MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 17

KIYÂMET NEDİR?..🌹

Mahmut Efendi: İnsanların çoğu öldükten sonra ne olacaklarını bilmediklerinden bir korku içindedirler. Bundan dolayı da rûhun ölümsüzlüğüne inanıyorlar. Fakat bu inanış bildiklerinden, bilâkis korktuklarından kaynaklanıyor. Bir insan ne kadar korkaksa, rûhun ölümsüzlüğüne de o kadar inanmaktadır. Dindâr insan, “Ben değilim” gerçeğini bilir ve sonra geriye kalan ölümsüzlüktür, deniyor. Yani, dindâr bir insan kendi varlığı olmadığını, tamamen “O” olduğunu ve “O” varlığın ölümsüz olduğunu bildiğinden dolayı da korkusu olmuyor. Korkudan hiçbir şey doğmaz, fakat sevgi doğurur, sevgi yaratıcıdır. Korku etkisizdir, hiçbir şey yaratmamıştır, yaratamaz, çünkü varlığı yoktur. Ama bütün yaşamını yok edebilir. İnsanı karanlık bir bulut gibi sarıp, bütün enerjini tüketebilir. Dualarımız, ilâhîlerimiz, zikirlerimiz bizim zırhlarımızdır. Cenâb-ı Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan, bilmediği şeyin düşmanıdır.” Düşman, insana korku veren bir varlıktır. İnsan neden korkar, diye sorarsak eğer, ortaya çıkan şey şudur; insan kendi gerçek kimliğini bilmemekte ve hayata nasıl tutunacağı korkusunu taşımaktadır. Benliğimizi, egomuzu kaybetmekten korkmaktayız, yani, ölüm, hastalık, fakirlik gibi korkular… İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifiri karanlıktadır. Oysa ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimizin ışığıyla aydınlansa, korkacak bir şey olmadığı görülecek, teslîm olacak ve huzur bulacak. Korku, bir insanın kendi asıl benliğinin bilincinde olmamasıdır. Tek bir korku vardır, derinlerde bir yerde ‘Ben olmayabilirim’ korkusu… Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Hasan Dede: Bir insanı korkulara sürükleyen her zaman nefsidir. İnsan imanıyla yaşamını sürdürürse, hiçbir zaman korkuya yer vermez. Neden? Çünkü bilir ki, ona ait hiçbir şey yoktur. Her ân kendisini hazır tutar ki, Dost yüzünü gösterdiğinde Ona koşsun da bu âlemdeki çilesi sona ersin. 

Cenâb-ı Mevlâna, son demlerinde, Şeyh Sâdrettin Efendi’nin gelip kendisine şifâ dilemesi üzerine şöyle buyurmuştur: 

“Ey Efendi, şifâ senin olsun. Benim Sevgiliyle buluşmama, nûrun nûrla buluşmasına, bir soğan zâresi kadar mesafe kalmıştır.”

Ama bunu ancak iman sahipleri söyleyebilir. Ehl-i iman sahibi olmayanlar söyleyemezler. Onlar zaten yaşarken ölmüşlerdir. 

Sultan Ulema Hazretleri, talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” 

Talebeleri cevap veriyorlar: “Bilmiyoruz, siz anlatırsanız bilebiliriz.” 

Sultan Ulema Hazretleri bu cevabın üzerine, onlardan bir kova su istemiş, getirmişler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Bir kova su daha istemiş, onu da nehire dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Sonra şöyle buyurmuş: “Kovadan maksat vücudunuz, sudan maksat rûhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz rûhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz, Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.” 

İşte Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur:

“Ey Yunus, sen bu âleme niye geldin? Allah’ı zikretmek için. Bir gün gelecek dünya ömrüm bitecek, Allah’a döneceğim, Allah anıldıkça ben de anılacağım.”

Cenâb-ı Mevlâna yine şöyle dil döker:

“Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Eğer bir insanın bir yere sevgisi ve aşkı yoksa, o yaşarken ölmüştür. Bizim bulunduğumuz yer bir sevgi yuvasıdır. Yolcu, Mürşidiyle yola çıkar, Mürşidi vasıtasıyla Pîr’e ve Hazreti Muhammed’e ulaşır. Ama eğer yolcunun imanı ve inancı yoksa yol bir işe yaramaz. Bu yol iman ister. Yolcu, Mürşidine imanla bakacak ki, yol alabilsin. Hepimiz günü gelecek o kıyâmete gideceğiz, ama kıyâmet ne demektir, Hazreti Muhammed Efendimizin buyurduğu gibi: “Kıyâmetin büyüğü benim.. Gerçek yüzümü gösterecek olsam cihan yerinden oynar.” O, nûr âlâ nûr bir varlıktır. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 11

“Tezgâhın aslı yokluk âlemidir” diye buyuran Mevlâna, onu şöyle tanımlar:

“Orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişânesi bulunmaz. Bütün ustalar işlerini göstermek için yokluğu ararlar.

Ustaların ustası Tanrı’nın da tezgâhı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa, orası Tanrı tezgâhıdır, Tanrı işi oradadır.

Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar.”

Bedenini hiçe saymış, malını yok etmiş dervişin herkesten ileri olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, “Fakat iş beden yokluğundadır. Dilencilikte değil” diye buyurur.

“Dilenci, malı bitmiş kişidir, kanaat sahibi ise, bedenine kıyan, bedenini hiçe sayan kişidir” diyen Mevlâna, dert hakkında da şikayeti hoş görmez. Çünkü dert bir yerde bizi yokluğa çekip ulaştırmaya bir vesilerdir:

“Artık dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”

Hazreti Mevlâna, bu yolda, cezbe bekleyen, fikri donmuş, fazla düşünemeyen insanlar için de güzel yollar gösterir. Onların da çabalamayı bırakmamalarını ister ve şöyle söyler:

“Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan, yürü, zikret. Zikir, fikri titretir. Harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşten kalıp, o cezbeyi bekleme.”

İşe asılmamızı isteyen Hazreti Mevlâna, naz yapmamamızı ister. Hattâ bir yerde şöyle buyurur:

“Ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen sadece, emri ve yasakları dikkate al. Onları gözet.”

Hep bu hâlde yaşayan kişiye günün birinde cezbe hâlinin geleceği müjdesini veren Mevlâna der ki: 

“Derken bir gün cezbe kuşu, birdenbire yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü, sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.”

Beyit:

“Kendi varlığının, benliğinin başını kes, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan, Tanrı yapar. Her şeyden emîn olursun.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 10

Hazreti Mevlâna, yokluğun mânâsının, isteklerden vazgeçme hâli olduğunu şu sözleriyle anlatır:

“Her iki dünyadan gönlünü çekmiş, kurtarmışsan, bu cihanın isteklerinden vazgeçmişsen, kendi benliğini de, varlığını da yok etmişsindir.”

Mevlâna’nın bu sözleri, aşıklara can madeninin yolunu gösterir. Çünkü Hazreti Mevlâna, yokluktan, can madeni olarak söz eder:

“Ey aşık, aklını başına al da, beri gel, yok ol! Çünkü yokluk can madenidir. Fakat senin bildiğin gamdan, gussadan başka bir şey olmayan şu dünya hayatındaki can gibi can değil! O başka türlü bir candır.”

Başka bir yerde ise Hakk aşıklarına şöyle seslenişte bulunur:

“Gel ey Hakk aşığı, gel de, ben bensiz, sen de sensiz olarak şu aşk ırmağına dalalım da yok olalım! Yokluk mertebesine ulaşalım. Çünkü bu korulukta, yâni bu yeryüzünde, dünyada; kandan, zulümden, haksızlıklardan, kötülüklerden başka bir şey yoktur.”

Yokluğa adamakıllı kendimizi vermemizi buyuran Hazreti Mevlâna, bu yolda sabrın önemini de şöyle izâh eder:

“Sabır, insanın göğsünü açar. İnsanı genişletir. Ayın geceye sabretmesi, onu apaydın bir hâle getirir. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hâle getirir.”

“Tanrı’ya bir kuzu versen, sana bir sürü bağışlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Her sıfatı, kemâle götüren zaten O’dur” der.

Ve yokluktan korkmamamızı isteyen Mevlâna, “Yokluktan korkma, şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork” diye seslenir ve bir beyitinde de şöyle buyurur: 

“Hiçbir şey olmayan şey, hiçbir şey olmayan başka bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış, hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeyler apaçık görünür sana!”

Rubaî:

”Sen, benim denizimin bir damlasısın; daha fazla ne söylenip duruyorsun? Hemen denize dal da, sedef gibi canın incilerle dolsun!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 9

Hazreti Mevlâna her zaman yoklukla aşk arasında bir bağ kurar, ikisini aynı anlama getiren sözler sarfeder. Bir yerde şöyle buyurur:

“Sevgili sizi sizsiz çağırıyor. Bu sebeple size, ‘sizle beraber olmak’ uygun düşmez!”

Ve aşkın, Tanrı’nın lütfu ve keremi olduğunu şu sözleriyle açıklar:

“Korkma! Bu aşk ırmağı insanı kucaklar, bağrına basar, derinliklerine alır, batırır ama öldürmez. Çünkü âb-ı hayattan ibârettir. Allah’ın lütfundan, kereminden başka bir şey değildir.”

Yokluğun, sadece aşkın değil, şaşılıktan kurtulmanın yolu olduğunu şu sözleriyle ifade eder:

“Senin varlığın Hakk’ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibârettir. Sen, var gibi görünen bir yoksun. İşte bu hakîkati anlarsan, şaşılıktan kurtulursun.”

Kendinde olma hâlleri bizleri nasıl bir havaya sürükler? Ve bunun karşılığında kendinden geçmek neler kazandırır? Hazreti Mevlâna, şu sözlerle, bu iki hâlin karşılaştırmasını da gözler önüne serer:

“Sen kendinde olduğun, kendini sevdiğin zaman, sevgiliyi bulamazsın. Sevgili diken gibi senin gözüne batar. Fakat kendinde olmadığın, kendini beğenmediğin zaman sevgili sana çok yakın olur.”

“Kendinde iken sevgili senden kaçar. Yanına gelmez. Kendinden geçince sana sevgilinin aşk şarabı sunulur.”

Sevgiliye kavuşmak için benlikten kurtulma yolunu gösteren Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Eğer sen benlikten kurtulur, benliğini yok edersen, benliksiz olursan, ona kavuşursun; o zaman sen bir dertken devâ olursun da bütün yaralara merhem kesilirsin.”

Rubaî:

“Eğer sen bizden isen, eğer sen de Hakk’ı arıyorsan, şekli sureti bırak da gönüle doğru yürü, gönüle gel!.. 

Ey Tebrizli Şems! Doğudan doğ; çık, görün! Çünkü, her ışığın aslının aslının aslı sensin!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 8

Hazreti Mevlâna, sayısız misâller verdiği ‘yokluk’ konusunun üzerinde o kadar çok durur ki, bir yerde kendinden geçme hâlini de yoklukla ilişkilendirir, bu hâli yokluğa bağlar.

Yokluğu, bir gülbahçesine benzeten Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Yokluk gülistanında insan kendinden geçer… O âlemdeki sarhoşluk Tanrı’nın büyük kadehindendir. Onu içmeyen, tadını bilmez, anlamaz.”

Hazreti Mevlâna’ya göre yokluk, duyulmakla değil, yaşanmakla anlaşılıacak bir hâldir.

Bu hâl ile ilgili, insanlığı aydınlatan, en vurucu sözleri söylemiş olan Hazreti Muhammed hakkında bir yerde şöyle buyurur:

“Ahmed, toprak olmayı, yâni mütevâzı yaşamayı huy edindi de, o yüzden mirâca yükseldi ve göklerin mânevî padişahı oldu.”

“Sen de toprak ol da senden bitkiler yetişsin. Toprak olan, gönül hazinesini bulur” diye buyuran Hazreti Mevlâna, bu konu ile ilgili cezbe sözlerini şöyle dile getiriyor:

“Mâdemki biz benlikten, senlikten kurtulunca hep bir oluyoruz. Yeter sus! Sen bu sözleri kime söylüyorsun?”

Yeniyi isteyenin, eskiden soyunması gerektiğini söyleyen Hazreti Mevlâna, bizim tutunacağımız mânevî bir ip gösterir ki, bu ip, hevâ ve hevesi bırakma ipidir. Hevâ ve heveslerinden arınan kişi bir ipe ulaşır ki, bu ip onun canını göğe çeker.

Kendinden kurtulan kişinin hâlini çok açık bir şekilde anlatan Hazreti Mevlâna, görünen varlığın bir gölgeden ibaret olduğunu, bunun ötesindeki gerçek varlığını ise yokluktan bulduğunu şöyle açıklar:

“Yokluk, bir bakışta beni benden alıp, varlığımı kapıp gidince, kendimden de kurtuldum, gelecek derdinden de. Ümitten de kurtuldum, korkudan da! Olduydu, olacaktı, vardı, yoktu kaydından  da yakamı sıyırdım. Tamamiyle yok oldum.”

Rubâi:

“Ey gönül! Eğer sen, sevgiliyi istiyorsan; kendinden kurtul, kendine yabancı ol! Pervâne gibi sevgide vefâlı ol! Bedenini, canını düşünme; aşk alevinin içine kendine at! 

Tamamiyle yüzünü Hakk’a çevir, Hakk’a yönel! Gerçek aşktan bahset, aklını yorma, onun boynuna halka geçir, onu serbest bırakma da, bizim gibi mest ol,divâne ol!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 7

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, “Mânâ kapısını döversen açarlar” diye buyurur ve şöyle devam eder:

“Fakat bunun için fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan hâline getirsinler. Fikir kanadı çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeye alışmışsın; onun için toprak sana can gibi geliyor.

Ekmet, et… bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.

Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir hâline geldi. Nerde dert varsa devâ oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.”

Hazreti Mevlâna, aşk için der ki: 

“Aşık harâretle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden geçer gider!

Sen Tanrı aşıkısın; Tanrı ona derler ki, geldi mi sende kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz. Meğerse sen kendini yok etmeye aşıkmışsın!

Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın… Şems geldi, elbette gölge derhâl yok olur!”

Hazreti Mevlâna yine der ki:

“Sevgiliye yakın olduğumuz kadar canımıza bile yakın olduğumuzu sanmıyorum. And içerim ki, ben onu asla anmıyorum. Çünkü anmak, yanımızda olmayanları hatırlamak demektir.”

“Birkaç kere taklit yoluyla kendimi seçtim. Kendimde olduğum zaman kendimi lâyık bulmadım. Kendimi görmeden önce daima kendi adımı işitirdim. Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim.”

Kasîde:

“Gizlice burada isen, yine öyle gizlice burada ol! Hatırlıyor musun, bir defa bir iş yapmıştın; yine o işi yap! 

Dün, beni bağrına basıp sıkmıştın! Gel ey tatlı varlık; yine öyle yap, beni bağrına bas! 

Dün, benim kapımı, damımı kırmıştın! Bugün de gel, kapıdan içeri gir öyle yap!.. 

Bu değersiz kölenin canının tâ içine girip bir şey yapmıştın da, o yaptığın iş benim canıma işlemişti! Gel; canımda, gönlümde işlediğin o işi gözümün önünde de işle; benim gözümün önünden gitme! 

Ey ay yüzlüm; dün, ne de güzel cilvelenmiştin! Nazı bırak; ondan daha hoş cilvelen!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 6

Hazreti Mevlâna buyurur der ki: 

“Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğusundan baş göster.

Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hâle geldi, ayıp ve âr kesildi.

Can, o bensiz benlikten hoş bir hâl aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.

Benden kurtuldu da, şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe!

O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardına bakmamakta, koşup durmakta.

Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü, istediğini elde edersin. Sen istedikçe istediğin seni arar mı?

Bu bahiste akıl yol gösterici değildir, fakat ‘tatmayan bilmez.’ Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.”

Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli irşâd eder, aydınlatır; fakat akıl bu aydınlıklarla bir yere geldiğinde bizden ‘hâl’ ister. O hâle bürünmemizi ve o hâl ile yaşamamızı buyurur ve şöyle der:

“Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte dek, nerde bu gül bahçesi diyeceksin?

Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlıu, gizli bir dikenin başında dolaşıp durmakta!

Sen şekerden tatlı bir hâle gelsen bile o tat, bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

Fakat fazla vefâlı olman sebebiyle tamamen şeker olursan, buna imkân yoktur. Nasıl olur da şekerden tat ayrılır, imkân var mı?

Ey hoş arkadaş! Aşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur.

Küçük aklımız, sırlara sahiptir gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.

Zekîdir, bilir; fakat yok olmamıştır. Küçük akıl sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibârettir.”

Rubâi:

“Şu anda Hakk aşıkları beraberce oturmuşuz, elimizde mânâ şarabı kadehi, göğsümüzde gül var! 

Şu anda bu âlemden görünmez âleme sefer etmedeyiz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 5

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de şöyle buyurur:

“Lâ’l denen kıymetli bir taş vardır. Bu taş kıymetini güneşin ışıklarıyla dolduktan sonra alır. Güneş ışığı zamanla sıradan bir taşı lâ’l denen bir mücevher hâline getirir. Hani taş, hâlis lâ’l hâline gelir, güneşin sıfatlarıyla dolar ya. Artık onda taşlık kalmaz. Ondan sonra kendisini severse o, güneşi sevmektir. Canla başla güneşi severse yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.

Hâlis lâ’l, ister kendisini sevsin, ister güneşi. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Fakat taş lâ’l olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü onda bir varlık değil, iki varlık vardır.”

“Çalış da taşlığın azalsın, lâ’l ol da taşın nurlansın” diyen Hazreti Mevlâna, “Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da her an yoklukta varlık bul” diye buyurur.

Bir yerde de, “Her şey O’dur davası, sendeki mânâdır. Senin suretindeki mânâ hep O’dur” diye seslenen Hazreti Mevlâna, aşkı her zaman akıl ve zekânın üstünde tutar ve şöyle der:

“Aşk, ileri gidenler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin afete uğraması nadirdir. Çok defa kurtulur. Aklı ve zekâyı sat da, hayranlığı satın al… akıl ve zekâ bir şeyi sezmektir, veya şüpheyle bilmektir. Hayranlıksa bakmak ve görmektir!

Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et… Tanrı’m bana yeter, de. Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir… zamanın Kutbu’na duyduğun hayranlıkla aptal ol da gönlün doğru kalsın.

Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağında göz olur, burnun da! Âriflerin her kılı göz kesilir! Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır… Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka… sufîlerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir… bunu böyle bil!

Sen temizlendin mi perde yırtılır… pak kişilerin canları sana görünmeye başlar! Fakat eğri duygu eğriden başka bir şey göremez. Şaşı göz, tek göremez. Sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör! Darlıktan kurtul, isimden de, şöhretten de… aşk içinde aşkı gör!”

Rubâi:

“Ey Hakk aşığı, sen de, insanlann ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki âlemi gören gönül gözlerini aç! 

Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthâne. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O’nu arayalım, yalnız O’nu tanıyalım.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 13

Hazreti Mevlâna, Dîvân-ı Kebîr’de Hazreti Şems’in Hazreti Muhammed’in nuru olduğunu belirtir. Onu sayısız kez över. Hazreti Muhammed’in nurunun iki cihanda da meşhur olduğunu söyler ve Hazreti Şems için şöyle buyurur:

“Şems-i Din kemâlin nurudur. Aydınlık gün Şems-i Din’dir, parlak ay Şems-i Din’dir. İnsanın tıpkısı Şems-i Din’dir. Gece ve gündüz Şems-i Din’dir. Şems-i Din gönülde oturandır.”

Hazreti Muhammed’in bu dünyaya gelişi ile dünyayı nergis çiçekleri ve amberlerle doldurduğunu buyuran Hazreti Mevlâna, O’nun gelişi ile ve dünyamıza getirdikleri ile ilgili şunları dile getirir:

“O Peygamber, en büyük padişahtır. Çok güzel görünüşlüdür. O’nun gelişi en büyük kurtuluşun ve en büyük ferâhın gelişidir.

Peygamberin gelişi en devamlı bir keremin gelişi, en parlak bir ayın doğuşudur…

O’nun gelişi, bütün hoş yaşayışı, bütün neşeleri veren bir devlettir.”

Rubâi:

“Rab, işte o sakîdir. O’nunla üzüntüsüz, neşeli yaşayış her zaman bizimdir.

Ey korkan! Çekinme… Saadet, işte o her zaman, her derdimize şifâ verendir.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 12

Hazreti Mevlâna, bir olayı Mesnevî’sinde şöyle anlatır:

“Hilâl bir köleydi. Kazâra hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa (sav), vahîyle onun hâlini anladı.

Efendisi onu pek hor gördüğünden hastalığından da haberdâr olmadı. Tam dokuz gün yattı. Hiç kimse hâlini bilmiyordu.

Mustafa, kadri yüce Hilâl’i görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.

Bey; hastalığından haberim yok ama birkaç gündür yanıma gelmedi. Ahırda yatar, dedi.

Peygamber, Hilâl’i görmek için ahıra gidip araştırmaya başladı. Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat onun gelişiyle bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.

Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki bu güzel koku da nedir ki? dedi.

Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin tertemiz eteğini gördü.

Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü, gözünü sürdü. Peygamber, yüzünü yüzüne sürdü. Başını, yüzünü, gözünü öptü.

Hazreti Muhammed, Rabbim dedi, sen ne gizli bir mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın, iyi misin?

Hilâl dedi ki: Uykudan uyanan aşığa gün doğduğunda ne hâle gelirse o hâldeyim.”

Beyit:

“Hazreti Muhammed’in nuru, binlerce ve binlerce defa, iki cihanı bir ucundan bir ucuna kadar kaplamıştır.”