FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 61

“Seni Övemem Ben…”

Muhammed’i yıldızlardan, cevherlerden, cisimlerden, arâzlardan geçirdikleri geceydi. Hepsinden geçmişti de bir yere varmıştı ki gecenin saçları orda kesilmişti; gökyüzü, orda kocakarıların iği gibi dönmez, işlemez olmuştu. Günün Rumluğu perde altına girmişti. Gördü ki topraktan yaratılmış âlem, orda bir tozdan ibâret; gökler orda ayaklar altında kalakalmış; güneş mumu, yedi kat yer, yedi kat gök, gizli âlemin ağacında birkaç yaprak gibi görünmede. Bunda kaldı da dedi ki: “Seni övemem ben.” Nimet, kendi diliyle nasıl şükredebilir ki? Yeryüzünü, cömertliğinde bolluğu anlayasınız diye sizin için yarattı o.

Gönül, Cana Şifâdır…

Baktım, gördüm ki her şeyin en iyisi gönül. Onu sizin anışınıza vakfettim. Sağlığı korumak, sağlık istemekten kolaydır. Şehvet balını haram zehirlerden iyiden iyiye koru, gözet ki onda azîzlerle buluşma zevki vardır, cana şifâdır o.

Peygamberin Mirasçıları…

Dervişler vecde düşerler de Tanrı’yı özleyişleri artsın, ahirete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden dünya sevgisi dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye semâ ederler. Kerâmetleri âleme yayılmış, güneşten de daha tanınmış olan, ululukları minberlerde söylenen ulu şeyhlere uyarlar… İnananlar, gözlerine çeksinler de gönül gözleri aydın olsun, gizli âlemi görsünler, Tanrı’ya dalsınlar diye onların ayaklarının bastığı toprağı ararlar. Semâ törenini onlar koymuştur. Peygamberlerin mirasçıları onlardır; miras bilgisi de onlarındır, anlayış seziş bilgisi de onların. Zâhiri hükümleri bilen bilginlerde okuyup belleme bilgisi vardır, anlayıp sezme bilgisi yoktur. 

Nitekim Mustafâ buyurmuştur: “Bildiğini tutan, yapan kişiye Tanrı, bilmediği bilgiyi öğretir.” Belleyip öğrendiğini tutana Tanrı, anlayış seziş bilgisini de bağışlar. Kime de bu bilgiyi bağışlarsa o,erenlerin cinsine katılır gider. Şeyhlerin koydukları her şey, peygamberlerin koydukları şey demektir. Çünkü “Kavminin içinde şeyh, ümmetinin arasındaki peygamber gibidir.” Hattâ “Benimle duyar, benimle görür” sırrına erer bu çeşit kişiler. Onların yaptığı iş “Allah attı” hükmüne girebilir.

Rubaî:

“Ben, bir ay yüzlü dilberin kölesiyim. Bu yüzden benim yanımda ay’dan, ay ışığından, şekerden başka şeylerden hiç bahsetme!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 60

Allah Kulunu Öylesine Sever ki…

“Bir an düşünmek, altmış yıl ibâdet etmekten hayırlıdır…”

Bu düşünce, bütün ibâdetlerden daha da iyi olan inancı meydana getiren düşüncedir. Kim yaşamaktan daha uzaksa odur daha fazla ölü… Kim bilgiden uzaksa odur daha fazla bilgisiz… Kim arılıktan daha uzaksa odur daha fazla bulanık. 

Gerçekten de söz gümüşse de sus; çünkü susmak altındır. İnsanın sözü, başkası içindir, kulağıysa kendisi için. Susmak sabırdır, sabırsa sıkıntının, darlığın anahtarı. 

“Susun da acınmış olun.”

Susmak, bilgisizin bilgisizliğine bir örtüdür, bilgineyse süs. İnsana en güç şey, susmaktır, fakat en faydalı şey, yine susmak. Dilini koru, çünkü o bir canavardır, yer seni. İnsanlar, suyu acı, helâk edici, esenlikten uzak mı, uzak bir denizdir; gemi de uzaktır onlardan.

Rivâyet edilmiştir: Allah bir kulunu sevdi mi, ona, suretinden bir suret giydirir, ruhundan bir ruh üfler… Sonunda dağ taş, her şey o kulu sever; kurt kuş, her şey ona karşı alçalır… Onu öyle kerâmetlerle özelleştirir ki Tanrı onlardan râzı olsun, âriflerden, gerçeklerden, Tanrı’ya yaklaşanlardan başka kimsecikler o kerâmetleri bilemez, anlayamaz. 

Buyurmuştur: Gerçekten de Allah kulunu öylesine sever ki sevgisinden, dilediğini yap, çünkü ben yarlıgadım seni der.

Kasîde:

“Gözünün perdesini açarsan, pek sevdiği kulunu geceleyin yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! Hazreti Peygamber’e Mirac’ta kendi cemâlini gösterirsin; geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Aşk şarabı olur, coşar köpürürsün! Bu yüzden, daha fazla kendinden geçer, aklını kaybedersin! Binlerce aklı da alır götürürsün! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Canın başına bir taç geçirirsin, gönlünü alır, Mirac’a çıkarırsın; onu, iki dünyadan da ötelere yükseltirsin! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Gönül, Sen’in lütfunla yükselir, uçar; çölleri, ovaları aşar ve bütün canlardan ileriye geçer! Derken, ansızın karşısına Sen çıkarsın! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Lütfu ile, sevgisi ile yücelttiğini, ötelere götürdüğünü, mekânsızlık bahçesine kondurur, ona ikrâmlarda bulunursun! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Nerede olursak olalım, bizimle beraber olduğun için öyle seviniyorum ki, gönlüm, her an uçmada, her an sabır elbisesini yırtmadadır! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Altı cihetten de kaçar, o lütuf kapısına sarılırım! Çünkü Sen, pek gönüller bağlayansın, pek güzelsin! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

O büyük ve eşsiz varlık, canlara can verdi, gönülleri neşe ile oynatmaya başladı! Yokluğa bile sevdâ verdi, onu sevdâlı kıldı! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Ey gönül! Yücelere, ötelere doğru kaç; yâni, Salâhaddin’e git! Çünkü sen, elsizsin ayaksızsın! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 59

Adâlet Arslanı…

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber dedi ki: “Bir an adâlette bulunmak, altmış yıl ibâdetten hayırlıdır.”

Bu, o hikmet yeşilliğinin bülbülünden, o dileyiş sedefinin incisinden, o kudret bahçesinin yeni yetişmiş fidanından, o san’at ustasının şaşılacak san’atından, o, yoktur Tanrı’dan başka tapacak sözünün şahnesinden, o yücelerdeki toplumun kervanbaşısından, o yaklaştı yakınlaştı odasında oturandan, o daha da yakınlaştı bucağının konuğundan, o noksan sıfatlardan arı biliriz. Tanrı’yı ki kulunu geceleyin götürdü durağında yurt tutandan, o vahyetti kuluna ne vahyettiyse haznesinin haznedârından, o ahiret hocasından, o dünyanın en ulusundan, en iyisinden, o kadri yüceltilmiş, o seçilmiş Muhammed Mustafâ’dan gelmiş dosdoğru bir haberdir… 

Övüşlerin en olgunu, en yücesi ona şöyle buyuruyor yâni: Ey peygamberlik mîrasına konanlar, şu muştulukla dopdolu buyruğu taç taht sahiplerine ulaştırın; bu lûtuf adını sanını padişahların yedinci kat gökte bulunan sayvanlarına kazıyın; bu inciyi padişahların kapısına götürün; şu lâtif sözü adâlet sahiplerine okuyun; bu şaşılacak sırrı onlara duyurun; bu eşsiz nükteyi onlara anlatın. Deyin ki: A taca-tahta, a devlet, baht memleketlerine sahip olanlar, esirgeme ağacını gönüllerinize dikin; adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı; zulüm sarmaşığını uzaklaştırın ondan… 

Böyle yapın da saltanatınız doğru düzen yürüsün. Çünkü adâlet, pek yüce bir şeydir, pek değerli bir incidir. Adâlet nedir? Saltanatın gözcüsü; memleketin düzgünlüğü, devletin koruyucusu, ülkenin bekçisi, baht gelininin bezeyicisi, tahtın süsü püsü, kutluluk kimyâsı, ululuk sermâyesi, devletin güzelliği, eminliğin fetih buyruğu. 

İşte buracıkta, yanıbaşında adâlet denen zât… Ulular ulusu onun hakkında şöyle buyuruyor: Bir an adâletle eş dost olursan bu, ibâdet meydanında bir yol ayakta durmadan daha iyidir. Bir an adâletle solukdaş olursan bir yıl ibâdete el atmandan hayırlıdır. Çünkü ibâdet kuşunu herkes tutar amma adâlet doğanını padişahlardan başkaları tutamaz. İbâdet ceylânını her zâhid tutar amma adâlet arslanını buyruk ıssı olanlardan başkaları avlayamaz. 

Adalet arslanı, öyle her padişaha, her buyruk ıssına da râm olmaz. Adâlet arslanını bilgiden başka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsân tuzağından başka bir tuzakla elde etmeye imkân yoktur. 

Hamdolsun Ulu Tanrı’ya ki dünya mülkünün memleketlerine hüküm süren padişahlar, adâleti istemedeler. Adâlet de Âdemoğulları padişahı, âlemin tek buyruk sahibi, devlet ve dinin filânını istemede. Tanrı şanını yüce etsin ki bu yüzyılda hem bilgi lokmasıdır o, hem yumuşaklık kemendi, hem de lûtuf çayırlığı. Şanı yüce, noksan sıfatlardan arı, sınıkları onaran Tanrı, sanki adâleti, insafı, şu dünya padişahının boyuna göre ölçmüş biçmiş, kesip dikmiş. 

Adâletle insaf, bu devlet kapısında bulundukça verimi de şu olur: Her gün bu bahçede yeni bir gül biter. Ulu Tanrı, dünya durdukça, yüzyıllar sürüp gittikçe bu padişaha ömür versin, devletinden faydalandırsın onu. Gerçekten de Tanrı kerem sahibidir, cömerttir.

Tanrım, ey âlemlerin Rabbi, ey yardımcıların hayırlısı, kalem ve bilgi ehli olan tapısının emînlerine, devletinin beylerine tümden yardımınla, lûtfunla özellikler ver; burada bulunanların topunu da güzelliğini, ululuğunu seyredenlerden kıl.

“A bilgi ıssı, adâlet ıssı padişahlar padişahı, 

Zulüm, adâlet kılıcınla kesildi gitti. 

Fitne, senin kahrından korktu da kalktı,

O yokluk konağına doğru yüzlerce konaklık yol eşti. 

Sevin ey padişah, kapını toprağı, 

Gönlün durağı tapın; gözse kapına dikilmiş. 

Rum, Çim, Türkistan padişahları, 

Kutlu, devletli tahtının önünde durmada. 

Cömertliğinden yarım katre, uçsuz-bucaksız bir deniz olmuş….

Yumuşaklığından yarım zerre, 

Bâbül kesilmiş, gök bile sana aykırı gitse noksandadır,

Zerre bile sana uysa olgunluğa erer, 

Tahtının basamağı, gökyüzüne taçtır… 

A felek, taç gerekse sana, indir onu.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 58

Altın İle Bakır…

İçinde yardım ışığı bulunan kişi, ne diye kötü sözden gamlansın? Yardım ışığını görmüyorsa ne diye güzel söze sevinsin? Hani padişahın ayarı tam, doğru düzen altınına bir bölük halk, bakırdır bu, kalptır, özsüzdür, ateşi görünce kararır gider der. O altın onların sözlerini duyar, bir de kendine bakar, güleceği gelir. Fakat kara pulsa, yahut kalp dirhemse bir bölük halk, bu, ayarı tam saf altındır desin; o der ki: Bu âna dek kendi hâlime ağlıyordum, şimdiyse size ağlamaya koyuldum. Kalp akçenin ağlayışı da faydasız değildir; gün gelir, o gözyaşı bir iksire ulaştırır onu. 

Ne Mutlu Kılavuzu Yardım Olana…

Bâzı adamlar, söz söylemeyi huy edinmiştir; başkalarının soluğuyla tuzağa düşer onlar. Derler ki: Siz ak doğanlarsınız; gölgesi kutlu devlet kuşlarısınız. Kendilerine hiç bakmazlar; ne biçim kuşuz biz; av mıyız, avcı mıyız, leş mi yemedeyiz, neyiz biz demezler. Üflendiler mi yelle dolu tuluma dönerler; demezler ki tutalım, bu tulum zümrüd-ü ankâ olsun, kanadı nerde, güzelliği hani, uçuşu, yücelişi hangi durağa? Amma bu düşünce de yapılmış düzülmüş konaktan başgösterir; yelle dolu tulumun işi değildir bu. Olacak bu ya, birisi tulumun içinde kalsa dışarıdaki sesleri duyunca anlar ki tulum, onun hapishânesidir, ayağına bağ kesilmiştir, kafes olmuştur ona. Ne mutlu kılavuzu yardım olan, tez giden, uz gören göze uyup ardından yol alan kişiye.

Rubaî:

“Sözüm, söylemek istediğim hâlde söyleyemediğim bir düşünce gibi ağzımdan gönlüme gider; sonra, belki de yüz kere gönlümden ağzıma gelen bir sıfat yüzünden mest olur! 

Sözüm mest olmuş, gönlüm mest olmuş, hayalim mest olmuş; hepsi de birbirine düşmüş, birbirine bakmadalar!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 57

Tanrı Sözünün Sonu Yoktur…

Ululandıkça ululanası Tanrı, kayıtsız ilgisiz söz söyler; hem de ezelden ebededek, hiç ardı arası kesilmeden, harfsiz sessiz söyler. Her peygambere bir sözü vardır, her erene bir sözü; bütün sözleri de birdir; yâni sözlerinde aykırılık yoktur. İsterse tanığın biri Türk olsun, öbürü Tacik; iki tanığın da sözü birdir. 

Tanrı’nın sözü yalnız Kur’ân’daki şu harfler olsaydı bunları yazmak için denizlerin mürekkep, bütün ağaçların kalem olmasına hâcet yoktu; yarım okka mürekkeple Kur’ân’ın harfleri yazılır giderdi. Sonra Kur’ân’ın harflerine son vardır, Tanrı sözününse sonu yoktur. Nitekim buyurur: “Tanrı’nın kelecileri tükenmez.” “Kendi dileğinden konuşmaz; sözleri, kendisine vahyedilen sözlerdir.” 

Tanrı’nın sözünü yine Tanrı’dan duy; Kur’ân okuyanın hüneri bir perdedir çünkü…

Mehenk Taşı Kur’ân…

“Kalbinden hikmet kaynakları coşar” sözünden Kur’ân’ın harflerini okumak kastedilmişse bunun için kırk sabah ihlâs ıssı olmaya ihtiyaç yok. Şimdi birisi, garezsiz olarak şu sözleri bir düşünce bilir anlar ki “Kur’ân’ın ehli, Tanrı ehlidir, Tanrı hasıdır” sözüyle övülenler başkalarıdır. Ulu Tanrı âlemden seçmiştir onları, kendi sözünü dinleyen bir toplum hâline getirmiştir onları. Böyle kişi Tanrı ışığıyla görür, Tanrı diliyle söyler. 

“Dilediğine hikmet verir; kime de hikmet vermişse o kişiye pek çok hayır verilmiştir.” Hâsılı inâyet bakışı da böyle kişiyi arar işte. “Gerçekten de Allah’ın öylesine kulları vardır ki onlar, Tanrı kullarına baktılar mı, onlara kutluluk elbisesini giydirirler.” Çünkü onların bakışı, Tanrı bakışıdır; onların yardımı, Tanrı yardımıdır; onların kızgınlığı, Tanrı kızgınlığıdır… Onların, kızgınlıkta, râzılıkta söyledikleri her söz, Tanrı sözüdür. Çünkü Tanrı sözü ne arapçadır, ne farsça… Ne ibrâncadır, ne süryânca; harften de münezzehtir; sesten de. Bir kulun gönlünü arıttı mı onun gönlünün tâ içinden o sözü kaynatır, coşturur. O kulun dilinden, o coşkunluğun köpürüp kaynaması yüzünden bir harftir, akar… İster süryânca olsun, ister arapça, ister farsça… Değil mi ki o coşup köpürüşten gelmede, âlemlerin Rabbinin sözüdür. Zamanın geçer akçası o kişidir ki Tanrı o sözü, ona söylemiştir. Bir kimse de o sözün, nakil olmadığını, rivâyet olmadığını, kendisine ilhâm edilen söz olduğunu anlayacak bir güç kuvet yoksa, bunu ayırdedemiyorsa, lezzetinden bunu anlamıyorsa o sözü Kur’ân mehenk taşına vurması, Muhammed’e söylenmiş söz olup olmadığını böylece anlaması gerek.

Beyit:

“Ben içime yerleşen zevke yalvararak derim ki: ‘Ne olur gel, benim duyduklarımı herkese duyur!’ O; ‘Ben içerde daha hoşum!’ diye sözlerime omuz silker.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 56

Garipliğin Alâmeti…

Onsekizbin âlem içinde, bu topluluktan daha kimsesiz kimsecikler yoktur. Mustafâ’nın kimsesizliği de buydu, yetimliği de bu yetimlikti; yoksa o, Abdü’l-Muttalîb’in ölümüyle yetim olmamıştı; Mekke’den Medine’ye göçmekle de gurbete düşmemişti; zâti garipliğin alâmeti, bir şırdaş, bir dildeş bulamamaktır. Hangi dildir ki onların diliyle dildeş olsun? Onlardan hiçbir garip yoktur ki bir garip okşayanı umsun; aksine onlar, bütün dünya gariplerine nazlanırlar; siz derler, bu âlemdesiniz, bizse yüce âlemden gurbete düşmüşüz. Farsça söyleseler Farsça bilenler anlamaz; Arap olsalar da arapça söyleseler başka Araplar anlamaz. Anlarlar, fakat anlayış duygusuyla şekle bürünen görünüşteki anlamı anlarlar, maksatlarıysa anlaşılmaz da anlaşılmaz. Çünkü anlamı anlamak başkadır, maksada ulaşmak başka. 

Âşığın Yüceliği, Sevgilisinin Yüceliği Miktarıncadır…

Meşhur ya; Ulu Şeyh’in semâ’ında çalgıcı şu beyti okudu: 

“Geç geldin, yanımdan da tez gittik; 

Geç gelmek, tez gitmek gülün harcıdır.”

Semâ’da bulunanlardan üç kişi, bu beyti duyunca nâra atıp yüzüstü düştü. Birisi, bu beyit, şu üç kişinin hâline uygun düştü dedi. Şeyh buyurdu ki: Evet, öyle amma hâllerinin arasında da pek büyük fark var. Buyur ey şeyh dediler. Şeyh, kendilerinin söylemeleri daha iyi dedi; gelsinler, dilleriyle söylesinler. Hikâye uzundur… 

Onlardan biri, yıllardır bir kadının peşindeydi. Öbürü yıllardır, Tanrı’nın kendisine bir erkek evlât lütfetmesini dilerdi. Yıllardan sonra bir çocuğu oldu, fakat bir haftadan fazla yaşamadı. Öbürü de bir hâldeydi ki ne oğula âşıktı, ne kıza… O, oğlu, kızı yaratanı seviyordu. 

Kur’ân’ı çok tefsîr ettiler amma az kişi Kur’ân’daki maksadı tefsîr edebildi. 

“Onlar ki inandılar.” 

Herkes, kendi imanını tefsîr etti, Mustafâ’nın imanıyla onun maksadı gizli. 

“Ve iyi işler işlediler.” 

Yine herkes, kendi işlediği işi tefsîr etti; Peygamber’in işlediği iş nerde? 

“Onların ecirleri.” 

Yine herkes, vehminin çizip düzdüğü ecri tefsîr etti; Mustafâ’nın ecrindeki maksat hani? 

Bütün âlem şiirler okur, can der, dost der, herkes âşıktır; fakat âşığın yüceliği, sevgilisinin yüceliği miktarıncadır. Halk, sevgide çeşit çeşittir; herkes bir şey sever; Sevdiğinden dolayı mâzur görülmeye en lâyık olanı sevgilisi en üstün olanıdır.

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 55

Ârifler, aklı, baba yerine koyarlar…

Birisi; ibâdetlerin faydası neden burada görülmüyor, diye sordu.

Mevlâna buyurdu ki: Yaptığınız işlerin hepsinin de karşılığı var. Fakat sebebi var da onun için burada göstermezler, burada vermezler. Hani baba, kızına çeyiz hazırlar; hazırladığını korur gözetir; ona vermez. Evde kızını kötü elbiselerle gezdirir; çeyiziyse gelin olacağı güne saklar; çünkü o gün, mahşer günüdür. Sonra yine oğlu kazanır, kazancını babaya verir. Baba, onu toplamaya bakar. Oğulları toplanıp babalarından isteseler bile baba, vakti gelmedi der; sabredin; verirsem yok edersiniz. Çünkü baba da kazanmıştı. Eline vermişlerdi. Aldandı, yok etti kazancını, kendini de yok etti gitti. Çokları da bu yoldan yol azıttılar. 

“Bu, babaları uyarılmadığından gâfil kalmış bir milleti uyarman için güçlü ve merhametli olan Allah’ın indirdigi Kur’ân’dır. Şimdi Ulu Tanrı, sizin faydanız için yaptıklarınızın karşılığını size vermez; aldanıp telef etmemenizi, tembelleşip işten kalmamanızı ister.” (Yâ Sîn, 5-6)

Şimdi Ulu Tanrı, sizin faydanız için yaptıklarınızın karşılığını size vermez; aldanıp telef etmemenizi, tembelleşip işten kalmamanızı ister.

Kasîde:

“Bana bak; benden başka her neye, her kime bakarsan, Allah’ın aşkından habersiz olduğun anlaşılır! 

Cenâb-ı Hakk’ın nuru, güzelliği hangi yüzde varsa, o yüze bak! Olabilir ki, o yüz hürmetine bahta, devlete, saadete erişirsin! 

Ârifler, aklı, baba yerine koyarlar; bedeni de ana sayarlar! Sen, gerçek bir oğul isen, babanın yüzüne bak! 

Şunu iyi bil ki, pîr, mürşid, baştan başa Hakk’ın sıfatları ile sıfatlanmıştır! O, insan şeklinde görünür ama, iş göründüğü gibi değildir! 

O, sana karşı köpük gibi görünür ama, kendi sıfatına göre, kendince deryâdır! Halkın gözü, insanlar, onu bir yerde oturuyor, orada ikâmet ediyor görüyorlarsa da o, her an seferdedir, yoldadır, hakîkat yolculuğundadır! O, gönüllerde dolaşmaktadır! 

Kuruluktan, yaşlıktan, her şeyden münezzeh olan Hakk’tan gönül Meryemi’ne bir suret geldi! 

Gönüllerde dolaşan elçi, içinde ruhun gizli olduğu bir nefes ile gönül Meryemi’ni gebe bıraktı! 

Ey gönül; sen, o padişahlar padişahına gebe kaldın! Çocuk karnında oynamaya başlayınca, işi anlarsın! 

Tebrizli Şems’ten mânâ yolu ile gebe kalırsan, sen de bir gönül olursun ve gönül gibi, gayb âlemine uçar gidersin!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 54

Himmet Kanatları…

Sevgilim dedi ki: Filân neyle diri? 

Kuşlarla kuşların kanatlarının, akıllı kişilerin himmetleriyle, gayretleriyle farkı şudur: Kuşlar, yönlerden bir yöne kanatlarıyla uçup giderler. Akıllılarsa himmet kanatlarıyla diledikleri yana varırlar. Her atın bir tavlası, her hayvanın bir ahırı, her kuşun bir yuvası var.

Tanrı Şarabı Temiz Kaba Dökülür…

İnsan ağaçtan, yahut sırçadan yapılmış bir kaba benzer. Dışını yıkamak gerek amma içini yıkamak, daha da gerekli bir şey. Dışını yıkamak farz amma içini yıkamak, daha da farz. Çünkü Tanrı şarabı, ancak temiz kaba dökülür. 

Şimdi kabı yıkamayı buyurdu ya, içinin yıkanması gerek; çünkü dışındaki değil, içindeki içilir. Kim nefsi öldü de kötü huylardan arındıysa Tanrı’ya ulaşır derler; hâşâ; Tanrı’ya değil, Tanrı yoluna ulaşır. Tanrı’ya değil, Tanrı yoluna ulaştığı anlaşıldı ya; böyle olmazsa zâten o; noksan sıfatlardan arı olan Tanrı’nın yolundan azmış olur. 

“Kendinizi, öz ellerinizle tehlikeye atmayın” denmiş. İnsanlar, buradaki tehlikeyi, uyduğun mürşitten başkalarının sözlerini dinlemek sanırlar; hattâ apaçık söz bile olsa mürşidinin sözünden başkalarının sözünü dinlemekten geçmezsen tehlikeye düşersin derler. Hâlbuki boş vesveseyle oyalanmak, daha da aşağılatır adamı, daha da kötüdür, daha da boş. 

Bilgi, cömertlik miktarıncadır. Kim daha fazla cömertse daha çok âriftir. Söz, can kokusudur. Bir adam, doğru söz söylese bile canında eğrilik varsa sözünden eğrilik kokusu gelir. Bir adam, eğri büğrü söylese bile canında doğruluk varsa sözünden doğruluk kokusu gelir. Sözden geçmişse sözünden, söz söylemeyiş, sözden geçiş kokusu duyulur.

Kasîde:

“Zaman zaman gönül yolundan senin hayalinin habercisi geliyor, bana güzelliğinden yeni yeni nurlar, parıltılar getiriyor. 

Allah’ım bu mânevî zevk ve neşe kokusu cennetten mi geliyor? Yahut bu hoş rüzgâr buluşma gününden mi esip geliyor? 

Yahut bu rüzgâr doğrudan doğruya aşktan mı geliyor? Duyduğum mânevî zevkten, neşeden aklım fikrim şaşırdı, kaldı. Yoksa bana sunulan bu zevk kadehi onun güzelliğinin büyüklüğünün şarabıyla dolu bir kadeh midir? 

Yahut aşktan uçup gelen bir doğan kuşu mudur? Yahut onun kanatları ile uçup gelen güvercin yavruları mıdır? 

Anlıyorum ki, gönlümde uyanan, baş kaldıran bu mânevî duygular, bu hoş zevkler bana gayb âleminden geliyorlar. Bütün bu mânevî yardımlar bana, ona bağışladığı mânevî hâlin tadından geliyor.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 53

Sen Bize Âşık Ol, Bizi İste…

Olgunluğun gerekli kıldığı şey, başkalarının insana meyletmesidir. İnsan, boyuna olgunlaşmaya çalışmalı, noksanlaşmaya değil. Tanrı’nın olgunluğu, bütün varlıkların olgunluğudur; Tanrı hakkında noksanı câiz görmek, olgunluğu gidermek, dünyada olup biten şeyleri, hattâ kâinatı yok saymaktır. Tanrı’nın yokluğunu câiz bilmek, âlemi yok bilmektir. 

Sen Tanrı’yı düşünüyorsun, onun neliğini niteliğini, sınırını bilmek, ölçmek istiyorsun da tadın tuzun kalmıyor. Demek ki sen, Tanrı’nın neliğini niteliğini düşünüyorsun. Tanrı’nın işlerine dalıyorsun; Tanrı’yı düşünüyorsun. Bilmiyorsun ki bu yolda bir tat tuz elde edilmez; o düşünce, o hayal, aslâ Tanrı olamaz. 

Yâni sen, bize âşık ol, bizi iste; hayallenmeyi, düşünceye dalmayı, sınırını, neliğini niteliğini, şöyle yahut böyle olduğunu düşünmeyi bırak da olgunluk elde et. 

Tanrı, doğruyu daha iyi bilir; dönüp varılacak yer, Tanrı tapısıdır.

Hamd, bir Tanrı’ya; rahmet, kendisinden sonra peygamber gelmeyene…

Kasîde:

“Bizden bıkma, biz çok güzeliz! Başkalarının kıskanmasından ötürü ürktük, güzelliğimizi gizledik. 

Bir gün beden örtüsünü canın üstünden atınca görürsün ki; canı ay da, firkad yıldızı da kıskanmaktadır. Onların hiç birinde canın parlaklığı yoktur. 

Bizi görmek için yüzünü yıka, temizlen, kirliliklerden kurtul! Çünkü kirli bir insan bizi göremez. Kendini mânevî kirlerden temizleyemeyeceksen bizden uzak dur! Kendi güzelliğimiz bize yeter. 

Biz yarın ihtiyarlayacak bir güzel değiliz, biz ebedîyyen genciz. Gönlümüz rahattır, hoştur. Biz kadîmiz, önümüze ön, sonumuza son yoktur. 

Giydiğimiz beden elbisesi eskidi, yıprandıysa da, ne gam? O elbisenin içindeki ihtiyarlamadı. Ömür örtümüz fânîdir. Fakat kendimiz uçsuz bucaksız bir ömürüz. 

İblis, Âdem’in hakîkatini göremedi. Örtüsünü gördü de ondan yüz çevirdi. Hazreti Adem ona; ‘Sen Hakk dergâhından sürülmüşsün, kovulmuşsun, biz sürülmedik, kovulmadık’ diye seslendi. 

İblis secde etmedi ama meleklerin hepsi secde ettiler de; ‘Gönlümüz örtü altında bir güzele düştü. 

Örtü altında öyle bir güzel var ki; güzelliği aklımızdan başımızdan aldı da o güzelliğe karşı secdeye kapandık’ dediler. 

İhtiyarlamış kişileri güzellerden ayırdedemezsek, aklımız, aşk âleminde bu seçmeyi yapamazsa, biz aşkta dinimizden dönmüş sayılırız. 

Güzelin sözü mü olur? O Allah arslanıdır, biz çocukça sözlere daldık. Zaten de çocuklarız. Biz aşk bilgisinde daha alfabedeyiz, ebced okumadayız.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 52

Vicdanî Anlayış…

Sırâceddin dedi ki: Bir şey söyledim, içime dert oldu.

Mevlânâ buyurdu ki: O memurdur, o sözü söylemene engel oluyor. O memur gözünle göremezsin amma onun sürüşünü, onun verdiği derdi görür de bilirsin ki bir memur var. Su altında yüzersin; sana güller, fesleğenler dokunur. Başka bir yana gidersin, tikenler batar sana. Anlarsın ki bu yan, tikenliktir, kötüdür, adama eziyet verir; o yansa güllük gülüstanlıktır, esenliktir; ikisini de görmezsin amma anlarsın. Bu anlayışa vicdanî anlayış derler; görünenden de açıktır bu. 

Meselâ açlık, susuzluk, öfke, sevinç… Hepsi de gözle görülmez amma görünürden de açıktır bunlar. Çünkü gözünü açsan görülen bir şey yoktur ortada; yoktur amma açlığı kendinden hiçbir düzenle gideremezsin. Yemeklerdeki sıcaklık, soğukluk, tatlılık, acılık da böyledir; gözle görülmez; görülmez amma görülenden daha da açıktır. Hâsılı bu görüşle ne işin var senin, şu bedenle ilgin nedir ki? Sen, bunsuz varsın, boyuna da bedensizsin zâten. Geceyse bedene aldırış bile etmezsin; gündüzse işlere koyulur gidersin; hiç de bedenle değilsin; peki, ne diye tir tir, titrersin şu bedenin üstüne; bir an bile onunla değilsin ki; hep başka yerlerdesin; sen nerdesin, beden nerde? 

“Sen bir ovadasın; ben bir ovadayım.” 

Beden, pek yaman bir şaşırtmacadır. İnsan sanır ki o öldü mü kendi de öldü gitti. Hey gidi hey; ne ilgin var bedenle senin? Büyük, pek büyük bir göz bağı bu. 

Firavun’un büyücüleri, bir zerrecik bu gerçeği anladılar, bedenlerini fedâ ediverdiler; gördüler ki bu bedensiz var olmuşlar; bedenin onlarla bir ilişiği yok. İbrâhim, İsmail, peygamberler, erenler de böyle; bedeni, oluşunu, olmayışını anladılar da boşverdiler bedene.

Haccâc esrar içmişti de dalgaya düşmüştü; başını almış, kapının yanına koymuş sanıyordu kendini. Kapıyı oynatmayın, başım yere düşmesin diye de bağırıyordu. Başı bedeninden ayrı, kapıyla duruyor sanıyordu. Bizim hâllerimiz de böyle, halkın hâlleri de. Sanıyorlar ki bedenle ilgileri var, onunla yaşamaktadırlar.

Rubaî:

“Bedenin hakîkat yolunda topal oluşundan, gönlün de hızlı gidişindendir ki, Allah sırrı bedenden zuhûr etmez de, onun vefâsı, mürüvveti hep gönülden belirir. 

O beden nerededir ki, can ile aynı renge bulanmıştır? Can padişahına su kesilmiştir, toprak olmuştur, balçık olmuştur da cana gönlünde yer vermiştir.”