakat yok olmamıştır. Küçük akıl sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibârettir.”
Rubâi:
“Şu anda Hakk aşıkları beraberce oturmuşuz, elimizde mânâ şarabı kadehi, göğsümüzde gül var!
Şu anda bu âlemden görünmez âleme sefer etmedeyiz.”