MEVLÂNA VE SEVENLERİNDEN İNCİLER – 3

“Aşk bir padişahtır, bayrağı görülmez. Tanrı Kur’ân’ıdır, âyetleri bilinmez. Her âşık bu avcıdan bir ok yemiştir. Kanlar akar durur fakat yarası görünmez.”🌹

Aşk denince akla Mevlâna gelir. Aşk, Mevlâna’nın özüdür. Aşk’ın adı Mevlâna’dır.

Mevlâna, öyle bir aşk okyanusudur ki, ucu bucağı yoktur, başı sonu yoktur. Derinliklerine dalar gidersin, ve ne kadar derine dalarsan o kadar çok vurgun yersin. Başın döner, aşkla kendinden geçersin.

O âşıkları yağmur damlalarına benzetir. Yağmur damlaları okyanusa bir düştüler mi, artık onlar damla olmaktan çıkar okyanusun kendisi olurlar.

Mevlâna’nın mânevî varlığı, en güzel ve en câzibeli bir aşk edâsıdır, düşünüşü bir aşk hamlesi, yürüyüşü bir aşk salınışıdır. Onun sesi gönülleri çeken bir aşk sesi, onun sözü ruhlara ebedî hayat veren bir aşk sözüdür. O Âb-ı Hayat’tır.

Onun sözleri Allah edebiyatıdır, Kur’ân edebiyatıdır, aşk edebiyatıdır. O tüm âlemlerin ve bütün zamanların aşk peygamberidir.

Tasavvuf, Mevlâna’nın sözünde bir bilgi olmaktan çıktı, bilinmiş oldu. Şiir, Mevlâna’nın dilinde bir şiir güzelliğini geçti, güzelliği canlandıran bir ilhâm güneşi oldu. Aşk, Mevlâna’nın gönlünde aşkın gökünü aştı, mâşuka ulaştı…

Mevlâna, Hazreti Muhammed’in mâşukluk ışığında yandı. Gönlünün kandilini o ışıktan yakıp uyandırdı. Ondaki nûr, o nûrdur.

Mevlâna çok geniş bir söz söylemek kudretiyle, ilhâm azâmetiyle yaratılmıştır. Mevlâna, hayatında yalnız söylerken değil, susarken de söylerdi. Hattâ susarken söylediği sözler, söylerken söylediği sözlerden de derindi. O, söylerken kulaklardan kalbe nûr akıttı; susarken kalbin kadehine şarap, rûhun ağzına âb-ı hayat akıttı…

Mevlâna’nın sözlerinde, birbirine nispetle, güzellikçe, derinlik ve belâgatça bir fark olsa dahî değil mi ki, o sözler hep aynı rûhtan, hep aynı gönülden çıkmıştır, hepsi nûr, hepsi de ilâhîdir. Çünkü Mevlâna şiirlerinde Kur’ân’ın özünü ve Peygamberimizin sözünün rûhunu terennüm etmiştir.

Bir şiirinde dediği gibi;

“Ben söylemiyorum, fakat Allah’ın (Nâhn-ü nefahnâ) biz üfledik, nefesi içimde söylüyor da ben coşuyorum. İniltilerim ta Süreyya’ya kadar yükseliyor. Zîrâ azîz, ulu Tanrı, bu tenimin ney’ini yokluk kamışlığından kesti, yonttu, üflüyor…”

(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 56

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, biz hakîkatleri sizin bu sohbetlerinizi dinleyerek mi anlayacağız? Yani dini sâlih olunca mı, yoksa özümüzü pisliklerden arındırarak ve belli bir ahlakî seviyeye gelerek özümüzün ortaya çıkmasıyla mı olgunlaşacağız? İçimizde saklı olan kendi hakîkatimizi ortaya çıkarmamız mı gerekiyor? Bunu nasıl yapacağız?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemli dava, bizim iç âlemimizi bütün pisliklerden boşaltmamız ve tertemiz bir hâle getirmemizdir. İç âlemimizde bir nebze dahî dünyaya ait bir varlık bırakmamamız lâzımdır. O kabı, dünya nimetlerinden, nefsî arzulardan tam mânâsıyla temizlemiş olduğumuz an, o sonsuz Güzel bizlerde varlığını gösterir ve bizim de hâlimiz anında değişir.

Şimdi bu sohbetlerde sözler çok güzel ve mânâlarına eriyoruz, fakat bir türlü temizlenemiyoruz. Temizlenemedikten sonra da hiçbir şekilde o güzelliklere ulaşamıyoruz. Bu iş akılla olmaz, yemekle içmekle, keyif etmekle olmaz, katiyyen. 

Derin düşüneceksin! Sen kiminle dirisin? O, senden ne istiyor? Düşününce göreceksin ki, O, O’nu sevmeni istiyor, O’nu sahiplenmeni istiyor. Sana, “Temizle o sarayı!” diyor, “Ne zaman ki o saray benim muhabbetimle mahmur olmuş ise, o zaman ben sende konuk olurum!” 

Ama sen, ‘Ben namaz kıldım, zikir yaptım, hâtim indirdim’ dersen, bunların hepsi hikâyedir. Katiyyen insan bunları yapmakla temizlenemez. İnsan bunlarla kendini kandırmış olur. Ve hattâ gurura da kapılır. 

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, karının veya kocanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O gösterir yüzünü.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Cenâb-ı Mevlâna, bu nedenle buyuruyor: “Hamdım, piştim, yandım..” Öyle değil mi?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Evet, doğru. Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemiştir? “Hamdım” dedi, yani zâhir ilimi tahsîl ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, “Piştim” dedi, yani Şems, benim O olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, “Yandım” dedi, bu sözüyle de şunu anlatmak istedi: Sevgili, âşığına her dakika değişik bir yüzle zuhûrunu gösterir ve onu yakar. İşte Mevlâna yandı. Aşk, yanmaktır.

Hazreti Muhammed Efendimiz, sayısız sefer iç âleminin güzelliklerini gördüğü için her an aşktaydı, sevgideydi.

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. 

Hazreti Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir yâ Mevlâna? Bu yolun başı var mıdır?”

Mevlâna şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

İnsan, kendini bir defa o güzelliklere verdiği zaman, artık o yolun sarhoşu olur ve akıl artık işlemez. Yolun ne başını ne de sonunu sorabilir.

Mecâz aşkı örnek alalım. Bir erkek bir kızı görüyor veya bir kız bir erkeği görüyor, birbirlerine âşık oluyorlar. Aşk, aşktır. Ama konu mânevî aşka gelince, hiçbir şey onun yerini tutamaz. Fakat o aşka ermek için de içimizdeki bütün kirlerden arınmamız lâzım.

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Mevlâna’ya bunu yapmıştır, demiştir ki: “Sen yola çıkacaksın ve bana geleceksin. Peki beni tanıyabilecek misin?” 

İşte Mevlâna, Şems’e şu cevabı vermiştir: “İster Yemen kumaşı giy, Yemenli gibi çık; ister Hint kumaşı giy, bir Hintli gibi çık; ister Batı kumaşı giy, Batılı gibi çık; her nasıl çıkarsan çık, seni tanırım!” 

Şems, “Peki nerden tanırsın?” dedi. 

Mevlâna yine cevap verdi: “Sesinden tanırım!” 

Bakın, Şems’i ne güzel yakalıyor. Şems, ona sayısız elbiselerle çıkıyor, ama Mevlâna tuzağa düşmüyor. Bulmuş Nokta-yi Hakk’ı!

Hakk âşığı olmak kolay değildir, hem de hiç kolay değildir… Ancak öbür yüzünü gösterecek ki âşık olacaksın. Bunun için de dediğimiz gibi, Hakk’ın dışında ne varsa gönlünde, hepsinden kurtulacaksın. Sen, o aşkta yanıp kendinden yok olunca, işte o zaman Hakk senden yüzünü gösterecek. Ve Hakk ile Hakk olup, dünya durdukça Onunla bâkî kalacaksın!..

“Her şey yanıp yok olunca, Allah’ın vechi ortaya çıkar!” Kasas, 88

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 45

MÂNEVÎ AŞK HER ŞEYİN ÜSTÜNDEDİR…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, Cenâb-ı Mevlâna Hazretleri buyuruyor ki: “Eğer vuslat gününde o dildârdan başka görürsen, o dildâr başkadır, ben başkayım. O gördüğün dildâr benim mâşuğum değildir, yoksa ikimizi bir görecektin.” Ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Hazreti Mevlâna’mız her ne söyler ise hep yerinde söylüyor. Bakın bir kere şu beyitlerinde nasıl birliyor her şeyi: 

“Âşık yoktur bu âlemde, âşık ölmüştür. Âşık olan kişide varolan mâşuktur.” 

Burada ikilik kalkmıştır, artık sen ben yoktur. Şimdi, bu toplumda böyle bir aşk yaşanmadığı için bu güzelliklere varamıyorlar. 

Dilerseniz Leylâ ile Mecnûn’dan bir örnek verelim: Mecnûn’un bir gün dişi ağrımış, dişçiye gitmiş. O devirde diş hekimliğini berberler yaparmış. Berber hekim, Mecnûn’un dişine bakmış ve dişini çekmesi gerektiğini söylemiş. Mecnûn, tabî adı üstünde, mecnûn bir hâlde olduğu için hiç cevap vermemiş, sessizce dinlemiş. Hekim de Mecnûn’un bu hâlinden zannetmiş ki, Mecnûn dişinin çekilmesini kabul etti, almış kerpeteni eline, tam çekecekken, Mecnûn kendine gelmiş ve uzanmış hekimin elinden yakalamış, demiş ki: “Ne yapıyorsun?” 

Hekim demiş: “Dişini çekiyorum.” 

Mecnûn, “Müsaade yok!” diye karşı çıkmış. 

Hekim, “Neden?” diye sormuş. 

Mecnûn’un cevap vermiş: “Korkarım, Leylâ’mın çenesi incinmesin!” 

Hekim bu cevabı duyunca şaşırarak, “Leylâ nerede, sen nerede? Onunla senin aranızda dağlar kadar fark var, nasıl incinecek?” 

İşte Mecnûn’un verdiği cevap: “Bende bana ait hiçbir şey yok, her şey ona ait.” 

Aşka bakın bir kere… Yine bir gün Leylâ’ya bir mektup yazmak istemiş, şu satırları yazmış kağıda: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Her zerremi muhabbetin sardı, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” Yazamıyor bakın, mektup dahî yazamıyor… 

Bunlar geçici aşk, peki ya mânevî aşk? Mânevî aşk her şeyin üstündedir.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 41

İMAN VE AŞK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Tasavvufta en önemli şey, insanın nefsiyle savaşmasıdır. Efendimiz Sallallahu Aleyhivessellem, bir savaştan gâlib geldikten sonra buyurmuş ki: “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz.” Dinleyenler şaşırmış ve sormuşlar: “Büyük savaş nedir ya Resûlallah?” Peygamber Efendimiz, “Nefsimizle olan savaş!” diye buyurmuş. Peki, biz bunları hep okuyoruz veya dinliyoruz Dede, ama tam bir nefs savaşına giremiyoruz. Kendimizi devamlı kandırıyoruz. Nefsimizi yenmek istiyoruz ama bir türlü başarılı olamıyoruz. Bizler nasıl bir çözüm bulalım da bu nefsten kurtulalım Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Şimdi Mahmut Efendi, Hazreti Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, selâm olsun üzerine, biz küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz. Sahâbe sordu, “Nasıl küçük savaş olabilir? Uhud’daki savaş kıyâmeti andırdı.” Resûlallah Efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise görünmeyen düşmana karşı, o düşman da nefsimizdir.

Nefsimizi kolay kolay yenemeyiz. Nefsimizi ancak onun isteklerini durdurmakla yenebiliriz. Çünkü nefsimizin istekleri hiç bitmez, doyum nedir bilmez. Kim derse ki, ben nefsimi yenerim, o kişi daha baştan kaybeder. 

Bakın, Seyyid Burhâneddin Efendi şöyle buyuruyor: 

“Kim nefsiyle barışık ise bu âlemde, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” 

Bir insan Allah ile savaşa girişirse, hiçbir zaman gâlib olamaz, hep mağlûb olur. 

Yine Seyyid Burhâneddin Efendi, selâm olsun üzerine, şöyle diyor: 

“Denizdeki canavardan korkma, onu gözün görüyor. Ondan kendini kurtarabilirsin. İçindeki nefsin o kadar büyük bir canavar hâline gelmiş, ama onu görmüyorsun, almış seni götürüyor.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri de nefs için şöyle hitâb eder: 

“Sıdk-ı bütün bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.” 

Bu bir, ikincisi de riyazattır. Sonuç olarak bağladığın yere temiz bir gönlün ve büyük bir aşkın olacak. Şöyle bir misâl verelim: İnanç insanı caydırır, ama iman caydırmaz. İman ne demektir? Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim her şeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Fakat inançla yola koyuldu mu, nefs gâlib gelir. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girdiği an, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına düşmüştür ama farkında değildir. 

Bize en büyük örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Nasıl en büyük örnektir? O, her zaman, “Allah benden şöyle konuştu, Allah benden şöyle söyledi” diye, devamlı Allah’a dayanarak konuşmuştur. Bizler de burada nasıl konuşuyoruz? Hiçbir zaman kendimizi öne atmıyoruz, her zaman, Hazreti Muhammed şöyle buyurdu, Hazreti Mevlâna şöyle söyledi, diye hitâb ediyoruz. Bakın dikkat edin, büyüklerimizi zikrediyoruz. Onlara biz inandık ve iman ettik. Biz, Allah’ın bütün güzelliklerini, Hazreti Muhammed’de ve Evliyâullah’da görüyoruz. Çünkü bütün Evliyâullah, hepsinin selâm olsun üzerlerine, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin mânevî kardeşleridirler. Onlar, Resûlallah Efendimizi görmeden âşık oldular ve sonra Resûlallah yüzünü onlara mânâlarında gösterdi. Eğer bizler de temiz bir imanla ve temiz bir aşkla yolumuza devam edersek, nefs çırpınır durur ama birşey yapamaz. Ama eğer dersek ki, dur ben bir namaz kılayım, bir dua edeyim, zikir yapayım sonra uyarım Allah’a, o zaman olmaz; bizde öyle yaz boz tahtası yok. Nerde tuzağa düşersin göremezsin. Bu nedenle insanın imanına sımsıkı sarılması lâzım. Koskoca Peygamber bile, her akşam dinlenmeye çekilmeden önce yetmişbeş sefer “Estağfurullah” diyor. O, bunu yapıyor da biz acaba neden yapmıyoruz? Bir kere bile estağfurullah demeden yatağa giriyoruz. Peygamber Efendimizden hiç örnek almıyoruz, ki O, Hakk ile Hakk olmuştur. Onun her zerresinde Hakk’ın nûru vardır. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MANEVİ MENKIBELER – 89

SEVGİ ACAYİP BİR ŞEYDİR…

Maddi vücudumuz gıda ile, manevi varlığımız da sevgi ile büyür. Bilhassa küçük çocuklar sevgiye son derece muhtaçtırlar. 

Bakın Hüdavendigar Mevlana daima cebinde şekerlerle gezermiş ki, yoluna bir çocuk çıkarsa ona versin, çocuğun gönlünü alsın. 

Bir gün yine evine doğru giderken yolda üç beş çocuk çelik çomak oynuyorlamış. Tabi çocuklar daha uzaktan Mevlana’yı tanımışlar ve hemen yanına koşmuşlar. Aralarından bir tanesi elindeki çelik çomağı ne yapacağını bilemeden arkada kalmış ve uzaktan Mevlana’ya seslenmiş: “Ya Mevlana, beni de bekle sakın gitme, çelik çomağımı bir yere bırakıp hemen geliyorum!” 

Mevlana ona bakarak gülümsemiş ve çocuğa cevap vermiş: “Acele etme, güzel evladım, ben burada seni beklerim, bir yere gitmem…” 

Bakın o büyüklüğünün yanında ne kadar da tevazuda ve sevgide yüce Mevlana…

Bir gün de oğlu Sultan Veled’in yüzünü asık görmüş Hüdavendigar Mevlana ve çok üzülmüş. Kendisine bu halinin nedenini sormuş fakat cevap alamamış. Hemen onu neşelendirmek için koşmuş ve bir ayı postunu alıp üzerine geçirmiş. Sultan Veled’in odasına gelerek, ayı postunun altından ona “Bu! Bu! Bu!..” diye seslenmiş. 

Mevlana’nın bu hareketlerinden Sultan Veled’e bir gülme gelmiş ve gülmeye başlamış. Hali değişmiş ve üzerindeki sıkıntı anında yokolup gitmiş. 

Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Sevgi acayip bir şeydir…

Mevlana’mızın dünyaya güzel bir seslenişi vardır, şöyle der: “Sevgiye dair ne varsa bu alemde ben oradayım. Kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.” 

Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamak, Yaratan’dan ötürü bütün varlıklara, hiç ayrım yapmadan sevgiyle bakıp, yüz tutana sevgiden söz ederek hayatı sürdürmektir.

MANEVİ MENKIBELER – 88

BİZ, SEVGİYİZ…

Hazreti Mevlana’nın ilk halifesi olan Şeyh Selahaddin Efendi, damadı Sultan Veled Hazretleri’ni çok severdi. Sultan Veled Hazretleri de Şeyh Selahaddin’i çok severdi. Babasına açamadığı gönlünü, kayınpederine açardı.

Gün geldi, Şeyh Selahaddin hızlı vereme tutuldu. O devirlerde de bu gibi hastalıklar insanı hızlıca ölüme götürürdü.

Sultan Veled Hazretleri kayınpederine ziyarete gittiği zaman, Şeyh Selahaddin bütün ağrılarını unutur ve temiz bir yüzle damadını karşılardı. Sultan Veled oradan ayrıldığı zaman yeniden ateş ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i sarardı.

Bir gün muhabbet uzuyor, sancılar ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i yakalıyor, yüzünün ifadesi değişiyor. Sultan Veled, kayınpederinde bir rahatsızlık olduğunu hemen anlıyor ve “Siz hastasınız Efendi baba, bunu bana niçin söylemediniz?” diye soruyor.

“Evet Veled, hastayım” diyor Şeyh Selahaddin, “yakında dünyaya veda edeceğim. Ama seni o kadar çok seviyorum ki, sen buraya gelince benden bütün hastalıklar gidiyor. Şimdi sohbet biraz uzadı, hastalık vücudumda yüz gösterdi.”

Sultan Veled bunu duyunca gözleri doluyor, ağlayarak, “Efendi baba” diyor, “Allah gecinden versin, sen bu alemden göçüp gidersen ben kiminle dertleşeceğim? Kime gönlümü açacağım? Seni nerelerde bulacağım?”

Şeyh Selahaddin, “Gam yeme Veled, gam yeme” diyor, “ben bu alemden göç ettikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene… benim gibi biri seni severse ona sarıl, o benim. Çünkü biz, sevgiyiz.”

Hazreti Muhammed’in özü sevgidir. Evliyaullah’ın da özü sevgidir. Aynı muhabbeti, aynı sevgiyi, aynı sıcaklığı gösterirler. Sadece kap değişmiştir, özleri yine sevgidir…

Rubai:

“Aşk sizin sevimli, güzel bir dostunuzdur. Bu dost sizi fasih sözlerle, açık bir ifade ile çağırır, der ki:

Aşk, aşkı isteyenden esirgenmez. Bilhassa, bir güzel, bir güzeli severse sevgi ondan asla esirgenmez.”

MANEVİ MENKIBELER – 66

GÖNLÜN KAÇMASAYDI BAĞA…

Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın hilafetine geçtikten sonra, yolda giderken hep ayaklarını sürtüyor, ağlıyor, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanıyor.

Bir gün bahçesini işlerken yoruluyor, bir ağaca dayanıyor, gönlü biraz bağa kaçıyor. ‘Bu sene üzümler nasıl olacak’ diye üzümleri düşünürken uyku basıyor, kendinden geçiyor. O sırada manasında Hazreti Mevlana’yı görüyor. Güler yüzle selam veriyor Mevlana.

Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri! Aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim manama gelmedin” diyor.

Hazreti Mevlana tebessüm ederek şu cevabı veriyor: “Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermeyecektim. Çünkü ben senim, dışarıda ne arıyorsun? Şimdi gönlün bağa kaçtı, bağa sevgini vermemen için sana yüz tuttum.”

Rubai:

“Gönlümü, belânın geçtiği yola koydum. Yalnız senin arkandan koşsun diye, gönlün ayak bağını çözdüm…

Bugün rüzgar, bana senin güzel kokunu getirdi, ben de teşekkür için ona gönlümü verdim.”

MANEVİ MENKIBELER – 16

Aşka bakın…

Şimdi size Mevlana ile Hüsameddin Çelebi’nin arasındaki aşkı dile getireyim…

Hüsameddin Çelebi evlenmiş, aradan seneler geçmiş. Bir gün hanımı hastalanmış. Dönüp Mevlana’ya demiş, “Efendi Hazretleri, izin verir misin, ayinden sonra gideyim biraz eşimin yanına, bir iki gün kalayım? Evde ona bakacak biri yok.”

“Tamam” demiş Mevlana, “sana dört gün izin veriyorum, haydi git, kızımız iyi olsun kalksın ayağa.”

Gelmiş Hüsameddin eve, hizmet ediyor eşine. İkinci akşam özlemiş Mevlana Hüsameddin’i. Kar da yağıyor. Hemen Sultan Veled’e ve dervişlere, “Bana müsaade ben gidiyorum” demiş, “Hüsameddin’i ziyarete.”

Çıkmış tekkeden yatsıdan sonra, gelmiş Hüsameddin Çelebi’nin evinin kapısına, bakıyor Hüsameddin Çelebi’nin odasında lambası dinmiş. Demek ki uyumuşlar, lamba kısık yanıyor, diye düşünmüş Mevlana. Rahatsız etmeyim, demiş. 

Şimdi aşka bakın…

Evinin kapısından biraz uzakta, Mevlana bağlamış ellerini, Hüsameddin’le rabıta kurmuş duruyor. Sabah ezanları okunmaya başlıyor. Hanımı sabah kalkmış, Hüsameddin’i uğurlarken, “Aaa” demiş, “Efendi Hazretleri, çocuklar ne zaman kardan adam yaptılar? Kar yatsıdan sonra yağmaya başladı.”

“Dur” demiş Hüsameddin Çelebi, “gideyim bakayım.”

Ne zaman gitmiş, bakmış ki o kardan adam değil, Mevlana… Hüsameddin Çelebi hayretler içinde kalmış.

“Efendi Hazretleri” demiş, “bu hal ne?”

İşte Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, geceden bu ana kadar hep buradayım, seni bekledim…”

Şimdi ne der tasavvuf ehli… Bir mürşid, müridine böyle aşık olursa, müridin ne yapması lazım mürşidi için?..

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 48

“Zorluklara tahammül eden kolaylıklarla karşılaşır.”

Hazreti Ali Efendimizin sözleri her zaman yerindedir. Bir insan zorluklarla karşılaşınca isyanlara düşmeyecek, sabrını arttıracak. Ona ne ikram edilirse biraz daha derin düşünecek. Bunların hepsi Yaratıcı tarafından sunuluyor, beni imtihana tutuyor; acaba isyan edecek miyim, kırıcı bir şey konuşacak mıyım diye beni sınıyor, diye düşünecek.

Böyle yapan bir kişi, ne kadar sabrını gösterirse, en sonunda aydınlığa ulaşır. Cenab-ı Hakk o zorlukları kolaylıklara yönlendirir. Fakat kalktı mı o zorluklar içinde isyanlara düşsün, o vakit o zorluklar daha da artar ve kolay kolay başı dertten kurtulamaz.

Hazreti Resulallah, her daim Allah’ın birliğinden konuştu ve sevgi sundu. Onun çektiği cefaları kimse çekmedi.

Hazreti Muhammed beşer görünüyordu ama o bir hidrojendi. Çok büyük sabır göstererek bizlere örnek oldu: Sizin de başınıza çok şeyler gelebilir. Birden bire küfüre, isyana düşmeyin, başınızı derde sokmayın. Karşı taraf yaptıklarına pişman olacaktır. Madem ki beni seviyorsunuz sabırlı olun, mesajını verdi.

İnsan olmak çok zor. O derdi veren de, dermanı veren de Allah. Mademki Hakk’ı temsil ediyorsun, o halde her şeye katlanacaksın. O, seni imtihana tutuyor, ben yapamam, edemem demek yok.

Velilerin başlarından neler geçmiş… Veliler, Nebiler büyük imtihanlardan geçerek insanlara örnek oldular. O’nun aşkına, O’nun hatırına her şeyi yaptılar. Halklarından isyanlara uğradılar ama hiç imanlarını bozmadılar.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (78)

Müminin kalbini kırmanın cezası var mı?

İflah etmezsin. Kişi kendini kandırabilir ama Hakk’ı kandıramaz. Hakk her şeye vakıftır, her şeyi görür. Çünkü kainat onundur. O küçük akıllılar, o akılla ancak kendilerini aldatırlar. Yani onu incitmek Hakk’ı incitmektir.
Size şöyle bir menkıbe anlatayım.
Karamanoğulları’nın ağası, Hazreti Mevlana’nın müridi imiş. Fakat ona aşkla imanla değil, akılla bağlıymış. O devirde birçok hatip varmış. Her yerde çeşitli kişiler konuşurmuş. Bu ağanın bir camii hatibine gönlü kaymış. Bir gün Hazreti Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri, filan camiye gidelim, orada çok güzel bir hatip var. Allah’ı çok güzel bir dille yad ediyor” demiş. Hazreti Mevlana, “Gidip dinleyelim” diyerek Hüsameddin Çelebi ve bu zatla birlikte hatibi dinlemeye gitmiş. Adam kürsüde celali kuru bir sohbet yapıyormuş. Hazreti Mevlana tefekkürde dururken, bu da can kulağı ile dinliyormuş. Dinledikten sonra, “Ya Hüdavendigar! Bu günden sonra kürsüdeki zat benim mürşidimdir, ona tabi oldum” demiş.
Hazreti Mevlana, “Sen bir baba bulduysan, fakir de bir evlad bulurum” diyerek hemen camiyi terketmiş.
Aradan birkaç ay geçmeden Karamanoğulları’nın ağasına bir tuzak kurulmuş. Onu boğmaya çalışırlarken, “Allah” demiş ama bir yardım gelmemiş. “Ya Hüdavendigar Mevlana” diye bağırarak imdat istemiş. Hazreti Mevlana o esnada sema ediyormuş, sema ederken kulaklarını kapatıp, öyle sema etmiş. Bu hali gören Sultan Veled, sema bitince sormuş, “Efendi baba, neden sema ederken kulaklarını kapadın?”
“Karamanoğulları’nın ağasını boğdular. Çok acı bir sesle benden meded istedi. Gönlüm ona kırık olduğu için kulaklarımı kapadım” diye cevap vermiş.
Şefkat dolu bir yer ama bir yerde de hiç affetmiyor. Onlar her şeye vakıf. Akıl gözü ile kısa menzilleri görürsün ama kalb gözüyle çok şey görülür. Dar bakışla, bu gözle insan çok şey kaybeder. Hakk yolu kolay bir yol değildir. Onun için gönül ister ki bu yolu seçenler, bazı eserlerini okusunlar. Haftada on sayfa okunursa yine bir şeyler alınır. Ölen bedendir, ruh ölmez. Devran var. Bu yollarda mükafat var.