🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 13

“Kur’ân-ı Kerîm, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?”

Bütün bu kâinatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlık âlemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mânâ ehli, Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar tefsîr etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu âlemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misâl olarak, İsmail Hakkı Ankarevî, kendisi çok büyük bir âlimdi, Fâtihâ sûresine mânâ vermeye kalkmış ve üçyüz küsûr sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fâtihâ’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lâzım gelir ki, tüm kâinatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fâtihâ sûresinin sadece bir âyetinin bile ne kadar derin mânâsı var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim yâ Rab, bütün âlem senin…” (Fâtihâ, 1)

“Kur’ân okumak insanlara şifâ verir mi, ya da tekâmül ettirir mi?”

Kur’ân-ı Kerîm, hakîki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kâmil istersen, Hazreti Kur’ân yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nâr-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nûrdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifâ ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’ân geldi.” (Yunus, 57)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

BENİM USTAM HAZRETİ RESÛLALLAH…

Mevlânamız buyurur der ki: “Nebîlerde, velîlerde gören göz, Ali’dir.”

Şimdi Mevlâna, Ali’yi neden bu kadar yüce bir yere koyuyor?..

Çünkü Hazreti Peygamber Efendimiz, Hazreti Ali’ye Ali ismini verirken, annesi babası dediler, ismini Esed koyalım. Esed’in mânâsı, arslan.

Hazreti Peygamber Efendimiz, “Hayır” dedi, “bu çocuğun ismi Ali olacak. Ali’nin mânâsı, yücelik. Öyle bir yüceliklere sahip olacak ki, gün gelecek yaşayanlar işitecek ve görecek.”

Şimdi, Hazreti Hamza, selam olsun üzerine, Kureyş kabîlesinin pehlivanıydı, onun yerini alacak bir adam yoktu. Çok güzel dövüşürdü, çok güzel kılıç kullanırdı.

Kureyş kabîlesinden Abdud isminde biri daha vardı. O da çok iri-yarı bir adam.

Hazreti Hamza bir gün panayıra gidiyor. Burada Abdud, bir kadına göz koyuyor, kavga çıkartıyor ve o kadının iki kardeşini öldürüyor. Hazreti Hamza dayanamıyor atıyor kendini o kavgaya, eğer atmasa Abdud daha büyük zararlar verecek. Kavgayı durduruyor. Abdud’u da oradan uzaklaştırıyor. İyi ama, ikisinin arası açılıyor.

Kardeşleri öldürülen kadın da, Hamza’nın gösterdiği bu cesarete, adaletine hayranlık duyuyor ve Hamza’ya sevgi besliyor.

Aradan bir sene kadar bir zaman geçiyor, kadın Hamza’yı tekrar panayıra davet ediyor, eğer yine bir kavga çıkarsa, orada bulunsun ve kavgayı önlesin.

Şimdi Hazreti Hamza düşünüyor, Abdud iri-yarı ve kendini ölüme atan bir kişi, cemaati de kalabalık; yalnız oraya gidilmez diyor, geliyor Hazreti Peygamberin huzuruna, “Ya Resûlallah şöyle bir durum var” diyor, anlatıyor durumu.

“Şimdi tekrar davetliyim” diyor, “cemaatinden bana yardımcı olarak kimi verirsin, benim yanımda bulunsun?”

Peygamber Efendimiz diyor, “Sana Ali’yi vereceğim.”

Hazreti Hamza şaşırıyor. “Ali” diyor, “daha çocuk, 16 yaşında, ben onu görmedim hiç kılıç kuşansın, görmedim bir yerde ok atsın, görmedim bir yerde dövüşsün, onu bana niçin veriyorsun? Bu çocuk orda harcanır.”

“Şefkatli amcam, benden birini istedin ben de sana Ali’yi verdim. Sen ise Ali hakkında bir sürü uygunsuz sözler konuşuyorsun. Şimdi beni dinle. Al Ali’yi yanına, çıkın meydana, orada bir tahtadan nişan dikin ve o nişanı oklayın. Bakalım hanginiz daha güzel ok atacaksınız, öğrenin birbirinizi. Sana lafım yok amca, sen Kureyş’in en üstün pehlivanısın. Okta da, kılıçta da, her şeyde. Şimdi Ali’yi çocuk görüyorsun ama, hem ok atışında dene Ali’yi, hem de kılıç kullanmasında.”

Hamza’nın aklı duruyor, ama iyi bakalım diyor, var bunda bir şey…

Alıyor Ali’yi, geliyorlar meydana. Bir nişan kuruyorlar. Hamza dönüyor Ali’ye, “Hadi yeğenim Ali, koy okunu yaya, ger, at bakalım.”

Hazreti Ali Efendimiz dönüp diyor ki, “Amca, sen ustasın, önce sen at, sonra ben atacağım.”

Hazreti Hamza, koyuyor yaya oku, atıyor. Bugünkü tâbirle, onikiyi vuruyor.

Hazreti Ali Efendimiz bakıyor ki, onikiyi vurmuş, tamam. O da koyuyor oku yaya, geriyor, bırakıyor oku; ok, Hazreti Hamza’nın okunu vuruyor, ikiye ayırıyor.

Hamza bunu görünce şaşırıyor, “Allah Allaaah… ne kadar güzel attı, ne kadar güzel nişancı.”

Arkadan kılıç oyununa girişiyorlar. Kılıç oyununda da, Hamza görüyor ki Ali çok üstün kılıç kullanıyor.

Hadi, at üstünde de kılıç oyunu yapıyorlar, Hamza’nın elinden kılıcı uçuruyor Ali.

Hamza duruyor, soruyor Ali’ye, “Bu marifetleri sen kimden öğrendin? Benim üstüme usta yoktur, ama sen beni de geçtin.”

İşte Ali’nin verdiği cevap, “Şefkatli amcam benim ustam Hazreti Resûlallah, her şeyi o bana öğretti.”

Susuyor Hamza, bir şey diyemiyor. “Hadi” diyor, “Ali çıkalım yola.”

Beraber çıkıyorlar yola, geliyorlar panayır yerine. Abdud’un bulunduğu handa konaklıyorlar.

Sabah olunca, Abdud çıkıyor hanın bahçesine, meydan okuyor. 

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, hemen Hamza’dan önce davranıyor, giyiniyor, iniyor meydana.

Abdud’a diyor, “Ne bağırıp çağırıyorsun? Ne istiyorsun?”

Abdud, “Hadi” diyor, “sen burdan uzaklaş, baban benim dostumdur. Sen benim yanımda daha çocuksun, amcan gelsin karşıma.”

“Bırak amcamı, karşında ben varım” diyor Ali, “Nasıl istersen seninle dövüşürüm.”

Abdud diyelim bir fil, Ali onun yanında bir ceylan gibi duruyor, ya da bir küçük arslan.

Abdud diyor, “O zaman, beni belimden tutup tek elinle havaya kaldırırsan seninle hiçbir iddiada bulunmayacağım, teslim olacağım sana.”

Hazreti Ali geliyor Abdud’un karşısına, geçiriyor elini Abdud’un kuşağına, bir “Ya Hayy” diyor, koskoca Abdud havada. İndiriyor tekrar yere. 

Abdud’un aklı duruyor.

“Hadi şimdi sen gel beni kaldır” diyor Ali.

Abdud, Ali’yi çocuk görüyor ya, geçiriyor kolunu Ali’nin kuşağına. O da bir nârâ atıyor, ama yerinden oynatamıyor Ali’yi. Hazreti Ali ayaklarını sanki yedi kat yer dibine sokmuş, hiçbir türlü kıpırdatamıyor.

Kılıç oyununa girişiyorlar, kılıç oyununda da kılıcını alıyor Ali. En sonunda Abdud’u bir güzel hırpalıyor. 

Abdud’a ceza veriyorlar, çölde bir ağaca bağlıyorlar, orda çok feci bir şekilde canını veriyor.

Yani Hazreti Hamza’nın aklını durduran ve Müslümanlığa sürükleyen Hazreti Ali olmuştur.

SENİ BEKLEDİM YA ALİ…

Kainat yaratılmadan önce, Muhammed’in nuru yaratıldı. O nur, bütün insanlık alemine yayılmıştır. 

Kimse kendisini başka birinden üstün görmesin, başkalarını da hor görmesin, çünkü hepsinde Muhammed’in nuru var.

Bu aleme ne kadar Peygamber geldiyse, hepsi kendi cemaatlerine peygamberlik yaptılar, ama Hazreti Muhammed gelince, nübüvveti giydiği zaman, Hira dağına çıktı ve orada ilan etti peygamberliğini. Şöyle seslendi: “Ben bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim.”

Bakın, bütün insanlık alemine rahmet olarak geldim, diyor.

“Ey Musa cemaati, bana gelin Musa’yı benden dinleyin. Ey İsa cemaati, gelin İsa’yı benden dinleyin. Ey Davud cemaati, gelin Davud’u benden dinleyin” dedi.

Hepsini çağırdı. Neden? Çünkü daha kendi cemaati yoktu.

O sıralarda da Şahımız Ali yirmi yaşlarına varmıştı. Resulallah da kırk yaşlarındaydı. Bir yerde Hazreti Muhammed’in evladı sayılır Hazreti Ali.

Mevlânamızın çok güzel bir keşfi vardır Ali hakkında, der ki: “Ali’nin Zülfikâr’ını çok keskindir diye methederler; Ali’nin ilmi Zülfikâr’ından sayısız kat daha keskindir.”

Ali çok büyük bir ilme sahiptir. Kur’an, Ali’nin burhanıdır. Hep yanında büyüdü Hazreti Peygamberin, hiç ayrılmadılar. 

İlk Muhammed’in yolunu kabul eden Hazreti Hatice annemizdir, kızlardan Hazreti Fatma annemizdir, çocuklardan Hazreti Ali’dir.

Şimdi Hazreti Muhammed, Ali’ye diyor ki: “Hadi sen de gel benim yoluma.”

Ali, o sıralarda on yaşlarında. Dönüp Hazreti Muhammed’e diyor ki: “Ya Muhammed, izin verir misin, gideyim babama sorayım?”

“Tabi Ali” diyor Hazreti Peygamber gülümseyerek, “izin veririm, hadi git sor babana.”

Kalkıyor Hazreti Ali, çıkıyor kapıdan, gidecek babasına sorsun… hemen dönüyor geri, koşarak geliyor Resulallah’ın huzuruna.

“Ali ne oldu?” diye soruyor Resulallah, “Ne çabuk geldin?”

“Vazgeçtim” diyor, “babama sormaktan.”

“Neden?”

“Sen beni çağırıyorsun kainatı yaratana; baktım ki babamı da o yaratmış; seni de beni de… Ben niye gideyim sorayım babama!”

Gülüyor Hazreti Resulallah, “Hah!” diyor, “şimdi seni daha çok sevdim; bak çok çabuk çalıştı aklın senin.”

Şimdi oldular, Ali’yle beraber dört Müslüman; sonra yavaş yavaş yayıldı.

Şimdi Ali geldi yirmi yaşlarına, Peygamber de kırk yaşlarında, peygamberliğini ilan edecek; Ali dönüp diyor ki: “Ya Muhammed, neden bu kadar bekledin? Neden daha önce ilan etmedin peygamberliğini?”

İşte Hazreti Muhammed, “Seni bekledim ya Ali! Büyüyesin de beraber bu dini yayalım. Ben doğuştan hem velîyim, hem de doğuştan nebîyim ya Ali… ama seni bekledim.”

Beraber yaydılar İslâm dinini.

Gün geldi yine aldı Ali’yi karşısına, binbir sırrın anahtarını Ali’ye verdi ve “Ya Ali” dedi, “benden sonra artık bu aleme peygamber gelmeyecek, nübüvvet defteri benimle kapandı. Benden sonra çok velîler gelecek; bütün velâyetin, yani velîlerin başı sen olacaksın.”

İmam Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, Kırklar’ı vardı, o binbir sırrın anahtarını çıkarmaya başladı. Hazreti Ali Efendimiz bütün hakikatların Pir’idir. 

Bugün sorsalar bütün tasavvuf ehlinin Pir’i kimdir bu alemde? Hazreti Ali’dir.

MANEVİ MENKIBELER – 63

FARABÎ HAZRETLERİ’NİN UD’U…

Ud, Farabî Hazretleri’nden meydana gelmiştir. Udla Hakk’a nağmeler söylemiştir.

O devrin bilginleri Farabî Hazretleri’ne dil uzattılar. Farabî, “Bu udun çalınmasının helal mi, haram mı olduğunu anlamak için bir imtihana sokalım. Şeyh’ül İslam’ın devesini on gün aç bırakın, ben bir ağaç altında ud çalarken siz bir tekne hamur getirin ve deveyi çıkarın. Eğer deve hamuru yerse, ben udu kıracağım, sizin fetvanızı kabul edeceğim. Eğer hamuru yemez, udu dinlerse, o zaman bakın müzik hayvana tesir ediyor, siz ondan daha hayvansınız” diyor.

Farabî Hazretleri, Hakk’a güzel sözler söyleyerek udu çalmaya başlıyor. Dışarı çıkartılan deve, başını kaldırıp dinlemeye başlıyor, hamura saldırmıyor. 

Rivayete göre udun sesi durduktan sonra, on dakika kadar daha deve hamuru yememiştir.

Bir Mevlevi dervişinin Allah’a karşı ibadetinin nasıl olduğunu görmek için dünyanın her yerinden binlerce kişi kilometrelerce yol katedip Mevlevihane’ye geliyor. Çünkü, ‘İslam’da saz çalınmaz, haramdır’ diye duymuşlar. Halbuki, Hazreti Muhammed, Mekke’den Medine’ye göç ettiği zaman Medine halkı, Hazreti Muhammed’i bendirlerle, kudümlerle karşılamıştır. 

Hazreti Muhammed’in bendesi Hüdavendigar Mevlana müziği korkmadan sıkılmadan kullandı. Kur’an’ın özüne sahip olduğu için hiçbir bilginin onun karşısında duracak gücü yoktu.

Beyit:

“Getir meclisimize çalgıyı, kerem sahibi ol bize karşı, kerem sahibi; hasta gönüllerin mahallesinde merhametli davran, merhametli.”

MANEVİ MENKIBELER – 62

REBABIMIN SESİ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Bütün hatipler, ‘Çalgı İslam’da haramdır’ diyorlar.”

O esnada rebab çalan Hazreti Mevlana tebessüm ederek şöyle diyor: “Benim rebabımın sesi Hakk aşıklarına cennetin kapılarının açılış sesidir; kaba sofulara da cennetin kapısının kapanış sesidir. Aşık olmadı mı biri, sağırdır.”

Rebab, dörtbin senelik bir sazdır. Peygamber Efendimizin devrinde bir rebabzen varmış. Mevta toprağa verildiği zaman gelir mezar başında rebab çalarmış. Ömer-i Faruk çıldırırmış, ‘neden bu rebab çalıyor, neden Hazreti Muhammed bir şey demiyor’ diye. Aradan zaman geçip, Hazreti Resulallah dar’ül-bekaya yol aldıktan sonra Ebu Bekir halife oluyor. 

Yine bir gün biri vefat ediyor. Cemaat dağıldıktan sonra rebabzen, kabir başına rebab çalmaya geliyor. Ömer-i Faruk rebabzenin yanına giderek, “Bir daha kabristanda rebab çalarsan ayaklarını kırarım” diyor.

Rebabzen üzgün bir şekilde uzaklaşıyor. O akşam Ömer-i Faruk’a rüyasında Hazreti Muhammed asık yüzle görünüyor, hiç yüzüne bakmıyor. Ömer-i Faruk, o günü, hüzün içinde, acaba ne yaptım diye düşünerek geçiriyor.

Ertesi gece rüyasında, Hazreti Peygamber, yine asık yüzle çıkıyor, üçüncü akşam da asık yüzlü. Ömer çok yalvarıyor, ağlıyor. 

Hazreti Muhammed, “Ya Ömer, benim tebessümlü yüzümü görmek istiyorsan git o rebab çalan zatın gönlünü al. Hakk’a yürüyen kişiler nasıl sıkıntılarla gitti, sen onları bilmezsin. O, kabir başında rebab çalarak giden kişiye ruhi gıda veriyor. Bu işlere senin aklın ermez” deyince, ertesi sabah Ömer-i Faruk hemen adamı arayıp buluyor, özür diliyor ve tekrar vazifelendiriyor.

Rubai:

“Rebab, İsrafil’in nefesiyle seslenmede, feryad etmededir.

Bu sebepledir ki, rebabın sesi, aşk ateşi ile kavrulan gönülleri diriltir. 

Onlara yeniden can verir, onları gençleştirir. 

Zamanın iyi ettiği sevgi yaraları kanamaya başlar, batıp yok olan sevdalar küçük balıklar gibi bir bir suyun dibinden yukarıya çıkarlar.”

MANEVİ MENKIBELER – 10

İşte Şah-ı Merdan…

Bütün Evliyaların Piri Hazreti Ali’dir. O, o kadar gönül alçaklığında yaşamış, zerre kadar kendine benlik vermemiş, fakirden daha fakir hayatını sürdürmüş, cesarette O’ndan cesur yok, hizmetlerde O’ndan daha çok hizmete koşan yok…

Hazreti Muhammed Efendimiz, O’na bir lakab vermişti; Ali Turab, toprağın babası; Ali Murteza, İslam’ın babası; Şah-ı Merdan, bütün mertlerin merdi, yok O’ndan mert bu alemde.

Size şu hikayeyi anlatayım, nasıl bir merttir Hazreti Ali… 

Bir Hükümdarın kızı çok güzelmiş. Hükümdarın şövalyesi, hükümdarın kızına aşık. Hükümdarın da Hazreti Ali’ye karşı buğzu çok.

Şimdi Hükümdar, Hazreti Ali’den çok korktuğu için, istemiyor Ali’yi, oralara gelmesin, bozguna uğratmasın, saltanatı elinden gitmesin. Tellalle ilan etmiş: Ali’yi yeryüzünden kim kaldırırsa, ülkemdeki şövalyeler arasından, ona hem kızımı vereceğim, onu kendime damat edineceğim, yaşamını sarayda sağlayacağım.

Aaa… duymuş bunu şimdi şövalye. Aklı hep kızda, sevgisi onda, böyle bir va’dı işitince, hemen çıkmış Hükümdarın huzuruna, demiş, “Sen sözünde durursan ben de bu başı senin uğruna vereceğim, Ali’nin başını getirmeye çalışacağım… Nerelerde bulunur bu zat? Nasıldır, nicedir?” Tanımıyor Hazreti Ali’yi. 

“Onu” demiş Hükümdar, “ya Mekke’de bulursun ya Medine’de bulursun. Orta boyludur, geniş omuzludur, korkusuz biridir.”

Atlamış atına şövalye, koyulmuş yola, çıkmış Ali’yi aramaya. Gelmiş Mekke Medine yoluna, karşısına bir yolcu çıkmış. Yolcu da Ali. Tabi tanımıyor ki Ali’yi, selam vermiş, O da selamını almış. 

“Kardeş” demiş şövalye Hazreti Ali’ye, “bir şey sorabilir miyim?” 

“Buyur” demiş, “sor.” 

“Ben buranın yabancısıyım.” 

“Belli” demiş Hazreti Ali, “ne istiyorsun, kimi arıyorsun, nereye gitmek istiyorsun?” 

“Ali isminde bir zat varmış, onunla görüşmek istiyorum, onu arıyorum.” 

Hazreti Ali demiş, “Görsen tanır mısın onu?” 

“Yok” demiş, “tanımam.” 

“Peki ne için arıyorsun onu, onunla ne alışverişin var?”

“Ben” demiş, “Hükümdarın kızına aşıkım. Hükümdar dedi ki, Ali’yi ortadan kaldıran çıkarsa ona kızımı vereceğim ve sarayda ikamet ettireceğim. Ben de düşündüm taşındım, param pulum yok. Bileğime güvenen bir insanım. Böyle bir va’d ortaya çıkınca, gideyim arayayım Ali’yi, onunla dövüşeyim, kazanırsam başını alıp getireyim Hükümdara ve muradıma ereyim.”

“Senin Ali’ye karşı var mı bir kinin?”

“Yok. Hiçbir kinim yok” demiş, “kız uğruna dövüşmek istiyorum.”

Durmuş Hazreti Ali, bakmış şövalye saf, harbi konuşuyor. E Ali de saf, tutmuş belinden çözmüş Zülfikar’ı atmış yere. Kalkanı da atmış.

Şimdi şövalye bakıyor, “Ne yapıyorsun?” demiş.

“Aradığın o Ali benim” demiş Hazreti Ali, “Çek kılıcını vur boynuma, al başımı götür Hükümdara, er muradına.”

“Ben bunu yapamam.”

“Aşkın gözü kördür, muradsız kalırsın kardeş, uçururum ben senin başını” demiş Hazreti Ali, “hadi emrime itaat et, çek kılıcı.”

Şövalye bunu görünce, “Vazgeçtim ben kızdan” demiş, “seni o kızdan daha çok sevdim. Ben böyle bir mert görmedim. Ben muradıma ereyim diye başını veriyor.”

“Peki” demiş Hazreti Ali, “ben sana o kızı alacağım.”

Hemem trak kuşanıyor Zülfikar’ı, atlıyorlar atlara, doludizgin geliyorlar Hükümdarın bulunduğu şehire. Ali bir nara atıyor, önüne geleni ortadan kaldırıyor. Şövalye de Ali’den güç alıyor, orayı bozguna uğratıyorlar. 

Ali, kızı veriyor şövalyeye, gidiyor. 

İşte Şah-ı Merdan… Ne kadar şahlar varsa, ne kadar mertler varsa, hepsinin üstünde bir merttir Hazreti Ali.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 73

“Allah adına yeminim olsun ki, seni unutamam ya Resulallah, ve seni zorda ve rahatlıkta anacağım.”

İşte size iman… Hazreti Peygamber Efendimize iman etmiş, onda görmüş Allah’ın nurunu; zorda da olsa rahatlıkta da olsa hep seni anacağım, diyor. O kadar çok sevmiş Hazreti Resulallah’ı, niye anacak ki zaten başkasını… Çünkü şekerdeki tat O, baldaki tat O, pekmezdeki tat O, bütün güzel cemallerdeki nur O, güzel sözlerde O, ne kadar güzellik varsa hepsi O. Böyle bir güzelliği bulan nasıl bırakabilir?..

İşte Hazreti Ali nasıl keşfetmiş Hazreti Muhammed’i, O’nu nasıl dile getiriyor. Hem zor durumda olsam, diyor; hem rahatlıkta olsam, kendimi boşluğa bırakmam, hep seni anarım, diyor.

Zaten mübarek, deve yavrusu nasıl annesinin peşinde hep ardı sıra koşarsa, Hazreti Ali de hep Resulallah’ın peşinden koşardı, hiç ayrılmazdı yanından. Aman Allah’ım… nasıl bir sevgi, nasıl bir iman.

Zaten iman sahibi dediğimiz zaman, o, iman ettiği yeri kendine baş etmiştir, vücuduna O’nu ruh edinmiştir. Hep O’nu zikreder ve O’nun dışına bir an dahi çıkmaz. Bir şey yapması gerektiğinde ise, ondan gören O, onun elinden tutan O ve ondan söyleyen de yine O’dur. İşte iman sahibi bu demektir. O, Hakk’ın sahibidir, Hakk’ı sahiplenmiştir. Hakk da onu sahiplenmiştir. Onlar sözde iki görünürler fakat manada birdirler. İman sahibinin her zerresinden varlığını gösteren Hakk’tır.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 72

“Sen insanoğlu, yaşamın boyunca yaşamının tek bir saati bile sana ödünç olsun verilmemiştir, tek bir anı bile senin değildir ömrünün.”

Hazreti Ali Efendimiz burada bizlere tamamen hakikati bildiriyor. Hiçbir şey bize ait değildir, hiçbir şey. Biz her zaman ne diyoruz: Her şey Allah’a aittir, her şey… Madem ki her şey Allah’a ait, o zaman haydi biz de Allah’a ait olalım, olmayalım bize ait. Peki nasıl O’na ait olacağız? İşte önümüzde örneğimiz var; biz Mevlana’yı örnek aldık, Peygamber Efendimizi örnek aldık. Sohbetlerimizde daima Mevlana’yı dile getiriyoruz, Hazreti Muhammed’i dile getiriyoruz, Ehli Beyt Efendilerimizi dile getiriyoruz. Neden? Çünkü onlar hep Allah’la yol aldılar. Onların hepsi insanlığın en üst varlıklarıdır.

Hazreti Muhammed şöyle buyuruyor; O’nu sevenlerine, O’nu kendine methiye edenlere, her yerde O’nu methedenlere, O’nun büyüklüğünü, güzelliğini, O’nun aklını, fikirlerini dile getirenlere, O’nun aklıyla akıllarını büyütenlere… “Sen” diyor, “gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerden efdalsin.” Yani çıkma benim dışıma artık, demek istiyor. Çıkma ki, zamanın boşa geçmesin.

Hazreti Peygamberin ilmi bütün kainatı kaplamıştır. Baktığımız zaman, Kur’an tamamen nurdur. Bütün dünya Kur’an’ı okudu, O’nun ilminden faydalandı ve ilerledi. Fakat maalesef biz hala Kur’an’ı ölüye okuyoruz, inmiyoruz O’nun derinliklerine. Bakın Mevlana ne diyor: “Kur’an” diyor, “baştan aşağı nurdur. Nur toprağa girmez.”

Misal olarak namazda da secdeye vardığımızda ne diyoruz? Sübhane Rabbiyel ala… Sübhane Rabbiyel ala… Sübhane Rabbiyel ala… Nedir bu sözün manası? Allah’ım, Senden güzel yok, Senden ala yok, Sen her şeyin üzerinde bir varlıksın. Sen bunları söylediğin zaman Allah da sana şöyle sesleniyor: Ey beni zikredenim, diyor, sen bu sözleri kimin kudretiyle söyledin? Allah’ın kudretiyle… Demek ki bütün bu sözler yine senden sanaydı, neden sen bu sözlerden bir ders almadın, bu sözlerin derinine inmedin? Neden bu zikirden bir fayda almadın, kendini beslemedin?

Hakikatte Allah’ın kimsenin namazına ihtiyacı yoktur, bizim Allah’a ihtiyacımız var. O da insan dışında değildir. Hazreti Muhammed’in ilk zikri, “La ilahe illallah” dır, yani cihan boş ancak Sensin Allah. Hazreti Muhammed tamamen Allah’ta fani olmuştu, O’nun her zerresini Allah kaplamıştı. O’ndan söyleyen, işiten, gören Allah’tı.

İnsanın manası hakikatte çok büyüktür, çok yücedir. Malesef insan, kendi hakikatinden, asıl kimliğinden haberdar olmadığı için kendini değersiz bir varlık olarak görür.

İnsanın kimliğini en açık şekilde söyleyen Hüdavendigar Mevlana’dır, şöyle der: “Bu kadar Allah dediniz, daha mı Allah’laşmadınız? Bu kadar Kur’an okudunuz, daha mı Kur’an’laşmadınız?”

Peki Mevlana bu sözüyle ne demek istedi? Aşkla zikrettin mi, bil ki sen yoksun, O var. Çünkü aşka girmişsin oraya aşık olmuşsun, aklını kaybetmişsin, başında akıl da, düşünce de, fikir de, O olmuş. Sen, O olmuşsun. Aşk yoksa, Allah, Allah, Allah diye zikrederken akıl başka yerde gezerse, O olamıyorsun. Kur’an-ı Kerim’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mana yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’an’laşabilir, ne de Hakk’la Hakk olabilirsin, hiçbir yere varamazsın, koca bir ömrü boşa geçirmiş olursun. Ama sevgi olursa, aşk olursa, senden kişilik gider, Hakk’ın güzellikleri sende kendini gösterir.


İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 63

“Ya İslam var olacaktır, ya da ben şehit düşerim. Damarlarımdaki kan akar, bu mertebeye ererim.”

Hazreti Ali Efendimizin bu sözü çok doğrudur. Şimdi Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Hazreti Resulullah’ın devrinde bir savaştan galip çıkarak ganimetleri aldı. Hem hükümdarın ganimetlerini hem de halkını aldı, kattı önüne yola çıktı. Ve o devirde bir Efendi’nin de çocukları sünnet olacaktı; Hazreti Ali Efendimizin parası yok hediye alsın götürsün sünnet düğününe, Hazreti Resulallah ganimetten ne verirse hediye olarak onu alıp götürmeyi düşünüyordu. Hazreti Ali Efendimiz vardığında, çocuklar çoktan sünnet olmuşlardı, Hazreti Ali Efendimiz geç kalmıştı. Hazreti Resulallah da o Efendi ile beraber çıkmışlardı yola Hazreti Ali’yi karşılamaya. Hazreti Resulullah Efendimiz baktı ki Hazreti Ali bir koyun sürüsü gibi almış insanları katmış önüne geliyor. Hazreti Resulallah, Hazreti Ali’nin o halini görünce duygulandı ve gözyaşlarına boğuldu. Sarıldılar birbirlerine, niyaz ettiler. Hazreti Ali Efendimiz, Hazreti Resulallah’ı gözyaşları içinde görünce, “Neden bu kadar duygulanıp ağladın ya Resulallah?” diye sordu, “Senden beklerdim bir sevinç gözyaşı…“ Hazreti Resulallah, “Ya Ali” dedi, “sen ne güzel bir hal ile geldin buraya. Benim ağlayışımın sebebi; bir gün gelecek mümin geçinen kişiler hepsi dinsiz olacaklar, imanlarından taviz verecekler. Ben şimdiden o günü görüyorum, o yüzden ağlamaya başladım.”

Bunlar hep olmuştur, Hazreti Muhammed’in sözleri gerçekleşmiştir. Şam Valisi iktidara geçtikten sonra İslam çok yaralar aldı. İmam Ali Efendimize, yüzlerce yıl dil uzatmışlardır hutbelerde. İmam Hasan Efendimiz neden Şam Valisine hilafeti verdi? İmam Hasan Efendimiz, Şam Valsine, “Sen” dedi, “camilerde babamın aleyhinde konuşmayı keseceksen, sana hilafeti veririm.” İmam Hasan Efendimiz istemedi kan aksın. Şam Valisi, “Söz veriyorum” dedi, ama sözünde durmadı. Ne tuzaklar kurdu İmam Hasan’a…

İslam’ın gerçek manası barıştır, kardeşliktir. Bütün Peygamberler İslam’dır; İslam’ın kemalatı Hazreti Muhammed Efendimizde tamamlanmıştır. Çok çalışmak lazım. Şimdi devir insanlık devridir, insanı insana söyleyeceksin. İnsan olursa kainata rahmettir. İkilik tohumu atanlar ne Allah katında sevilir, ne de kendi Peygamberleri sever.

Şehadetin manası nedir?.. Eşhedü en la ilahe illallah (Şehadet ederim bütün cihan boş, ancak sensin Allah) ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu (yine şehadet ederim Allah’ım, Hazreti Muhammed gibi sana kulluk edeceğim ve topluma senden söz edeceğim). İşte şehadetin manası budur. Şehadet getirdikten sonra insanın nefsinde yaşamaması lazım. Şehadet ağızdan çıkıp, kulaklar işitti mi, onun manasına inip manasında yaşaması lazım.

İMAM ALİ EFENDİMİZDEN ÖĞÜTLER – 56

“Bilgiyi iste, terbiye edin, canım sana feda olsun. Ellerim onunla üstün olur, yeter ki iyi ve güzel şeyleri iste.”

Zaten Hazreti Ali Efendimiz ne güzel buyurur; “Bana bir ilim öğretenin ben kırk gün onun kölesi olurum. İlim nerede ise git al” der.

Hazreti Peygamber Efendimiz de savaşlarda düşman askerlerini esir aldıkları zaman, onlardan ümmetine öğretmenlik yapmalarını istedi, okuma yazma öğretmelerini istedi, çünkü onların çoğu okuma yazma biliyordu. Ve böylece onları kölelikten de azad etti. Çünkü öğretmen çok mukaddes bir varlıktır. O, sana bilgi sunar.

Bakın 1400 sene geçmiş aradan ama, onların sözleri hiç eskimemiş, daima ağızlarından baldan tatlı sözler akıyor.

Ama maalesef bugün öyle değil; insanlar hep küfürde, kavgada yaşıyorlar. İnsan olanda ikiliğe düşüren sözler olmaz. İnsan olanın sözü her zaman yapıcıdır, insanları sevgiye, birliğe, kardeşliğe çağırır.

Kendini bilmeyen, kimliğinden habersiz kişilerden topluma ancak ikilik yayılır. Bir toplum ne kadar ikiliklerden uzak durursa, Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Ali Efendimizin, Pirimiz Mevlana’nın, Piran Efendilerimizin ve Evliyaullahın ilmiyle kendilerini güzelleştirirlerse, onların dilleri ile topluma çıkarlarsa, o toplum aydınlanır karanlıklardan kurtulur, özgür ve hür yaşar. Çünkü karanlık aydınlıktan korkar.

Peygamber Efendimiz ne diyor… “Ben bütün aleme rahmet olarak geldim” diyor. O’nda insan ayrımı yok, din ayrımı yok, mezhep ayrımı yok. O, iyiye de kötüye de rahmetle çıkmıştır hep. Neden? Çünkü hepsini Allah’ın varlıkları olarak görmüştür, O’nda hiç ayrımcılık yoktur.

Madem ki bizler de Müslümanız, o zaman bizim de Peygamber Efendimize uyarak, O’nun gibi topluma rahmetle çıkmamız lazım. Kavgayı, dövüşü, ikilikleri artık geride bırakmamız lazım.

Mevlana’nın çok güzel bir sözü vardır, şöyle der: “Evladım, sakın cahil ile sohbet etme, akibet başın derde girer.” Neden böyle söylemiş? Çünkü cahile kara dersin, o, beyaz der; devamlı tersini söyler.

Evet, bizim üzerimize düşen, ne kadar güzellikler varsa, onları benimsemek; ne kadar akla uygun sözler varsa, onları benimsemek; ne kadar gönüle uygun sözler varsa, hepsini benimsemektir. Eğer aklımız almıyorsa, gönlümüz almıyorsa, ruhumuz gıda bulmuyorsa, o zaman o sözleri dinlemeyeceğiz; ki zamanımız boşa geçmesin.