MANEVİ MENKIBELER – 57

HAZRETİ MEVLANA’NIN DERVİŞİ EMİN…

Hazreti Mevlana’nın Emin isminde bir dervişi vardı, tam otuz senedir yanında hizmet ediyordu ve Mevlana’nın her sohbetinin sonunda dönüp ona, “Ah benim Efendim, bugün ne kadar güzel konuştun” diyordu. 

Mevlana, ona dönüp, “Beni dinle Emin” diye cevap veriyordu. 

Camiye gidiyor, hatibi dinliyor, tekrar Mevlana’ya gelerek, “Ya Mevlana, hatib bugün çok güzel konuştu” diyordu.

Mevlana, yine ona diyordu: “Onu dinle Emin.” 

Böylece, beni dinle, onu dinle derken otuz sene gelip geçti.

Yine bir gün, Mevlana, yine yanında dervişi Emin ile birlikte bir cenazeye katıldılar. Cenaze sahipleri Mevlana’dan bir duada bulunmasını istediler. Mevlana da kaldırdı ellerini ve duada bulundu. O esnada, bütün kabirlerden eller çıktı dışarıya, hepsi amin diyorlardı. 

Emin bunları görünce birden kendini kaybetti. Hazreti Mevlana duasını bitirdikten sonra yürümeye başladı. Cemaat de onunla beraber yürüdüler. Emin geride kaldı. Mevlana, onun geride kaldığını görünce tekrar döndü Emin’in yanına, “Hadi Emin yürü yavrum, bu ne hal böyle?” diye sordu. 

Emin şaşkın bir vaziyette, “Ya Efendim” dedi, “Sen bir duada bulundun, bütün kabirlerden eller dışarı çıktı, amin dediler.”

Mevlana, çok sakin bir şekilde ona cevap verdi: “Sebep oldu bu can da hepsine beraat verdik.” 

Emin, ondan sonra artık emin oldu ve Mevlana’dan bir an dahi ayrılmadı.

Rubai:

“Ey Efendi! Söyle, köle misin? Hür müsün?.. Ey ellerini kaldırıp dua eden, isteklerde bulunan kişi istemek gücünü, dilek için kaldırdığın eli sana kim verdi? Kendi muradından, isteklerinden vazgeç de, asıl O’nu iste! Muradın yalnız O olsun.” Hazreti Mevlana

MANEVİ MENKIBELER – 56

HÜNKAR HACI BEKTAŞ-İ VELİ’NİN SARI HAFIZ’I…

Sarı Hafız da, durmadan Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin namazına niyazına karışmaktaydı. Hünkar, dönüp ona, “Benim bir kitabım vardı, onu Hazreti Mevlana’ya vermiştim, namaz kılarken aklım ona takılıyor, o yüzden namazı tam kılamıyorum. Bari sen git Mevlana’ya o kitabı iste ondan da ikimiz de rahat edelim” diye buyurdu. 

Sarı Hafız, kalktı Mevlana’nın huzuruna geldi, Efendisinin kitabını istedi. 

Hazreti Mevlana da ona şu cevabı verdi: “Ah evladım, sen onun manevi işlerine neden karışıyorsun? O bir an dahi Hakk’ın dışından değildir, o her an Hakk ile yaşamaktadır. Ben sana kitab falan vermeyeceğim, o kitab onun kendisidir.” 

Sarı Hafız, bunu duyunca koşarak geldi Efendisinin ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve o da böylece irşad oldu.

Rubai:

“Ey özden, içten haberi olmayan, dış görünüşe aldanan, madde ile gurura kapılan, aklını başına al! 

Senin ruhunda, gönlünün içinde bir dost var. Duygu senin teninin özüdür, duygunun özü ise, senin canındır. 

Fakat, tenden, duygudan ve candan öteye geçersen her şeyin yalnız O olduğunu anlarsın.” Hazreti Mevlana

MANEVİ MENKIBELER – 55

HAZRETİ ALİ’NİN KAMBERİ…

İrşatla ilgili olarak sizlere Hazreti Ali Efendimizden, Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’den ve Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’dan menkıbeler dile getireceğim… 

Hazreti Ali’nin bir Kamber’i vardı, Hazreti Mevlana’nın bir dervişi Emin vardı ve Hünkar Hacı Bektaş-i Veli’nin de bir Sarı Hafız’ı vardı. Bunların hizmet ettiklerinin kimler olduğundan haberleri yoktu, onların gerçek kimliklerini bilmiyorlardı… 

Hazreti Ali Efendimiz, Kamber’le birlikte, Mekke Valisi’ne gidip oğlunun doğumunu tebrik etmek istiyordu. Fakat Mekke’ye vardıklarında vakit geç olduğundan Valiyi rahatsız etmemek için bir handa konaklamaya karar verdiler. Mekke Valisi, Hazreti Ali’nin geldiğini duyunca onun handa konaklamasına razı gelmeyerek adamlarını gönderdi, Hazreti Ali’yi ve beraberinde Kamber’i de evine aldırdı. 

Sohbet edip birbirlerinin hal ve hatırlarını sorduktan sonra, Mekke Valisi, oğlunun hiç susmadığından, sabahlara kadar ağladığından dert yandı. Bunun üzerine Hazreti Ali, çocuğu görmek istedi, çocuğu getirdiler. Hazreti Ali Efendimiz, çocuğun Kamber’in kucağına verilmesini buyurdu. Kamber, çocuğu kucağına aldıktan sonra Hazreti Ali’ye bakarak ondan ne yapması gerektiğini buyurmasını bekledi. 

Kamber’in şaşkın bakışlarla beklediğini gören Hazreti Ali dönüp Kamber’e, “Sor bakalım çocuğa neden ağlıyormuş?” diye buyurdu. 

Kamber hiç tereddüt etmeden çocuğun kulağına eğilerek, “Efendim soruyor, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. 

Çocuk hemen dile gelerek, “Seni ağlıyorum” diye cevap verdi. 

Kamber, çocuğun cevabını aynen Hazreti Ali’ye iletince, Hazreti Ali bu sefer, “Sor bakalım niçin seni ağlıyormuş?” dedi. 

Kamber çocuğa bu soruyu sorunca çocuk ona şu cevabı verdi: “Kimin yanında hizmet ediyorsun, sen kimliğini bilmediğin için sana acıyıp ağlıyorum.” 

Bakın, Kamber o kadar sene Hazreti Ali’ye hizmet etmiş ama hala kimliğinden haberi yok. İşte, bir çocuk, Kamber’in irşad edilmesine sebep oldu.

Hazreti Ali, keremler sahibidir, kundaktaki çocuğu da konuşturur, oradan irşad eder…

MANEVİ MENKIBELER – 53

Yedi denizi cehennem haline getirin…

Bir insan, Allah’tan başkasına meylediyorsa o, aşık değildir. 

Size şöyle bir misal vereyim…

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. 

Ona, “Burası cennet-i alâdır” diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

Hak aşıklarının dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ‘Bir’den konuştular.

MANEVİ MENKIBELER – 52

Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım…

Hüdavendigar Mevlana’nın dergahında bir Ateşbaz-ı Veli vardı. Dergahın aşçısıydı ve Mevlana’ya büyük bir iman ve aşkla bağlı bir dervişti. 

Bir gün, Cenab-ı Mevlana dergahta sohbet açmıştı. Herkes onu pür dikkat dinlemekteydi. Mevlana, sohbet esnasında her ne olursa olsun sohbetin bölünmesini hiç istemezdi. Fakat mutfakta odun bitmişti ve Ateşbaz-ı Veli’nin gelen misafirlere yemek yapması gerekmekteydi. Telaşla hiç düşünmeden Mevlana’nın huzuruna geldi ve binbir özür dileyerek, “Ya Pirim Mevlana, mutfakta odun bitmiş, ben şimdi yemekleri ne ile pişireceğim?..” diye sordu. 

Mevlana bu soruyu duyunca, Ateşbaz’ı çok sevmesine rağmen, sohbeti böldüğü için, celali bir tavırla, “Git, ayaklarını odun diye yak da yemekleri öyle pişir!” diye cevap verdi. 

Mevlana’nın bu celali tavrı Ateşbaz-ı Veli’nin aklını başından aldı ve hiç düşünmeden doğru mutfağa gitti ve büyük bir teslimiyetle yere uzandı, ayaklarını ocaktaki tencerenin altına koydu. Ayaklarından çıkan ateşle yemekleri öylece pişirdi, ama bir zaman sonra tenceredeki yemeğin suyunun bittiğini farkedince kendine geldi. Bir de baktı ki ayaklarından ateş çıkıyor, hemen yerinden kalktı ve bir “Allah” bağırdı. Akla düştüğü için de sol ayağının baş parmağı ateşten yandı ve kötü bir hal aldı. Sol ayak parmağındaki yanıktan kimse görüp de tiksinmesin diye de yemekleri ikram ederken sağ ayağıyla sol ayağının üzerini kapadı. 

İşte Mevlevilikte dervişlerin niyaz ederlerken sağ ayaklarıyla sol ayaklarını örtmeleri bu yüzdendir ve teslimiyeti simgeler. Bir insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık kendine ait birşey kalmaz ve ondan varlığını gösteren iman ettiği yer olur. 

Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yani diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kainat ona hizmettedir. 

Fakat bu yere akılla varılmaz, insan akla düştü mü, acaba mı nasıl mı neden mi niçin mi, diye sorgu sual etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, akla düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren insanın nefsidir. 

Teslimiyetin manası nedir? Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım, demektir. Bu durumda mademki kainatı Allah yarattı, mademki bütün kainat O’na hizmettedir, o zaman ne ateş ne de başka bir şey sahibine zarar vermez, hepsi saygıda dururlar, saygıda bulunurlar.

MANEVİ MENKIBELER – 50

Yetmişiki milletle beraberim…

Hüdavendigar Mevlana, bir gün bir toplulukta dedi ki: “Ben yetmişiki milletle beraberim.” Mevlana’nın bu sözünü duyan bilginler toplandılar, aralarında konuştular, dediler ki: Bu yetmişiki millet arasında kafir var, putperest var, küfürbaz var, İsa’ya tapanlar Musa’ya tapanlar var. Mevlana nasıl olur da yetmişiki milletle beraberim der. Ve karar verdiler, aralarından birini Mevlana’ya gidip, bu soruyu kendisine sormak üzere gönderdiler. Ve eğer yine yetmişiki milletle beraberim derse, kabul ederse, o zaman ağzına gelen ne kadar çirkin söz varsa hepsini Mevlana’nın yüzüne söyle, dediler. 

Adam geldi Mevlana’nın huzuruna, selamlaştılar, adam sordu Mevlana’ya, “Ya Mevlana, sen şöyle bir söz sarf etmişsin; yetmişiki milletle beraberim, demişsin. Bu söz doğru mudur? Bu sözü sen mi söyledin?” 

Mevlana, “Evet doğrudur, ben söyledim, aslı vardır” dedi.

Adam Mevlana’nın cevabını duyar duymaz başladı söylenmeye, ağzından gelen bütün çirkin sözleri söyledi.

Mevlana sadece dinledi, adamın hiçbir sözüne bir cevap vermedi. 

Adam söylendi söylendi en sonunda durdu. 

Mevlana, küfürbaza dönüp sordu, “Bitti mi konuşman?”

Adam dedi ki, “Bitti.” 

O zaman Mevlana adama şu cevabı verdi: “Hem seninle beraberim hem de söylediklerinle beraberim.” 

Yani demek istedi ki, senin gibi olsam senin gibi konuşurum, ama senin gibi olmadığım için sadece dinliyorum. 

Adam Mevlana’nın bu sözlerini işitince biraz düşündü. Alim olduğu için Mevlana’nın ne demek istediğini anladı ve hemen Mevlana’nın ellerine kapandı öptü ve bağışlamasını diledi. 

Bakın Mevlana bu davranışıyla küfürbaz adamı da kazanmış oldu. 

Ağzından bir tek çirkin söz çıktı mı sen kirlenmiş sayılırsın. Bu ağız ancak güzel söz söylemek için vazifelidir. Zerre kadar küfür, kavga, çirkin söz için değildir. Fakat maalesef insanlar derin düşünmeden bilgisizce sözler sarf ediyorlar. 

İslam olmak kolay değildir. İnşallah her birimiz Hazreti Muhammed Efendimize, İmam Ali Efendimize, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’ya ve Piran Efendilerimize layık güzel insanlar oluruz.

MANEVİ MENKIBELER – 49

Ben bir ney’e benzerim…

Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını, bütün hakikatleri Ali’ye verdi. 

Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. 

Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi. İşte o kuyuda daha sonra bir kamış meydana geldi. 

Veysel Karani Hazretleri, develerini otlatırken, develeri susayınca onları o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı. 

Ney nefeslendiği zaman neyden yanık sesler çıkar. Ney, Mevlevilikte nefih, yani hayat veren manasına gelir.

Cenab-ı Mevlana buyurur: “Ben bir ney’e benzerim, 72 millet sırrını benden öğrenir.”

Bütün Evliyaların Piri İmam Ali Efendimizdir, hepsinin Şah’ıdır. Bütün hakikatler bu dünyamıza ne geldiyse İmam Ali Efendimizin dilinden meydana gelmiştir.

MANEVİ MENKIBELER – 48

Sen sandığa girmezsin, ben de girmem…

Zamanın birinde bir padişah varmış, halk onu çok seviyor ve çok sayıyormuş. Padişah hastalanmış ve bu alemden göç etmeden önce kölelerini mükafatlandırmak istemiş ve onları huzuruna çağırmış. 

Hepsi huzuruna gelmişler, onlardan mücevher sandığını getirmelerini istemiş. Sandıkta padişahın çok kıymetli mücevherleri varmış. Sandığı getirmişler. 

Padişah, onlardan, sandığın içindeki mücevherlerden diledikleri kolyeyi almalarını istemiş ve “Alın ki” demiş, “bana hakkınızı helal edin.” Onları bu şekilde mükafatlandırmak istemiş. 

Köleler çok sevinmişler, hepsi birer kolye beğenmişler ve seçip almışlar. 

Fakat kölelerden biri kolyelerden almayıp, atlamış padişahın boynuna sarılmış. 

Padişah, “Neden boynuma sarıldın, sen sandıktan bir kolye almayacak mısın?” diye sormuş.

 Köle, “Hayır” demiş, “ben seni istiyorum, hem bu cihanda hem öbür cihanda…” 

Padişah, “Neden?” diye sormuş. 

Köle şu cevabı vermiş, “Bir gün gelecek ben de Hakk’ın rahmetine ulaşacağım, yine boynumdaki kolye bu sandığa girecek. Ama demiş sen sandığa girmezsin, ben de girmem…”

Aşık, her an maşuku ile birliktedir…

MANEVİ MENKIBELER – 47

Nizam-ı alem bozulur…

Peygamber Efendimiz, barışın ve kardeşliğin en yüce varlığıdır. O, hiçbir zaman hiçbir varlığa karşı kötü bir duygu beslememiş ve hiçbir zaman bir bedduada bulunmamıştır; O, her zaman herkes için en güzelini dilemiş ve dualarda bulunmuştur. 

Hatta Taife halkı tarafından taşlanıyorken bile, içindeki Rabbi kendisine, “Ya Muhammed, sana yapılan bu hakaretlere tahammül edemiyorum; dile benden ne dilersen, bu kavimi bir anda helak edeyim” diye seslendiği halde Hazreti Peygamber Efendimiz, Rabbinin bu seslenişine karşılık olarak ellerini havaya kaldırmış ve şu yalvarışta bulunmuştur: “Ya Rab! Ben bu alemi yok etmeye gelmedim, ben onları var etmeye geldim. Sen mademki benden bir dilekte bulunmamı istiyorsun, o vakit bu kavime hidayet ver de beni anlasınlar…” 

O esnada, Taife halkı, Peygamber Efendimizin kalçalarına, omuzlarına taşlar atıyorlardı, hatta bir taş da alnına isabet etmiş ve alnını kanatmıştı. Fakat Hazreti Peygamber Efendimizin bu duasını duyduklarında şaşkınlık içinde durakladılar ve yaptıklarından pişmanlık duydular. 

Peygamber Efendimizin amcası Hazreti Hamza, koluna girerek O’nu bir derenin başına götürdü ve alnından, yanaklarından akmakta olan kanı suyla yıkamasına yardım etmek istedi. Fakat Hazreti Peygamber amcasını durdurarak, “Ya Hamza, benim şefkatli amcam, eğer benim yüzümden akan bu kanların bir damlası bu suya karışacak olsa bütün denizler, okyanuslar coşar ve nizam-ı alem bozulur. Bırak bu kan benim üzerimde kurusun…” 

Bu olaydan şunu anlamamız gerekiyor ki, Hazreti Peygamber Efendimiz her ne kadar bir beşer sıfatında sanki bizlerden biriymiş gibi görünse de hakikatte tamamen manevi hidrojendi. 

O, kendisine yapılmış onca hakaretlere rağmen bir an olsun isyanlara düşmemiş ve daima insanlara şefaatte ve dualarda bulunmuştur.

MANEVİ MENKIBELER – 46

Bana aşkını söyle…

Bir gün Yunus Emre Hüdavendigar Mevlana’yı ziyaret etmek istiyor, yola çıkıyor. Bir gece vakti Konya’ya varıyor. Mevlana’yı gül bahçesinde buluyor. Yunus Emre, gül bahçesine daha girer girmez, Mevlana’nın arkası dönük olduğu halde ona, “Hoş geldin ya Yunus” diyor. O da “Hoş bulduk” diyor. Bakın aralarında perde yok. Cemal cemale geliyorlar, musafa yapıyorlar. Yunus Emre, Mevlana’nın oğlu yaşında. 

Mevlana sesleniyor, “Ey Yunus, bana aşkını söyle!” 

Yunus Emre başlıyor aşkını dile getirmeye, bir sürü güzel beyitler dile getiriyor. 

Mevlana’nın çok hoşuna gidiyor, yine diyor, “Bir daha söyle… bir daha söyle…” 

Sabaha kadar Yunus Emre’yi söylettiriyor. Sabah ezanı okunuyor, namazlarını eda ediyorlar. 

Sonrasında Yunus Emre’nin gözüne rahlenin üzerinde duran Mesnevi ilişiyor. Okumak için izin istiyor Mevlana’dan, o da veriyor. Yunus Emre alıyor eline Mesnevi’yi, okumaya başlıyor. Biraz okuyor ve bakıyor ki sözlerde çok mana var, Mesnevi 6 cilt… “Ya Mevlana” diyor, “İnsan ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya.” 

Yunus Emre tabi çok saf, çok temiz… 

Mevlana ona dönüp şöyle buyuruyor: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün. Herkesi kendin gibi sanma…” 

Bakın, Mevlana nasıl bir yücelik veriyor Yunus’a bu sözleriyle… 

Herkes Mesnevi’yi okuyup geçiyor ama içindekileri manaları tam olarak göremiyor. 

Yunus Emre’nin Divanı da Mevlana’nın sözleri sayılır, çünkü çok etkilenmiştir Mevlana’dan, O’ndan feyizlenmiştir.