MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE…(157)

Sultan Veled Hazretleri diyor ki: “Bir gün babam Hüdavendigar Mevlana, bana, ‘Bahaeddin, gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. Allah’ın sevgisini de, O’nun aziz olan isimleriyle elde etmek mümkündür. Nitekim Allah, ‘Ey kullar, kalbinizde safa hasıl olması için, daima beni anmaktan geri kalmayın. Safa ne kadar çok olursa, Allah’ın nurunun parlaklığı da o nisbette çok olur’ buyurmuştur.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, tabii ki çok doğru söylemiş ve yine başka bir yerde de şöyle buyurur: “Aşıkların en zengin varlığı gecedir.” Çünkü gece oldu mu herkes dinlenmeye çekilir, uykudadır. Aşık o sırada uykuyu terketmiş, zikire koyulmuştur. O zikirler hiçbir zaman boş kalmaz, gün gelir yüzünü gösterir. O, yüzünün güzelliğini gösterdi mi, artık aşık o güzelliği kolay kolay kimseyle paylaşamaz. Ancak kendi gibi bir aşık bulursa onunla konuşur, birbirlerinde hasbuhal ederler.

Şeyhim Hakkı Dede, selam olsun üzerine, bir mürid gelip ona, “Ben rüyamda Peygamberi gördüm” dediğinde, “Oğlum, sen hayal görmüşsün” derdi. Çünkü bunu söyleyen bir mürid, şeyhinin dışına çıkmış demektir. Eğer rüyasında, şeyhi müride o mukaddes zatları gösteriyor olsaydı, yani şeyhinin rehberliğinde Peygamber Efendimizi görmüş olsaydı, o zaman o rüya, rüya olmaktan, yani hayal olmaktan çıkar mana olurdu, gerçek olurdu. Bir mürid, böyle bir mana görürse, artık o manayı ömrünün sonuna kadar unutamaz, hep o güzellikte kalır.

“Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık, artık gözün keskindir.” (Kaf, 22)

Eğer mürid, sıdk-ı bütün bir imanla şeyhine bağlanmışsa, müridin gördüğü manayı aynı zamanda mürşidi de görür.

Mürid de, mürşidinin manalarını görür ve beraber seyir ederler, akılların almayacağı güzellikleri beraber yaşarlar. Ve bu güzellikler günlerce, haftalarca, aylarca aynı şekilde zuhur etmeye devam ederse, şeyhi müridine soyunur, yani mürid artık mürşidi olur, aralarında hiçbir perde kalmaz, ikilik kalkar, artık bir olurlar, bir okunurlar.

“Allah da, ‘Her ikinizin de duası kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta devam edin ve sakın bilmeyenlerin yolunda gitmeyin’ dedi.” (Yunus, 89)

“Çifte ve teke andolsun ve ışırken geceye.” (Fecr, 3-4)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (156)

Bir müridin manevi derecesi mürşidine olan inancının derecesi kadar mıdır?

Evet, çok doğru. Biz isteriz ki, hepsinin derecesi aynı olsun. Ama çalışmadan olmaz, müridin kendisini tamamen vermesi lazım, istemesi lazım. Sadece bizim vergilerimizle olmaz.

“Bana bir adım gelene ben on adım giderim, bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim.” (Hadis-i Şerif)

Bizler insanlık tohumunu ekiyoruz, ama müridin de o tohuma bakması, büyütmesi lazım. Eğer çalışılırsa, gün gelir o tohumdan yine bir suret doğar. Hayat nefesledir, hiçbir şeyi boşvermemek gerek. İnsana boşverme yoktur, daima çalışmak vardır.

“Gerçek şu ki: İman edip iyi işler yapanlara gelince, elbette biz iyi iş yapanların ecrini zayi etmeyiz.” (Kehf, 30)

Hazreti Peygamber Efendimizin, selam olsun üzerine, bir ismi de Muhammed Cabbar’dır.

Cenab-ı Pirimizden bir örnek verelim: Hazreti Mevlana’yı bir gün misafirliğe davet etmişler, o da icabet etmiş ve gitmiş. Fakat muhabbet uzamış, ev sahibi Mevlana’yı bırakmak istememiş ve kalmasını istemiş. Hazreti Mevlana da kalmış. Evsahibi, Mevlana’ya yatak hazırlamış ve O’nu buyur etmiş. Hazreti Mevlana, teşekkür etmiş ve ev sahibine artık istirahate çekilebileceğini söylemiş. Fakat ev sahibi Mevlana yatmadan istirahete çekilmek istememiş ve bir kenara çekilerek Mevlana’yı izlemeye koyulmuş. Hazreti Mevlana, birkaç rekat nafile namazı kılmış ve tefekküre oturmuş, sabaha kadar da başını yastığa koymamış. İyi ama… Evsahibi bitkin ve yorgun bir halde, Mevlana ise zinde bir halde, yorgunluktan bir eser yok. Evsahibi, Mevlana’yı öyle görünce sormuş: “Ya Mevlana, hiç dinlenmeye çekilmediniz, neden?” Hazreti Mevlana, ona şu cevabı vermiş: “Efendi, kainat uykuda, eğer ben de uyursam bu cihanın hali nice olur…”

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki herşey, yerdeki herşey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Onlar, O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O yücedir, büyüktür.” (Bakara, 255)

İşte bunların hepsi manevi birer mesajdır bizlere. Ama hiç çalışmadan ilerlemek isteniyor, olmaz. İnsanın önünde sayısız perdeler vardır, çalışmadan o perdeler kalkmaz. Bütün nefsani arzular giderilmiş, o arzular arasında Allah’ı görmek isteniyor. O’nu görmek, bu şekil olacak şey değildir.

Bakın Mevlana’mız bir kasidesinde bizlere, miskince bir yerde oturup kalmamayı, çalışıp çabalamayı, çalışkan olmayı, şu beyitleriyle tavsiye ediyor ve diyor ki:

“Eğer ağaç hareket etseydi, yani bir yerden başka bir yere gidebilseydi, ne testere eziyetini çeker, ne de çeşitli işlerde, çeşitli yerlerde kesilir, biçilir, cefalar çeker, yaralanır, berelenirdi.

Eğer güneş ve ay, dönüp durmasalardı, sağır kayalar gibi oldukları yerde durabilselerdi, ne güneş ışıklar saçarak dünyayı aydınlatır, ne de ay ışığı geceleri hoş bir şekilde nurlar saçardı.

Fırat, Dicle ve Ceyhun nehirleri akıp durmasalardı; deniz gibi bir yerde takılıp hareketsiz kalsalardı, kokarlar ve acırlardı.

Deniz suyu yolculuğa çıktı. Önce buhar halinde havaya yükseldi, orada bulut oldu. Acılıktan kurtuldu, helvaya döndü.

Bak da gör, Yusuf (a.s.) babasının kucağından ayrıldı. Yolculuğa çıktı. Ta Mısır’a kadar gitti de orada eşsiz bir makama ulaştı.

Şunu da gör ki: Ahmed (s.a.v.) Mekke’yi bıraktı, Medine’ye hicret etti; sonra ordu çekti, gelip Mekke’yi zabtetti.

Hazreti Muhammed mi’rac gecesi Burak’a bindi, yola çıktı. Hakk’a manen yaklaştı, yakınlaştı, aralarında iki yay kadar bir yakınlık kaldı, hatta daha da yakına vardı, makamını buldu.

Usanmasaydın, bıkmasaydın dünyadaki misafirleri, yola düşmüş yolculuğa çıkmış erleri birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayardım.

Birazını gösterdim, birkaçını saydım. Geri kalanını sen bil, sen öğren. Kendi huyundan, Hakk’ın huyuna ulaş!..”

 

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (155)

Sultan Veled Hazretleri buyuruyor ki: “Mertlik başkalarıyla savaşmak değildir. Asıl mertlik ve Rüstemlik kendi nefsiyle savaşmaktır. Sen bir insanı sevmediğin zaman onu, sövmek, kötü konuşmak, korkutmak gibi şeylerle evinden uzaklaştırabilirsin. Eğer bunu başaramazsan, o evi boşaltır, çıkar başka bir eve gidersin.” Cenab-ı Mevlana da diyor ki: “Eğer o seni sıkıyorsa, kalk git. O senin ayağını tutmuyor ya…” Bizlerin, kendimizi sıkan düşünce ve fikirlerden uzaklaşma imkanımız varken, bir türlü uzaklaşamıyoruz ve onları kafamızdan çıkartıp atamıyoruz. Ne yapmalıyız?

Evet, malesef bizler bu düşüncelerden arınamıyoruz ve bu düşünceler bizlere fayda vereceğine zarar veriyor.

İnsanı bu karamsar düşüncelerden kurtaracak en etkili ilaç, imandır. Eğer kişi, kalbinin en üst mertebesini iman ettiği yere verirse ve kendi aklını bırakıp, iman ettiği yerin aklını başına koyarsa, o kişide artık hiçbir karamsar düşünce olmaz. Bu karamsar düşüncelerin sebebi tamamen iman zayıflığıdır. Bir kişide karamsar düşünceler varsa, dili ile iman ettiğini söylüyor ama demek ki kalbine tam manasıyla yerleşmemiş demektir.

“Allah’ın, göğsünü İslam’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalbleri katı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.” (Zümer, 22)

Yine Cenab-ı Mevlana’dan misal verelim: Hazreti Mevlana, Şems Hazretlerinden önce, babası Sultan’ül-Ulema Hazretlerinin eğitimde yetişti, ondan bir sürü ilim tahsil etti. Fakat ne zaman ki Şems ile buluştular, Mevlana’da büyük bir değişiklik zuhur etti, bambaşka bir Mevlana oldu. Ne yaptı? Camiyi terketti, vaaz vermeyi bıraktı ve kendini tamamen sevgiye, aşka, muhabbete verdi. Böyle olunca herkes Şems-i Tebrizi Hazretlerine düşman oldular, dedikodu çıkardılar, hatta bir gün Hazreti Mevlana’nın kapısına dayandılar. Mevlana, kalkıp kapıyı açmak istedi, ama Şems onu durdurdu ve, “Dur Mevlana, onlar seni değil, beni istiyorlar” dedi. Sonra gitti kapıya gelenlere, “Buyrun ne istiyorsunuz?“ diye sordu. Onlar da, “Hocamızı istiyoruz” dediler. Bunun üzerine Şems, “Güzel, fakat hediye olarak ne getirdiniz ki, ben de sizlere hocanızı vereyim?” diye sordu. Hepsi şaşırdı, hiçbir şey diyemediler. İçlerinden biri, “Peki sen ne getirdin?” diye sorunca, Şems onlara şu cevabı verdi: “Ben ona başımı verdim…”

Bizler, malesef lafta başımızı veriyoruz, lafta teslim oluyoruz, lafta iman sahibi oluyoruz. Hal böyle olunca, bir de bakıyoruz ki, kafalarda yine karamsar düşünceler meydana geliyor.

Tasavvuf ehline ne derler? Erenler. ‘Eren’ dediğimiz zaman, eren kişinin erdiği yerden konuşması lazım. Bugün, erdim, diyorlar ama, sohbet edince bir de görüyoruz ki, başka yere ermişler. Netice itibariyle, kişi iman sahibi olmadan, karamsar düşüncelerden kesinlikle kurtulamaz.

“İşte onların ilimden ulaşabildikleri nokta! Şüphesiz senin Rabbin, yolundan sapanı daha iyi bilir. O, hidayete ereni de daha iyi bilir.” (Necm, 30)

“Andolsun ki, biz içinizden cihad edenlerle, sabredenleri ortaya çıkarıncaya ve yaptıklarınızla ilgili haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi deneyeceğiz.” (Muhammed, 31)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (154)

Peygamber Efendimiz, yağmur yağdığında başını açıp yağmurun altında dururmuş. Ona, neden böyle durduğunu sorduklarında da şu cevabı vermiş: “Çünkü yağmur Allah’ın katından yeni gelmektedir.” Peygamber Efendimiz, aynı zamanda iftarını açarken taze hurmayı tercih edermiş. Yani Peygamber Efendimiz, yeni yaratılana ilgi gösteriyor, sizce bunun hikmeti nedir?

Hazreti Peygamber Efendimiz, bazen yolda Ayşe Yengemizle yürürken yağmur yağarmış. Peygamber Efendimiz hiç başını örtmezmiş, ama hiç de ıslanmazmış. Ayşe Yengemiz ise kendini korumaya aldığı halde ıslanırmış. Bir gün Peygamber Efendimize sormuş: “Ya Resulallah, yağmur yağıyor, ben ıslanıyorum ama sen hiç ıslanmıyorsun. Bu nasıl oluyor?” Peygamber Efendimiz ona şu cevabı vermiş: “Ya Ayşe, sen akıl gözüyle baktığın için ıslanıyorsun, oysa ben o gözle bakmadığım için yağmur bana nur olarak görünüyor, öyle gördüğüm için de ıslanmıyorum.”

Yani o yağmur suyu bile Hazreti Muhammed’e varmadan nur haline geliyor, ona zarar vermiyor.

“O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye layık olandır.” (Şura, 28)

Taze hurma yemesine gelince; zaten Peygamber Efendimiz, herşeyin tazesini yemek istermiş, bayata meyil etmezmiş. Yani hurmanın da, ekmeğin de, meyvenin de tazesini severmiş. Tabii ki, taze olan her zaman bayat olandan daha ziyade sevilir.

Peygamber Efendimizin şöyle bir sözü de vardır: “İki günü bir olan benden değildir.” Yani demek istiyor ki: Bugün güzel bir halde yaşadın, ama öyle kalma. Yarın daha güzel bir halde yaşa. Eğer o halde kalırsan ve kendini daha güzel bir hale sürüklemezsen, sen benden değilsin.

“Hurma ağacını kendine doğru silkele ki sana taze hurma dökülsün.” (Meryem, 25)

Hazreti Peygamber Efendimiz, hiçbir zaman tembelliğe, müsrifliğe yer vermemiştir. Cenab-ı Mevlana da şöyle buyurur: “Benim tezgahımda eski mala yer yoktur, daima yeni mal üretiriz.” Başka bir yerde de diyor ki: “Cancağızım, bugün seninle çok güzel muhabbet ettik ama, eğer yarına varsak yarına göre konuşalım. Bugünün muhabbetini yarın yapmayalım.”

“Göklerde ve yerde bulunanlar, herşeyi O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilahi tasarruftadır.” (Rahman, 29)

Fakat malesef genelde hep geçmişten konuşulur, gelecekte neler yapılması gerektiği pek konuşulmaz. Oysa büyüklerimizden bizlere kalmış olan çok değerli sermayelerimiz var. Biz bu sermayeleri çoğaltırsak, yani Hazreti Muhammed Efendimizin, Hazreti Mevlana’nın ve diğer büyüklerimizin bizlere bıraktıkları sermayeleri sahiplenir, onlardan faydalanır ve çoğaltırsak, o zaman onlar bizlerden hoşnut olur ve bu şekilde topluma da faydamız dokunur.

Ama eğer o sermayeleri bilgisizce saçıp savurursak, gün gelir iflas ederiz. Neden? Çünkü öylesine dinledik, bir kulağımızdan girdi, öbür kulağımızdan çıktı, o sermayeleri özümüzde benimsemedik, onların güzelliklerini kendimizde ruh edinmedik ve böyle olunca da haliyle ne kendimize ne de topluma bir faydamız dokundu, boşa yaşadık, koca bir ömrü boşuna geçirdik. Ama olan yine bizlere olur, onlara hiçbir şey olmaz. Biz burada tezgahımızı açıyoruz, alan alır, faydalanır; almayan kendisi bilir. Biz bugün toplarız tezgahımızı, yarın başka bir yerde yeni bir tezgah açarız.

“Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin ta kendisidir.” (Zümer, 18)

Demek istediğim şu ki; elimizde olanla yetinmeyelim, devamlı yeni şeyler üretmeye bakalım, elimizde olanı çoğaltalım, bilgisizce tüketmeyelim.

Şems-i Tebrizi Hazretleri şöyle buyurur: “Mevlana’nın bugünkü sohbetlerine kanmayın. O’nun daha derinlerine inin, göreceksiniz ki O’nda daha ne güzellikler var.”

“Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene, Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın ayetlerini az bir değere satmazlar. Onlar var ya, işte onların, Rableri katında mükafatları vardır.” (Al-i İmran, 199)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (153)

A’raf suresinin 143. ayetinde, Hazreti Musa diyor ki: “Rabbim bana kendini göster.” Cenab-ı Hakk da ona: “Sen beni göremezsin, ya Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak” diye cevap veriyor ve Cenab-ı Hakk, dağa tecelli edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: “Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.” Hazreti Ali Efendimiz de, “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem” diye buyuruyor. Cenab-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?

Hazreti Musa, selam olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelamullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selam olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali’nin nefsinden birçok güzellikler dinlemiştir. Daha sonra büyüyüp kemalata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti.

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır (Al-i İmran, 46)

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (En’am, 50)

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nurunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenab-ı Allah, nurunu ona, bir dağa tecelli ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecelli karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her an Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir an olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hatta her an O’na canını vermeye hazırdı.

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakikaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musibet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nisa, 72)

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti.

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelamını okuyanlara andolsun ki, sizin ilahınız gerçekten bir tek ilahtır.” (Saffat, 4)

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffat, 165)

Hazreti Ali’nin bir lakabı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakikatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.

“La feta illa Ali, ya seyfe illa Zülfikar.” (Hadis-i Şerif)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (152)

Kur’an kesilmeyen daimi vahiydir. O, eskimeyen yenidir, deniliyor. Yani Kur’an-ı Kerim, devamlı yenileniyor. Ne dersiniz?

Şöyle misal vereyim: Bir ustaya, ama gerçek bir ustaya, bir hamur verdiniz mi, o usta o hamurdan sayısız suretler meydana getirir. Yani simit yapar, poğaça yapar, börek yapar… Hepsinin ana maddesi nedir? Hamur. Pekala, aynı hamur usta olmayan birinin eline geçse, o ne yapar? O da sadece ekmek yapar, çünkü işlemesini bilmez.

“O, göklerdeki ve yerdeki her şeyi Kendi katından bir nimet olarak sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.” (Casiye, 13)

Kur’an, Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden suret bulmuştur. Her zaman diyoruz: Eğer Hazreti Muhammed’in sadece dışına bakılırsa, bir yere varılmaz, O’nun dış kısmı bizler gibi görünür. Ama O’nun içi, yani hakiki yüzü, nur ala nurdur. O, hakiki yüzünü gösterirse yer gök yerinden oynar. Başta güneş, ay, yıldızlar ve bütün varlıklar O’na rücu ederler. O’nun yüzü bu sebeple örtülüdür.

“Bu Kur’an, insanlar için kalb gözlerine bir nur, kesin olarak inanan bir toplum için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Casiye, 20)

Ashabı, kendisine kıyameti sorduklarında, bu yüzden onlara, “Kıyametin büyüğü benim. Ben eğer yüzümü açarsam, işte o zaman kıyamet kopar size. Çünkü siz beni kendiniz gibi görüyorsunuz” diye cevap vermiştir.

“Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vakti geldiğinde ancak O ortaya çıkaracaktır.” (A’raf, 187)

İsmi üzerinde, Kur’an-ı Kerim, yani kurdu bir an ve kerametlerle doldurdu. Peki kimden çıktı bu güzel bilgiler? Hazreti Muhammed Efendimizden. Neydi Hazreti Muhammed’in ilmi? Sevgi. O’nun okuma yazması yoktu, fakat her neye baktıysa sevgi ile baktı ve bütün varlıklar hal diliyle O’na kimliklerini söyledi.

“Ey Muhammed! De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği Peygamberim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde o ümmi Peygambere iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’raf, 158)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (151)

Kur’an-ı Kerim, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?

Bütün bu kainatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’an-ı Kerim’de insanlık alemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mana ehli, Kur’an-ı Kerim’i ne kadar tefsir etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu alemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kainattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misal olarak, İsmail Hakkı Ankarevi, kendisi çok büyük bir alimdi, Fatiha suresine mana vermeye kalkmış ve üçyüz küsur sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fatiha’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lazım gelir ki, tüm kainatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fatiha suresinin sadece bir ayetinin bile ne kadar derin manası var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim ya Rab, bütün alem senin…” (Fatiha, 1)

 

Kur’an okumak insanlara şifa verir mi, ya da tekamül ettirir mi?

Kur’an-ı Kerim, hakiki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kamil istersen, Hazreti Kur’an yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nar-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’an dışı değildir. Kur’an-ı Kerim’in her bir harfi nurdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifa ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’an geldi.” (Yunus, 57)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (150)

İnsanın, altı cihette Cenab-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenab- ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehri zikir, sesli zikredilir. İkincisi hafi zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbi zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakikatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

Allah’ı her yerde görmek ancak aşığa mahsustur. Çünkü aşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü aşığın her zerresini Maşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (En’am, 36)

 

Peygamber Efendimiz, Mirac’a çıktığında O’na dediler ki: “Muhammed, sen çekil, şimdi senin Rabbin namazda.” Yani, senin Rabbin zikirde, senin ruhun zikirde… En büyük zikir budur, değil mi?

Hazreti Muhammed Efendimizin her zerresi Hakk’a aittir. O, eğer derse ki, “Ben zikrediyorum”, ikiliğe düşmüş olur. Hakikatte kendisi O’dur. Şöyle bir misal verelim: Hazreti Peygamber Efendimiz, bir gece namazdan sonra nefsine ızdırap vermek istiyor ve sağ ayağı üstünde bir müddet duruyor. Sonra bir müddet de sol ayağı üstünde duruyor. Böylece nefsine ızdırap veriyor. Bir zaman sonra Allah’tan bir nida geliyor: “Ey benim Habibim Muhammed! Hani sen beni çok seviyordun?” Hazreti Muhammed, “Evet” diyor, “Seni çok seviyorum.” Yine Allah, O’na şöyle sesleniyor: “Hem beni çok seviyorsun, hem de bana ızdırap veriyorsun.” Hazreti Muhammed, “Nasıl sana ızdırap veriyorum?” diye soruyor. Allah, “Tek ayak üstünde duruyorsun ya, bana ızdırap vermiş oluyorsun. Sen ne sıkıntı çekiyorsan, aslında ben çekmiş oluyorum” diye yanıtlıyor.

Aynısını Ebu Müslim yapmaya kalktı, ona da Cenab-ı Hakk’tan şöyle bir ses geldi: “O şeref Habibime aittir, sen gece gün tek ayak üstünde kalsan, o şerefe nail olamazsın.”

Hazreti Mevlana’nın bir kasidesine kulak verelim…

“Senin aşkının gamzesi, bakışı taç, taht sahibi bir padişaha bile bir arpa kadar değer vermez. Bir ihtiyaç sahibini, aşka susamış birini görünce onu gönlüne alır.

Aşık, sevgilinin ayakları altına atlaslar, ağır ipekli kumaşlar döşemek için ciğerinin kanı ile atlas yaygılar, ipek kumaşlar dokur.

Aşk, güzellik padişahının damına çıkılacak bir merdivendir. Sen gel de Miraç hikayesini aşığın yüzünden oku!

Meyve, nasıl ağaçta biter, olgunlaşırsa, aşık da asılma ile, ölümle yaşar. 0nun için meyve zamanında bahçeye gel de yüzlerce Hallac’ı darağacında asılmış gör.

Aşk, gönül şehrini her zaman yağma eder durur da aşık onun için dağınık, sözler söyler.”

Hazreti Mevlana’nın bahsettiği “Mirac hikayesi”, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsirinin 3151. sayfasında geçen şu beyti hatırlattı: “Renk aleminden mücerret olan Mi’rac hikayesini, ben bi-dile, yani vecde müstağrak olmuş bayılmış olan bana sorma. Katre derya oldu. Bilmem ki, Peygamber ne oldu? Ancak bu makam tefekkür edilirken hulul ve imtihan şaibelerinden sakınmak tenzihinden asla gaflet etmemek gerek.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (149)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Cenab-ı Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misali, diri ve ölü gibidir.” Ve bir gün de Ashab-ı Suffe’sine, “Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?” diye soruyor. Onlar, “Evet, ya Resulallah” deyince de, “Allah’ı zikretmek şehadetten de üstündür” diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenab-ı Resulallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?

Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakikatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Ta Ha, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir alimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü Alim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (A’raf, 63)

Bir Allah aşığının, yani Hazreti Muhammed’in aşığının da ruhu ve bedenindeki o ışık, o nur da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nurudur. Hazreti Muhammed, bütün nurunu aşığında gösterirse, haliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa, 69)

Bakın Hazreti Mevlana bir kasidesinde ne güzel bir dil sarfediyor ve diyor ki:

“Senin sevgin, can ırmağında ab-ı hayat gibi akmadadır! Aslında, ab-ı hayat bile sana gönül vermiş de, can ırmağında senin aşkınla akıp durmada, seni aramadadır!

Dünyada gördüğümüz, bildiğimiz bütün kuşlar, ötüşleri ile seni övmedeler, seni zikretmedeler! Kuşların adı geçince, gönül kuşum da uçmaya başlar!

Onların ötüşlerini duyarak, zikirlerini sezerek hoş bir halde, gülerek canımı vermek istiyorum! Bu can, sevgili zikredilirken bedenden çıkarsa, bu can veriş ne tatlı bir can veriştir, ne hoş bir ölümdür!

Aslında, Allah’ı seven herkesin canından her an manevî bir duygu, ruhani bir özlem, mest olmuş, kendinden geçmiş, harap ve perişan bir halde ötelere, ta rahmet sahibinin arşına kadar gitmededir!

Can nedir? Mana padişahlarının, ermişlerin küpüdür; içinde de gökyüzünün şarabı vardır! îşte bu yüzdendir ki, sözlerim de, aşıklar gibi, perişan ve dağınık halde ağzımdan çıkıyor!”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (148)

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’in, İmam Ali Efendimizle paylaştığı ve Cenab-ı Mevlana ile Şems Hazretlerinin üç ay halvette kalarak müşahede ettikleri ‘gizli ilim’i bize açıklar mısınız? Nedir bu gizli ilim?

Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, topluma bu sırları açıklamadı. Çünkü bu sırları herkesin hafızası almaz. Eğer bu sırları sunmuş olsaydı, toplumda ters etki yapabilirdi ve benliklere, isyanlara, küfürlere düşebilirlerdi.

Hazreti Muhammed Efendimiz, bu sırları Ashab-ı Suffe’siyle ve Hazreti Ali Efendimizle paylaştı. Bu sırlar, bu güzellikler, yani tarikat yolu Ashab- Suffe’den suret bulmuştur.

“O, sayelerinde, kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Bilen bir toplum için ayetleri ayrı ayrı açıkladık.” (En’am, 97)

“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz.” (Hadis-i Şerif)

Bu sırlar örtülü olarak konuşulmaktadır. Arayışa düşenler kendilerine bir mürşid-i kamil bulurlar ve şu soruları sorarlar: Biz kimiz? Ne için yaratıldık? Ne yapmamız lazım? Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatleri nelerdir?

Bizim burada yaptığımız sohbetler, Hakikat-i Muhammediye’dir ve Hazreti Muhammed Efendimizin iç alemi anlatılmaktadır. Yani, burada ‘İnsan’ konuşulmaktadır, çünkü ‘İnsan’ dünyadaki en mukaddes varlıktır. Bizim sohbetlerimiz daima sevgi üzerinedir. ‘İnsan’ı sevmek, saymak, Hakk’ı sevmektir, Hakk’ı saymaktır. Ama hangi insanı? Hazreti Muhammed’i kendisine bende etmiş, Hakk ile Hakk olmuş insanı sevmek saymak, Hazreti Muhammed’i, yani Hakk’ı sevmek ve saymaktır. İnsanın gideceği yer, yine ‘İnsan’dır.

Bizler, cemaatimizi Ashab-ı Suffe olarak görürüz. Nasıl ki Peygamber Efendimiz,

Ashab-ı Suffe’sinin kendisine gösterdiği sevgiye karşılık onlara hakiki yüzüyle çıkmıştır; bizler de burada cemaatimize aynı şekilde çıkmaya memuruz.

“Ey Muhammed! De ki: Ben, yalnızca, mukaddes kılınan bu şehrin ve var olan her şeyin Rabbine kulluk etmekle emrolundum; yani, O’na yürekten boyun eğen kimselerden olmakla emrolundum; bir de, bu Kur’an’ı insanlara okuyup ulaştırmakla.” (Neml, 91)