HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 2

Hazreti Mevlâna, Hakk yolunda çekilen zahmetleri bedenlerimize bağlar. Mesnevî-i Şerîf’te bunu şöyle açıklar ve bu açıklaması ile insanın kendini biraz daha tanımasını, acı çeken varlığın gerçekte sadece beden varlığı olduğunu anlamamızı sağlar:

“Ulu Allah, sıcağı, soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havâle etmiştir. Bütün bunlar, korku, açlık, malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaatlerle tehditler, bu birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.”

Aslında insan için safın tortudan arınması süreci başlı başına çok büyük bir savaştır. Hazreti Muhammed Efendimiz bu savaşı şöyle dle getirmiştir:

“Peygamber harpten döndüğü zaman; artık küçük savaştan, büyük savaşa döndünüz, buyurdu. Yâ Resulallah, biz harpten dönüyoruz, bu savaş küçükse, büyük savaş nedir? dediler. Hazreti Muhammed şöyle buyurdu: Büyük savaş, nefsle yapılan savaştır.”

Bu savaş baş kesmekle kazanılır, baş kesmenin mânâsını Hazreti Pîr bizlere şöyle anlatır:

“Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek.”

Hazreti Mevlâna, Kur’ân-ı Kerîm’in tevîli olan Mesnevî-i Şerîf’in her adımında ‘Mürşid’den bahseder. Mürşid kelimesi derin bir tasavvufî mânâya sahiptir. Mür – ölü, şit – yıkanmış anlamlarına gelir. “Vücudunda nefsi ölen kişinin emrine güneş de tâbîdir, bulut da tâbîdir” diye buyuran Hazreti Pîr, aslında nefsten arınmanın insanın geçirdiği devrânlarla ilgisini şöyle anlatır:

“Cemâd iken öldüm, yetişip gelişen nebât oldum, nebât iken öldüm, hayvan oldum, hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum; şimdi bir hamle daha edeyim, insanken de öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.”

Rubaî:

“Ey ateşe benzeyen aşk; şu şekillerle, nakışlarla, resimlerle dolu olan âlemde bulunan bütün şekilleri, nakışları, resimleri sil, yok et de, kendinden canlı bir şekil ortaya koy! 

Ey padişahım; seni sevenler, kendilerinden geçtiler, mest oldular, öldüler! Ama, rindlerin yine de sana selâmları var; onların bulundukları yere bir defa daha uğra, ne olur? 

Kaf dağındaki zümrüd ü ankâ bile Tebrizli Şems’in aşkıyla kanat çırpar, uçar! Sen de o varlık kanadını kökünden yol, at da, kendine aşktan kanat elde et!”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 9

Hazreti Mevlâna, Allah’ı aramakla o derece meşgul olmamızı ister ki, bu isteği Âriflerin Menkîbeleri’nde nakledilen şu hikâyede açıkça görülür:

“Bir gün Hazreti Mevlâna, Selâhaddin Zerkûbî Hazretlerinin dükkânında oturduğu vakit, birdenbire ihtiyar bir adam içeri girdi. Göğsünü dövüyor, ağlayıp inliyordu. Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve, ‘Yedi yaşında çocuğumu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermânsız bir hâle geldiğim hâlde onu bulamadım’ dedi.

Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle, ‘Tuhaf şey! Bütün varlıklar Tanrı’yı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun? Neden bir an Tanrı’yı aramıyor ve yardım istemiyorsun ki, kaybolmuş Yusuf’unu Yakub gibi bulasın’ buyurdu.

Bunun üzerine çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamaya çalıştı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberi geldi. O gün sayısız insan âşık ve mürid oldu.”

Dîvân-ı Kebîr’de, “Üzüm suyundan yapılan bu dünya şarabının sarhoşluğu, gece uyuyunca geçer gider! Fakat ilâhî şarabın mestliği, insanı mezara kadar mest eder!” diye seslenen Hazreti Mevlâna, ilâhî şaraptan maksadın Hakk’ın sevgisi olduğunu yine bir diğer kasîdesinde şöyle anlatır:

“Allah, beni aşk şarabından yaratmıştır; ölsem de çürüsem de ben, yine o aşkım! Ben, Hakk sevgisinin şarabıyla öyle kendimden geçmişim, öyle bir mest hâldeyim ki, zaten benim aslım aşk!”

Yine Dîvân-ı Kebîr’de “Gâh cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile gâh iyi yemek, içmek ile bu azîz ömür geçip gitmede” diyerek bizleri uyandıran Hazreti Mevlâna, “Gönlünü mânevî gıdalarla beslemeye bak” diye buyurur ve şu müjdeyi verir de Tanrı’dan ayrı olmadığımız, her nefeste onunla olduğumuz ümidini bağışlar:

“Aslında, Allah’ı seven herkesin canından her an mânevî bir duygu, ruhanî bir hasret, mest olmuş, kendinden geçmiş, harâb ve perişan bir hâlde ötelere, tâ rahmet sahibinin arşına kadar gitmededir!”

Rubaî:

“Ey aşıklar, müjde müjde! Hepiniz de el çırpın; o elden çıkan güzel varlık, ellerini çırpa çırpa geliyor. 

Baht gözü, bahtınızı görmüş de mahmurlaşmış, bu da bir delil, bir iz! Bu baht, apaçık bir gözden, ezelî varolandan ve varedenden geliyor. 

Candan tatlı ne vardır? Can gidecekmiş, gitsin! Korkma! Gideceğinden ne diye üzülüyorsun, gam yiyorsun? Ondan daha iyisi geliyor.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 8

Âriflerin Menkîbeleri’nde, Seyyid Burhâneddin Hazretlerine sorulan bir soru şöyle nakledilir:

“Bir gün bir cemaat Seyyid’den, Allah yolunun sonu var mı? diye sordu. O da, yolun sonu var ama menzilin sonu yoktur, diye buyurdu. Çünkü bu yolda yolculuk iki türlüdür: Biri Allah’a doğru yolculuk, biri de Allah’da yolculuk. Allah’a olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan kurtulmaktır. Bütün bunların sonu ve hudûdu vardır. Fakat Allah’a ulaştıktan sonraki yolculuk Allah’ın ilim ve mâfireti içinde olur ve onun da sonu yoktur.”

Yolda, ‘mal isterim, mevkî isterim, şeref isterim’ gibi birtakım istek ve sesleri, Mesnevî’de, gûlyabanî seslerine benzeten Hazreti Mevlâna, “İçinden bu sesleri men et de sırlar keşfedilsin” buyurur.

Bu seslerin nasıl mahvolacağının yolunun Allah’ı anmak olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, sabır ve sebâtla zâhirî gözden başka bir göz elde edeceğimizi belirtir.

Bu suretle bizlerin bir deniz hâline geleceğimizin ve hattâ göklerde seyreden bir güneş kesileceğimizin müjdesini verir.

Makalât’ta Hazreti Şems, mürid hakkında der ki:

“Müride gerekli olan üstâdına karşı çok saygılı olmaktır. Onu, müridinden sor, demeleri bundandır.

Bir müride sordular: Senin üstâdın mı daha iyidir, yoksa Bayezid-i Bistâmî mi? Üstâdım daha iyidir, dedi. Peki ya üstâdın mı daha iyidir, yoksa Hazreti Peygamber mi? Üstâdım, diye cevap verdi. Peki, üstâdın mı daha iyidir, yoksa Allah mı? Mürid yine üstâdım diye cevapladı. Çünkü ben birlik ve tevhîdin sırrını ondan başkasında bulamıyorum”

Tanrı’nın bir neşe ve zevk olduğunu tekrarlayan Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bu neşeden şöyle bahseder:

“Peygamberler, Tanrı neşesine dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden (dünya) vazgeçtiler. Fakat şarabın verdiği neşeye alışan, Tanrı neşesini nasıl beğenecek?

Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler, oyuncak görünmüştü. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü nasıl kucaklar?”

Rubaî:

“Dünyaya ait birçok isteklerle dolu olan gönlünü, canını aşk askerlerinin önüne at, onlar öldürsünler de sen gönülden de candan da kurtul! Bedenini de kendin kaftan gibi yırt! Artık her şeyden kurtul! Onların ne eserinden, ne haberinden, ne de belirtilerinden bahsetme! Tamamiyle kendinden kurtul, kendinden geç! 

Ben şimdi kendimden geçtim, kendimdem kurtuldum ve düşüncenin de yolunu kestim. Ben mestim ama ey sakî sen bana yine o mansûr şarabından ver de beni büsbütün mest et, beni büsbütün benlikten, varlıktan kurtar! 

Haydi sıçra, kalk; ayağını varlığının başına bas, kendini ayak altına al! Haydi aşk kanatları ile uç, uç da nankörlükten de, şükürden de, her türlü kayıtlardan da kurtul!..”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 7

Allah’ın hakîkati konusunda Mesnevî’de gönülleri cilâlayarak, renkten, kokudan kurtulmuş olan sufîlerden bahseden Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Gönül aynası gaybın hudutsuz suretini gösterdiği için, burada akıl ya susar veya şaşırıp kalır. Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?”

Gönlü cilâlamaktan maksadın; isteklerden, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmak anlamına geldiğini söyleyen Hazreti Mevlâna, bu kişilerin her nefeste zahmetsizce bir güzellik gördüklerini dile getirir.

Ve Fihî Mâ-Fîh’de, Şeyh Muhammed Serrezî’den bir misâl verir:

“Şeyh, bir gün müridleri arasında oturmuştu. Müridlerden birinin canı kebab istedi. Şeyh, ‘Buna kebab lâzım, getiriniz’ diye işaret etti. Ona, ‘Şeyh, onun kebaba ihtiyacı olduğunu nerden bildiniz?’ dediler. O da, ’Otuz seneden beri benim için gerekli olan hiçbir şey kalmamıştır. Kendimi bana gereken şeylerin hepsinden temizledim, hepsinden münezzehim. Ayna gibi tertemiz ve parlak oldum. Şimdi ise aklıma kebab geldi, canım istedi ve bu benim için lüzumlu bir şey hâlini alınca, bunun falan müride ait olduğunu bildim’ dedi. Çünkü aynanın kendisi saf ve şekilsizdir. Orada bir şekil belirirse bu, başkasının şeklidir.”

Yine Fihî Mâ-Fîh’de, “İnsan vücudunun gemisinin yelkeni imandır” diyen Hazreti Mevlâna, “Suyun gönül havuzuna ulaşması, akması için çok çalışması, dereler aşması lâzımdır” buyurur ve bizlerden, içimizde bir nur meydana getirmek için çalışıp çaba göstermemizi ister. Çünkü içinde böyle bir nur olan kimsenin gönlünde her türlü dünyaya ait makâm, mevkî ve dünya hâlleri bir yıldırım gibi parlayıp geçer. O zaman bu kişiler Tanrı’nın olur ve Tanrı’ya yönelirler.

Rubaî:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin sembolüdür? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu kırmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder!..”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 5

Peygamber ve velîler âlemine yönelen insanlarla ilgili Hazreti Mevlâna’nın dilinden, Âriflerin Menkîbeleri’nde şunlar nakledilir:

“Peygamber ve velîler âlemine yönelen insanlar, peygamberlerin cüzleridir. Yâni peygamberlerin bir parçasıdırlar. Onlar o sebepten dolayı peygamberlere yönelmişlerdir. Nitekim Peygamber: Ey Tanrım! Kavmime yâni cüzlerime doğru yolu göster, buyurmuştur.”

Hazreti Şems de Makalât’ta şöyle buyurur:

“Sen daima, acaba ben kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu an neredeyim, yüzümü nereye çevireyim?”

Zikreden, Allah’ı anan kimse bu hâlin dışında değildir. Fakat Hazreti Şems şu hakîkate dikkatimizi çeker:

“Hakk, hazırdaysa yâni mevcutsa onu hâlâ anmak yabancılıktır. Yok eğer Hakk sende mevcut değilse, mevcut olmayan bir şeyi anmakla gıybet etmiş olursun. Yâni bu arkasından konuşmak anlamına gelir. Gıybet ise en büyük bir günâhtır.”

“İman, zevk ve şevkten ibârettir” diye buyuran Hazreti Mevlâna gibi, Hazreti Şems de yine Makalât’ta kulluğun yüksek bir zevki olduğunu söyleyerek, “Kulluğun yüksek zevkini Hazreti Muhammed tadardı” der.

Ve sözü mürşide getiren Hazreti Şems şöyle buyurur: 

“Kimde bir ışık ve aydınlık görürsen onun göz nuru Muhammed olur. Onun gözü de Muhammed’in gözü olur. O kişi sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur.”

Yine Makalât’ta şeyh ile müridi şöyle açıklar:

“Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten mürid yok olmadıkça mürid olamaz.”

Rubaî:

“Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz, dudaksız olarak feryâd edip duruyor. ‘Susarak konuşma’, işte böyle olur…

Bu âlemin ucu bucağı var benim aşkım ile senin aşkının ucu bucağı yoktur! 

Ben şu dünyada, senin hayaline benzer, hiçbir şey göremedim. Yalnız kaldığım zaman aşkın bana öpücükler veriyor, ama ağızsız veriyor, onun ağzı yok!”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 4

Âriflerin Menkîbeleri’nde, bir grubun, Alâaddin Siryânus’a “Mevlâna’ya niçin Allah diyorsun?” diye soru sordukları nakledilir. 

Alâadin Siryânus, “Allah sözünden daha yüksek ve ondan daha yüce bir ad bulamadım ki söyleyeyim. Eğer başka bir ad olsaydı onu da söylerdim” diye cevaplar.

“Hakîkat ehlinin tarîkatinde hâlis bir kul, kendi şeyhi hakkında ne söylerse câiz görülür. Bundan o kınanmaz” diye buyuran Hazreti Mevlâna gibi Hazreti Şems de Allah’a ulaşmak konusunda Makalât’ta bizlere şöyle bir yol çizer:

“Allah yolunun bilgisi mücâhede ile çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye erişmek için yerde, gökte durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten o Allah velîsinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?”

Dîvân-ı Kebîr’de, “Surete aşık olma” diyerek bizleri uyaran Hazreti Mevlâna, canı arayıp da can bulmamızı ister.

“Mürid nedir?” sorusuna yine Dîvân-ı Kebîr’de cevap veren Hazreti Mevlâna müridin hakîkati için şunları söyler:

“Mürid nedir? Koşarak murad isteyendir. Sen soru ve dileksin. Sevgili her sorunun cevabıdır. Dilek isteyenin, av avlayanındır.”

Hazreti Mevlâna’nın müridlerine nasıl bir değer verdiği Âriflerin Menkîbeleri’nde nakledilen şu sözlerinden anlaşılabilir:

“Dünya bilsin bilmesin, bizim cismimiz müridlerimizin canı ve müridlerimizin cismi de dünyanın canıdır.”

Rubaî:

“Daima, mânen Hakk’la beraber olursan, güzel, mutlak bir can olursun. 

Ey benim canımın canı! Böyle olursan ne parlak bir hâle gelirsin. Hey hey diye neşelenme vakti gelmiş olur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 3

Hazreti Mevlâna, Allah’ın, Hazreti Muhammed’in suretinde göründüğünü, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle dile getirir:

“Bir gün Mevlâna Hazretleri, Peygamberin, ‘Ben, Allah’ı daima kırmızı elbise içinde gördüm’ hadîsini açıklıyordu. Kimsenin nefes almaya mecâli yoktu. Herkes bu açıklamaya şaşırmıştı. ‘Ben Allah’ı daima kırmızı cennet elbisesi içinde gördüm’ şeklinde başka bir rivâyet daha buyurdu ve şunları söyledi, söylediği sözlerde Allah’ın hakîkatini açıkladı:

‘Kırmızı cennet elbisesinin tüyleri içinde gözden ve ruhtan daha yüksek olan bir nur vardır. Kendini ona ulaştırmak istersen kalk, nefs perdesini yırt.

O ruh, kaşı, gözü ve esmer rengi ile lâtif bir suret oldu. İç yüzü kusur ve noksanlardan uzak olan Allah, Peygamber Mustafa’nın suretinde göründü. Onun o sureti, suretin yok olmasıdır. O gözler bir kıyâmettir…”

“Allah, kendi eserine bakanın yanında var, zâtına bakanın yanında ise yoktur” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Allah’tan başkasına kavuşmak ona doğru gitmekle olur. Hâlbuki Allah’a ancak sabır ile ulaşılabilir. Allah, güneşten daha çok görünendir. Kim gördükten sonra hâlâ anlatılmasını ararsa o kayıptadır” der.

Ve yine Âriflerin Menkîbeleri’nde, Hazreti Şems, Hazreti Muhammed’in hakîkatini şöyle açıklar:

“Arz, Muhammed’in vücududur. Gökler ise onun düşüncesi, tasavvuru ve parlak muhayyilesidir.”

Rubaî:

“Senin perişan saçlarının hoş bir şekilde dalgalandığını gören kişinin gönlünden geçen karışık düşünceler, ebedî olarak yatışmaz.

Senin rüyada gülen güzel dudaklarının hayalini gören kişinin uykusu kaçar ama, gülen dudaklarının hayali kıyâmete kadar aklından çıkmaz. 

Kime gül bahçesinin kokusu gelirse o güle oynaya gül bahçesine gidinceye kadar, dinlenmek bilmez; oturamaz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 2

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde, canımızın zevk ile dolmasının yolunu şöyle gösterir:

“Kimde dünya sevgisini bırakıp Hakk’a yönelme isteği varsa, o nefsini yendiği için şaşılacak bir kişidir. Kendinden, kendi varlığından kurtulmuş bir canda, zevk içinde zevk vardır.”

Makalât’ta Hazreti Şems şöyle der:

“Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz. Hele dostun mektubundan bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin nağmesini okumamanızdan ileri geliyor.”

Mesnevî’de, her devirde peygamber yerinde bir velî olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, “Bu sınama kıyâmete kadar devam eder” der ve Peygamber yerine, aynı vazifeyi üstlenen velînin özelliklerini şöyle açıklar:

“İşte diri ve faal imam o velîdir. Yol arayan için mehdî odur. Hem gizlidir, hem de senin karşında oturmaktadır. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Hakk erinin, yol arayanlar için sayısız tesirleri vardır. O tesirlerden ve etkilerden bir tanesi, onun nazârıdır.

Hazreti Mevlâna, Hakk erinin bakışına o derece önem verir ki, yükselmemiz için sadece o bakışı dahî yeterli görür ve, “Fakîri yükselten bir nazârdan başka bir şey değildir. İşte o nazâr seni kulluk âlemine götürür” der.

Âriflerin Menkîbeleri’nde velîlerin nazârı ile ilgili Sultan Veled Hazretleri’nin anlattığı şöyle bir olay nakledilir:

“Hazreti Mevlâna, bir gün hâlvetinde bedeninden sıyrılıp çıkmış ve birkaç saat o istiğrâk içinde kalmıştı. Sultan Veled bu hâli anlatmasını istediğinde şöyle buyurdu: Bağdat’ta birçok yıllar riyâzât ile meşgul olan zayıf bedenli, ince boyunlu ve sarı yüzlü bir şahıs gördüm. Ağlayıp sızlıyordu. Onun büyük bir derdi olduğunu anladım. Öyle bir dereceye gelmişti ki, Dicle nehri üzerinde seccâde serip namaz kılıyordu.

Bütün bu Allah’a olan yakınlığına ve kudretine rağmen Allah’tan: Ey Rabbim! Bana bu hâlimden daha iyi bir hâl ve hayret ver; çünkü bunların bana hiçbir faydası yoktur, diye ricâda bulunuyordu.

Ben de hemen o anda onun kulağına: Bizim Şemseddinimiz, şu anda Şam’da kalabalıkların etrafını dolaşıyor ve halkı seyrediyor. Şimdi oraya git de o aşk padişahı seni bu hâlde görsün ve senin bu ağlayıp sızlamana gülsün de, istediğine kavuşasın ve aradığın hâl bir anda, senin içinde peydâ olsun, dedim.

O gönlü yaralı derviş benim nasihatimi kabul edip hemen yola koyuldu. Şam’da Şemseddin Hazretleri’ne ulaştığı vakit, o zayıf dervişin şekli ve kıyafeti Şems’in mübârek gözüne hoş göründü ve derhâl gülümsedi. Hemen o anda dervişin içinde gayb âleminden bir nur ve heyecan baş gösterip dönmeye başladı, yüksek menzillere ve olgunluğa kavuştu.” 

Kasîde:

“Ey gönlümüzü yağma eden, her şeyimizi alıp götüren azîz varlık! Bizim canımızda binlerce can da sana av olsun, sana fedâ olsun; al, al hepsini al! 

Zaten senin aşıkları öldürmekten başka ne işin var? Bilmiyorum ki sana gönül verenleri öldürmekten başka ne ile uğraşırsın? 

Öldür, durma öldür! Elin var olsun! Dünyadakilerin canları sana karşı saçılsın, dökülsün, yok olsun! 

Ben senin mahmur gözlerinin bakışı ile dirilmiş ne kadar çok şehid gördüm. 

Ben senin kararı olmayan, sönmeden daima yanıp duran aşkının ateşinde karar edemeyen ne kadar çok aşık gördüm. 

Tenezzül eder de aşk şehitlerinin mezarlarını ziyâret edersen, toprak içinde bir tek ölü bile kalmaz, hepsi dirilir. 

Senin kenarı olmayan, kıyısı bulunmayan varlığının kucağına ulaşma ümidi ile can her an senin ayağının bastığı toprağı öper durur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 1

Âriflerin Menkîbeleri’nde nakledilir ki:

“Bir gün üç kişi, Mevlâna Hazretleri’ne, ‘Yolunuz nedir?’ diye sordular.

O da, ‘De ki bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanları basîret üzere yâni açık bir bilgi ve kesin bir delille Allah’a davet ederiz’ diyerek bir âyetle yanıt verdi. Bu söz üzerine o üç kişi Mevlâna’ya mürid oldular.”

İnsanları Allah’a davet eden Hazreti Mevlâna, bu yolda her türlü bilgiyi açık bir şekilde bizlere sunar.

Hazreti Mevlâna, Allah’ı şöyle izâh eder:

“Bütün peygamberler ve velîler, Allah’ın hakîkati hakkında hiçbir şey söylemediler ve bir şeye de karar vermediler. Ben, Muhammed’in canının nuru sırrına dayanarak ve güvenerek diyorum ki, Allah tamamiyle zevktir ve her kim tatmazsa anlamaz.

İşte ben, o zevkim ve o zevke tamamiyle gömülmüşüm. Halkın zevki bu zevkin yansımalarıdır. Çünkü iman tamamiyle zevk ve şevktir.”

Hazreti Mevlâna, müridlerinden bu anı yakalamalarını ve canlarında o zevki bulmalarını ister:

“Ben aşıkların nazârında bakılan bir cisim değilim. Belki ben sözümüz ve ismimizi işitince müritte hâsıl olan o zevk ve hoşluğum. O anı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu ganîmet bil ve şükürler et. Çünkü ben o zevkim.”

Hazreti Mevlâna, bizlerden sadece gönül ister ve şöyle buyurur:

“Allah, ‘Biz gönüle bakarız, su ve topraktan ibâret olan surete değil’ diyor.

Sen dersin ki bizim gönlümüz var. Öyle ama gönül arşın yücesindedir, aşağılarda değil!”

“Gönül, bir tek kişide olur. O tek kişi hangisidir?” diyen Hazreti Mevlâna, “Asıl olan gönlü ara” buyurur ve Hazreti Muhammed’in dilinden şunları nakleder:

“Peygamberimiz Muhammed buyurmuştur ki: ‘Bir suya taş attığın vakit su nasıl açılırsa, Allah’ın nuru bir müminin kalbine indiği vakit, onun kalbi de öyle açılır, genişler, hoş ve lâtif bir sahra olur.’

Bunun üzerine ashâb, ‘İnsan kalbinin genişlediğini nasıl anlar? Bunu görecek gözü, perdeli ve tozlu olursa kalbinde bir genişlik ve açıklık olduğunu nasıl anlayabilir?’ diye sordular.

Peygamber, ‘İmanlı kişi, kalbinin genişlediğini bütün mal, mülk ve dünya lezzetinin gönlünde soğuması ve tatsız bir hâle gelmesi, dünya dostları ve kendi ahbaplarından sebepsiz ve garezsiz bir yabancılık duymaya başlaması ile anlar’ buyurdu.”

Rubaî:

“Akıl bir ateş gördü: İşte bu aşktır, dedi. Hayır! Aşkı akıl göremez, aşkı ancak aşkın uyanık gözü görür. 

Aşk; ağızsız, dilsiz, sessiz sedâsız feryâd ederek dedi ki: Ey gönül! Sen yükseklerde uç da, aşkın yüceliğini gör!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL – 2

“Salâvat getirip duruyorsun ama, Mustafa’nın temizliğinden neyin var, ona bak” diye buyuran Hazreti Mevlâna, yine şöyle seslenir:

“Nice inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur. Akıllı hacı, niceye dek yedi yedi tavâf eder durur. Ben, deli divâne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile!”

Hazreti Mevlâna, şekilcilere çatarak kılık kıyafete teslim olanları “İsa’yı bırakıp da eşeğine bakma” diyerek uyarır. Bu sözünde; İsa’dan maksat ruh; eşekten maksatsa bedendir, yâni nefstir. 

Ve yine şöyle seslenir Mevlâna:

“Senin dayanağın Tanrı’dır. Sopa değil; at o sopayı, vazgeç ondan. Külâhı bırak da başı ara; sır o başta ele geçer.”

Hakk’ı, büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefslerinin putudur, Allah değil…

Mevlâna şöyle der:

“Ne aptaldır o adam ki, sevgili onun evindedir de o, eve gelmez; boş yere olmayacak yerlerde koşup gezer.”

Hazreti Mevlâna’ya göre dini, formüller, kalıplar, kurallar hâlinde sundukları sanılan peygamberler, esâsen gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, peygamberleri böyle anlamış, dini de bu anlayışla yaşamışlardır. Kalabalığın, peygamberleri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek yüzlerini göremediklerindendir.

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerinde; aşıklarınsa gönüllerindedir.

Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne… Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol var.

Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır… Başkalarının damlarındaki suyu aşıran, söz nakledendir.

Kimin gözyaşlarından nergisler biter, güller açarsa odur aşık… Nergisler toplayıp demet yapansa bir iş başarandır ancak.

Kim canının hâlini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin, gerçekte soru sormadadır o.

Bilgisi, görgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilaç da verse zulmediyor gibi görünür, ama zâlim değildir o.

İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın hangi konak olduğunu anlar.

Gönüle gir, şu tufanda Nuh’un gemisine at kendini… Durak korkulu ama gönlüne korku girmesin.”