🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 15

“Arâf sûresinin 143. âyetinde, Hazreti Musa diyor ki: ‘Rabbim bana kendini göster.’ Cenâb-ı Hakk da ona: ‘Sen beni göremezsin, yâ Musa. Beni görmek istiyorsan, dağa bak’ diye cevap veriyor ve Cenâb-ı Hakk, dağa tecellî edince, dağ dağılıveriyor. Bunun üzerine Hazreti Musa kendinden geçiyor ve diyor ki: ‘Sana tövbe ettim ve ben mümin kullarının ilkiyim.’ Hazreti Ali Efendimiz de, ‘Ben görmediğim Allah’a ibâdet etmem’ diye buyuruyor. Cenâb-ı Hakk, bir peygamber olan Hazreti Musa’ya görünmüyor, fakat Hazreti Muhammed Efendimizin gözdesi olan Hazreti Ali Efendimize görünüyor. Burada ne gibi bir hikmet vardır?” 

Hazreti Musa, selâm olsun üzerine, ismi üstünde, Musa Kelâmullah’tır. Yani, Allah’tan söz ediyor. Allah, onun her zerresini sarmış fakat onun bundan haberi yok. Hazreti Ali Efendimiz ise, selâm olsun üzerine, Hazreti Peygamber Efendimizin eğitiminde yetişmiştir. Zaten bebekliğinde, annesinin memesi yerine, ilk önce Hazreti Peygamber Efendimizin dilini emmiştir. Peygamber Efendimiz, daha sonra onun ağzını kulağına götürmüştür ve Hazreti Ali, daha bir haftalık iken, Peygamber Efendimizin kulağına Tevrât’ı, Zebûr’u, İncil’i ve Kur’ân’ı nefes etmiştir. Daha sonra büyüyüp kemâlata erince gördü ki, Hazreti Muhammed Efendimizin söylediği her söz suret buluyor, böylece O’na karşı inancı her geçen gün daha da arttı ve en sonunda Peygamber Efendimize iman etti. 

“O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, sâlihlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 46) 

İman etmek ne demektir? Sen Allah’sın, senden görünen Hakk’tır, demektir. Yani Hazreti Ali Efendimizin buyurduğu gibi: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim” demektir.”

“Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” (Enâm, 50) 

Hazreti Ali, Hazreti Muhammed Efendimizde Allah’ın nûrunu gördü, O’nun sözlerine inandı ve O’na iman etti. Hazreti Musa ise, Allah’ı kendi dışında aradı ve bu yüzden de Cenâb-ı Allah, nûrunu ona, bir dağa tecellî ederek gösterdi. Hazreti Musa, bu tecellî karşısında tam kırk gün kendine gelemedi. Ama Hazreti Ali Efendimiz, Allah’ı her ân Hazreti Muhammed’de gördü, dinledi ve bir ân olsun O’nun yanından ayrılmadı. Hattâ her ân O’na canını vermeye hazırdı.  

“İman edenler ancak, Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir.” (Hucurât, 15) 

Herkes bir yere kadar Hazreti Peygamber için hizmetlerde bulundular ama bir zaman geldi geri adım attılar.  

“Şüphesiz, aranızda öyle kimseler var ki, onların her biri savaşa gitme konusunda hakîkaten pek ağır davranır. Eğer savaşanların başına bir musîbet gelirse, ‘Allah lütfetti de onlarla beraber bulunmadım’ der.” (Nîsa, 72) 

Ama Hazreti Ali Efendimiz, hiç geri adım atmadı, hep ön saflarda savaştı, yeter ki Hazreti Muhammed’e bir zarar gelmesin, O’na bir kılıç, bir ok isabet etmesin diye hep kendini O’na siper etti. 

“Saf bağlayıp duranlara, haykırarak sevk edenlere ve Allah’ın kelâmını okuyanlara andolsun ki, sizin ilâhınız gerçekten bir tek ilâhtır.” (Saffât, 4) 

“Şüphesiz biz saf duranlarız.” (Saffât, 165) 

Hazreti Ali’nin bir lâkâbı vardır: Allah’ın arslanı. Fakat hakîkatte o, Hazreti Muhammed Efendimizin arslanıdır. Arslan, ateşten kaçar ama bu arslan öyle değil, o hiç sakınmaz, ateşe de dalar Sevgilisi için.  

“Hani sen müminleri savaş mevzîlerine yerleştirmek için, sabah erken ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Âl-i İmrân, 121) 

“Lâ fetâ illâ Ali, yâ seyfe illâ Zülfikâr.” (Hadîs-i Şerîf)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 13

“Kur’ân-ı Kerîm, en büyük zikirdir, öyle değil mi Hasan Dede?”

Bütün bu kâinatta ne varsa, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlık âlemine sunulmuştur. Bu nedenle bir mânâ ehli, Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar tefsîr etmeye çalışırsa çalışsın, sonunu getiremez. Çünkü ne kadar varlık varsa bu âlemde hepsini yazması gerekir.

“Varlığımızın delillerini, kâinattaki uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 53)

Misâl olarak, İsmail Hakkı Ankarevî, kendisi çok büyük bir âlimdi, Fâtihâ sûresine mânâ vermeye kalkmış ve üçyüz küsûr sayfa yazmış. Sonra dönüp yazdıklarına bakmış, görmüş ki daha hiçbir yerde değil, yani daha Fâtihâ’nın başında; tutmuş kalemi kırmış. “Niye kalemi kırdın?” diye sormuşlar, şu cevabı vermiş: “Lâzım gelir ki, tüm kâinatı yazayım.” Yani düşünün bir defa, Fâtihâ sûresinin sadece bir âyetinin bile ne kadar derin mânâsı var.

“Rahman ve Rahim Allah adına, hamd ederim yâ Rab, bütün âlem senin…” (Fâtihâ, 1)

“Kur’ân okumak insanlara şifâ verir mi, ya da tekâmül ettirir mi?”

Kur’ân-ı Kerîm, hakîki mürşittir. Büyüklerimizin şöyle bir sözü vardır:

“Mürşid-i kâmil istersen, Hazreti Kur’ân yeter. Devlet bulmak istersen, kanaat yeter. Nasihat istersen, ölüm yeter. Bunlar da yetmez ise, nâr-ı cehennem yeter.”

Bizim muhabbetlerimizin hiçbiri Kur’ân dışı değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in her bir harfi nûrdur, çünkü Hazreti Muhammed Efendimizin dilinden söylenmiştir. Yolcu, eğer bu muhabbetleri can kulağı ile dinler ve benimserse, çok güzel yol alır. Fakat burada dinler de buradan ayrılınca yine kendi aklıyla hareket eder, nefsinin arzuları peşinde koşarsa, hiçbir şekilde yol alamaz.

“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalblere bir şifâ ve inananlar için bir yol gösterici, bir rehber ve rahmet olan Kur’ân geldi.” (Yunus, 57)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 11

“Cenâb-ı Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Rabbini zikredenlerle, Rabbini zikretmeyenlerin misâli, diri ve ölü gibidir.’ Ve bir gün de Ashâb-ı Sûffe’sine, ‘Şehid olmaktan hayırlısını size haber vereyim mi?’ diye soruyor. Onlar, ‘Evet, yâ Resûlallah’ deyince de, ‘Allah’ı zikretmek şehâdetten de üstündür’ diye buyuruyor. Allah’ı zikretmek insanda nasıl bir tesir yaratıyor ki, Cenâb-ı Resûlallah, Allah’ı zikretmeyi şehid olmaktan da üstün kılıyor?”

Allah’ın ismi aşktır, cismi ise Muhammed’dir. Allah’ı zikretmek ve O’na yönelmek, hakîkatte Hazreti Muhammed’e yönelmek ve Hazreti Muhammed’i zikretmektir. Hazreti Muhammed Efendimizin bütün varlığı Allah’a aittir.

“Ey Muhammed! Şüphe yok ki sana katımızdan bir zikir verdik.” (Tâ Hâ, 99)

Şöyle bir dil de sarfedilmiştir: “Bir âlimin mürekkebi, şehid kanından daha üstündür.” Neden? Çünkü âlim, Hakk’a yüz tutmuştur, Hakk’ın sıfatını taşımaktadır. İnsanlara Hakk’tan bilgi sunmaktadır ve onları karanlıklardan aydınlıklara götürmektedir. Bu yüzden onların mürekkebi, şehid kanından daha üstün tutulmuştur.

“Sizi uyarması  ve sizin de ona karşı gelmekten sakınıp rahmete ulaşmanız için, içinizden bir insan aracılığı ile Rabbinizden size bir zikir gelmesine şaştınız mı?” (Arâf, 63)

Bir Allah âşığının, yani Hazreti Muhammed’in âşığının da rûhu ve bedenindeki o ışık, o nûr da Hazreti Muhammed’in ışığıdır, O’nun nûrudur. Hazreti Muhammed, bütün nûrunu âşığında gösterirse, hâliyle Allah’ı zikreden bu kişi, şehitten üstündür.

“Kim, Peygambere itaat ederse, işte onlar, kendilerine nimet verilmiş olan peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle birliktedirler. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nîsa, 69)

“İnsanın, altı cihette Cenâb-ı Hakk’ı seyretmesi zikir değil midir? Ya da Cenâb-ı Hakk’ı tefekkür etmesi zikir değil midir? Zikir nedir?”

Üç türlü zikir vardır: Birincisi cehrî zikir, sesli zikredilir. İkincisi hâfî zikirdir, sessiz zikredilir. Üçüncüsü ise kalbî zikirdir, adı üstünde kalbi zikir. Kalb, hakîkatte doğduğumuz günden itibaren daima ‘Allah’ diye zikretmektedir.

“Allah, sizi analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalbler verdi.” (Nâhl, 78)

Allah’ı her yerde görmek ancak âşığa mahsustur. Çünkü âşık, nereye giderse gitsin Sevgilisiyle beraberdir, nereye bakarsa baksın Sevgilisiyle bakmaktadır. Çünkü âşığın her zerresini Mâşuğu kaplamıştır, yani o her an zikirdedir.

“Davete, ancak bütün kalbleriyle kulak verenler uyar.” (Enâm, 36)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 7

“Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki: ‘Cennet ehlinin çoğu eblehtir. Kim cenneti isterse eblehtir. Zîrâ cennet nefsin arzusudur.’ Bu hadîsi yorumlayan bir zât diyor ki: ‘Ancak aşka mahrem olanlar, aşkın ne olduğunu bilirler. Aşka lâyık olan, Hûda’ya lâyık olur. Aşk sözü, aşktan başkasına efsane gelir. Ona aşktan bahsetmek haramdır.’ Ne dersiniz?”

Âşık, mâşuğunun sözünden başka bir söze ne kulak verir ne de dile alır. Neden? Çünkü Sevgiliyi bulmuş, o her yerde O’nunladır, O’nu dile getirir ve her yerde O’nu metheder. Şimdi bir âşığa, aşk hakkında akıl vermeye kalkarsak, onun o saf aşkını bulandırmış oluruz ve haram işlemiş oluruz. Ama eğer biz de aşkımızı dile getirirsek o zaman iki âşık bir oluruz ve aşkı beraber dile getiririz. Ve böylece aramızda çok güzel bir muhabbet doğar.

Misâl olarak; Hazreti Mevlâna ile Şems-i Tebrizî Hazretleri, üç ay boyunca hâlvet olmuşlardır. O hâlvet esnasında birbirlerine gönüllerini açmışlardır ve sayısız güzellikleri paylaşmışlardır. Aynı şekilde Hazreti Muhammed Efendimiz de gönlünü İmam Ali Efendimize açmıştır ve o güzellikleri onunla paylaşmıştır.

“Biz onların kalblerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.” (Hicr, 47)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 56

HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, biz hakîkatleri sizin bu sohbetlerinizi dinleyerek mi anlayacağız? Yani dini sâlih olunca mı, yoksa özümüzü pisliklerden arındırarak ve belli bir ahlakî seviyeye gelerek özümüzün ortaya çıkmasıyla mı olgunlaşacağız? İçimizde saklı olan kendi hakîkatimizi ortaya çıkarmamız mı gerekiyor? Bunu nasıl yapacağız?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemli dava, bizim iç âlemimizi bütün pisliklerden boşaltmamız ve tertemiz bir hâle getirmemizdir. İç âlemimizde bir nebze dahî dünyaya ait bir varlık bırakmamamız lâzımdır. O kabı, dünya nimetlerinden, nefsî arzulardan tam mânâsıyla temizlemiş olduğumuz an, o sonsuz Güzel bizlerde varlığını gösterir ve bizim de hâlimiz anında değişir.

Şimdi bu sohbetlerde sözler çok güzel ve mânâlarına eriyoruz, fakat bir türlü temizlenemiyoruz. Temizlenemedikten sonra da hiçbir şekilde o güzelliklere ulaşamıyoruz. Bu iş akılla olmaz, yemekle içmekle, keyif etmekle olmaz, katiyyen. 

Derin düşüneceksin! Sen kiminle dirisin? O, senden ne istiyor? Düşününce göreceksin ki, O, O’nu sevmeni istiyor, O’nu sahiplenmeni istiyor. Sana, “Temizle o sarayı!” diyor, “Ne zaman ki o saray benim muhabbetimle mahmur olmuş ise, o zaman ben sende konuk olurum!” 

Ama sen, ‘Ben namaz kıldım, zikir yaptım, hâtim indirdim’ dersen, bunların hepsi hikâyedir. Katiyyen insan bunları yapmakla temizlenemez. İnsan bunlarla kendini kandırmış olur. Ve hattâ gurura da kapılır. 

O kadar incedir ki bu yol, dünya varlıklarının hepsinden temizlenmen gerekir, hattâ evlâdının, karının veya kocanın bile yeri yoktur orada. O, senin gönlünde kendisinden başka hiçbir varlığın olmasını istemez. Bu derece büyük bir sevgi ister bizlerden. Ancak bütün bunlar yerine geldiği zaman, O gösterir yüzünü.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Cenâb-ı Mevlâna, bu nedenle buyuruyor: “Hamdım, piştim, yandım..” Öyle değil mi?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Evet, doğru. Eğer pişmeseydi Mevlâna, Mevlâna olamazdı. Peki Mevlâna bu sözüyle ne demek istemiştir? “Hamdım” dedi, yani zâhir ilimi tahsîl ettim; şeref sahibi, ilim sahibi, gurur sahibi oldum, fakat bana bir fayda vermedi, demek istedi. Sonra, “Piştim” dedi, yani Şems, benim O olduğumu söyledi, ama ben bu noktada kalsaydım, benlikte kalmış olurdum, demek istedi. En sonunda da, “Yandım” dedi, bu sözüyle de şunu anlatmak istedi: Sevgili, âşığına her dakika değişik bir yüzle zuhûrunu gösterir ve onu yakar. İşte Mevlâna yandı. Aşk, yanmaktır.

Hazreti Muhammed Efendimiz, sayısız sefer iç âleminin güzelliklerini gördüğü için her an aşktaydı, sevgideydi.

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. 

Hazreti Mevlâna’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir yâ Mevlâna? Bu yolun başı var mıdır?”

Mevlâna şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

İnsan, kendini bir defa o güzelliklere verdiği zaman, artık o yolun sarhoşu olur ve akıl artık işlemez. Yolun ne başını ne de sonunu sorabilir.

Mecâz aşkı örnek alalım. Bir erkek bir kızı görüyor veya bir kız bir erkeği görüyor, birbirlerine âşık oluyorlar. Aşk, aşktır. Ama konu mânevî aşka gelince, hiçbir şey onun yerini tutamaz. Fakat o aşka ermek için de içimizdeki bütün kirlerden arınmamız lâzım.

Hazreti Şems, selâm olsun üzerine, Mevlâna’ya bunu yapmıştır, demiştir ki: “Sen yola çıkacaksın ve bana geleceksin. Peki beni tanıyabilecek misin?” 

İşte Mevlâna, Şems’e şu cevabı vermiştir: “İster Yemen kumaşı giy, Yemenli gibi çık; ister Hint kumaşı giy, bir Hintli gibi çık; ister Batı kumaşı giy, Batılı gibi çık; her nasıl çıkarsan çık, seni tanırım!” 

Şems, “Peki nerden tanırsın?” dedi. 

Mevlâna yine cevap verdi: “Sesinden tanırım!” 

Bakın, Şems’i ne güzel yakalıyor. Şems, ona sayısız elbiselerle çıkıyor, ama Mevlâna tuzağa düşmüyor. Bulmuş Nokta-yi Hakk’ı!

Hakk âşığı olmak kolay değildir, hem de hiç kolay değildir… Ancak öbür yüzünü gösterecek ki âşık olacaksın. Bunun için de dediğimiz gibi, Hakk’ın dışında ne varsa gönlünde, hepsinden kurtulacaksın. Sen, o aşkta yanıp kendinden yok olunca, işte o zaman Hakk senden yüzünü gösterecek. Ve Hakk ile Hakk olup, dünya durdukça Onunla bâkî kalacaksın!..

“Her şey yanıp yok olunca, Allah’ın vechi ortaya çıkar!” Kasas, 88

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 55

NUH’UN GEMİSİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hazreti Mevlâna, Mesnevî-i Şerîf’de buyuruyor ki: “Rûh deryâsına atılmakta ve hakîkat âleminde sefer eylemekte yüzücülüğüne güvenme. Akıl ile yol almak ve ümidi aklın fetvâlarına bağlamak hiç mi hiçtir. Bu yolda Nuh’un gemisine girmekten başka çare yoktur.” Nuh’un gemisinden maksat nedir? Ne mânâya gelmektedir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Nuh’un gemisinden maksat, senin bedenindir. Eğer sen, O olmuş isen, başka deryâlara ne diye atasın kendini? O zaman sen kimliğinden çıkmış olursun. O, sende var etmiş kendini ve senden sayısız hakîkatler sunuyor. Onlar artık seninle diri, çünkü sen onlarla dirildin. Ama sen kalkarsan kendini rûh âlemine atasın, kendini boşluğa atmış sayılırsın. Sen, kendinde bulduktan sonra o sevgiliyi, senin bedenin artık Nuh’un gemisidir. Sen de o gemide sevgilinle beraber seyir edersin. Ve sana hiçbir tufan işlemez. 

“Sonu olmayan güzel,

Bütün güzelliklere sahip olan güzel,

Hakk dedik adına,

Hakk için can verir gerçek âşıklar,

Yıkık vîrânede cevher bulurlar,

Hakk’ta fânî olur aşka gark olan,

Dalga ile dost olur deryâya dalan,

İnci arayanlar dibe dalarlar,

Sonsuz güzelin okundan kaçmaz âşıklar…

Ey gönül sefâyı tercih edersen,

Asla kurtulamazsın vesveselerden,

Sendeki istekler günbegün artar,

İstekten geçmeni bekler oysa yâr,

Onun tek bakışı yüz aya bedel,

Helâldir uğruna can vermeye gel…

Âşıkın hayatı ölümündedir,

Gönlü bulmak için gönül verir,

Can vermeye koşan âşık bir kuldur,

Hakk’a bir can verdik,

Yüz bin can bulduk,

O sonsuz güzelin demine HU…”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 53

MÜRŞİD-I KÂMİLİ BULMAK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, bir şâir diyor ki: “Mecnûn’um bugün Leylâ derdinden; neylerim aklı, dîvâne geldim.” Deniliyor ki; tevhid ehli, akl-ı maaş ve akl-ı maad istemez. Akl-ı maaşın, dünyaya ait işlere, akl-ı maadın ise ahirete ait işlere akılları erer. Hâlbuki tevhid ehli, dünya ve ahiret istemez. O, akl-ı kâmil ashâbıdır. Tevhid ehlinin aklı nasıldır? Ne dersiniz? 

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Tevhid ehli, aklını bırakmıştır. O, iman ettiği yeri kendine baş etmiştir, vücuduna Onu rûh edinmiştir. Hep Onu zikretmektedir ve Onun dışına bir an dahî çıkmamaktadır. Bir şey yapması gerektiğinde ise, ondan gören O, onun elinden tutan O ve ondan söyleyen de yine O’dur. İşte ehli tevhid sahibi bu demektir. Ehli tevhid, Hakk’ın sahibidir, Hakk’ı sahiplenmiştir. Hakk da onu sahiplenmiştir. Onlar sözde iki görünürler fakat mânâda birdirler. Tevhid ehlinin her zerresinden varlığını gösteren Hakk’tır. Akl-ı maaş ve akl-ı maada gelince, onlar akıllarını hep maddede tutarlar ve daima sıkıntıdadırlar. Ama ehli tevhid tüm bunların dışındadır ve huzur içinde yaşamını sürdürmektedir. 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Mesnevî-i Şerîf’de, Cenâb-ı Mevlâna’nın şöyle bir beyiti var: “Beytullah, Beytullah olalı, Allah girip orada oturmadı. Benim gönlümün hânesinde ise Hayy’dan gayri hiçbir şey yoktur.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Kâbe, Allah’ın evidir. İşte Şems-i Tebrizî Hazretleri de şöyle güzel bir dil sarfediyor:

“Allah, Kâbe’de doğdu. Kâbe’den çıktı ve bir daha oraya girmedi. Fakat gönlümde bir doğdu, bir daha oradan çıkmadı.”

Hazreti Ali Efendimiz, selâm olsun üzerine, Kâbe’de doğmuştur. Resûlallah Efendimiz, ona soyununca, yani Allah’ın binbir sırrının anahtarını Hazreti Ali’ye verince, Hakk’ın kendisi olmuştur. Onun için Hazreti Şems öyle buyurmuştur, “O, Kâbe’de doğdu ve oradan çıktı. Fakat gönlüme bir girdi, bir daha da çıkmadı.”

Kâbe’de birşey yoktur. Hakîkatte Kâbe, mürşidi temsîl eder ve Hacer’ül-Esved diye bilinen taş ise, mürşidin elini temsil eder. İnsanlar Kâbe’ye gidiyorlar, o taşı öpüyorlar ve günahlarından arınmayı umuyorlar. Hattâ rivâyet ederler ki, o kadar çok günahkâr o taşı öpmüş ki, taş bu yüzden kararmış. Öyle bir şey yoktur, bunlar aslı olmayan söylentilerdir. Sen o mürşidi âyânda bulursan, taşa gerek kalmaz. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 52

YEDİ BAŞLI EJDERHANIN MÂNÂSI…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Bir söz var; ama bu bir atasözü müdür, yoksa bir deyim midir, tam olarak bilmiyorum. Şöyle ki: “Temizlik imandandır.” Buradaki temizlikten kasıt nedir? Yani şerîattaki temizlik mi, yoksa ki dergâhdaki temizlik mi, hakîkatteki temizlik mi, mârifetteki temizlik mi? En önemli temizlik hangisidir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): En önemlisi, insanın hem içi hem de dışı temiz olmalıdır. İç temizliğinden maksat, kişinin gönlün bağladığı yerler ilgilidir. Bir müridin gönlünde Hazreti Muhammed Efendimiz ve mürşidi varsa, onun iç âlemi temizlenmiştir. 

Ama dikkat edin; gönlünde diyoruz, yani gönlünü tamamen onların güzellikleriyle donatmışsa ve gönlünde onlardan başka hiçbir şey yok ise, temizdir. Aynı zamanda dışını, yani bedenini de temiz tutması lâzımdır ki, etrafına huzursuzluk vermesin. 

Hazreti Muhammed Efendimiz, selâm olsun üzerine, toplum içine çıkarken her zaman saçlarına misk sürermiş, gözlerine sürme çekermiş ve böylece çevresindekilere kendini imrendirirmiş. 

Bizler de Hazreti Muhammed Efendimize uyarsak, O’nun huylarıyla huylanırsak, hem içimizi hem de dışımızı temiz tutmuş oluruz.

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Hasan Dede, şu anda içinde oturduğumuz bu yer, Cenâb-ı Mevlâna Hazretlerinin meydanı ve buraya bu sohbete, zikire ve semâ âyin-i şerîfine ve tefekküre gelen bizlerin, hepimizin kendimize göre bir anlayışımız, heveslerimiz, hayallerimiz ve saplantılarımız var. Bizim burayı, yani bu meydanı nasıl görmemiz lâzım? 

Çünkü Cenâb-ı Mevlâna, Allah sırrını âlî etsin, şöyle buyuruyor: “Ben kendi Musa-yı Hakîkimin elinde bir âsâyım ve meydandayım. Musa, bizdedir. Kim ki o âsâya ihanet ederse, onadır; kim ki riâyet ederse, riâ onadır.” Siz ne buyurursunuz?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Bir gün Hazreti Musa’ya bir nidâ geliyor: “Ey Musa, elindeki âsâ ne vazife görüyor?” Musa da diyor ki: “Elimdeki âsâ, koyunlarım uzaklaşırsa onları toplamaya yarıyor. Koyunların arasında keçiler var, asamla onlara ağaçlardan yaprak silkeliyorum, besliyorum. Bir de yorulduğum zaman âsâya dayanıyorum.” 

İçindeki ses soruyor: “Sen bu âsâyı bu sebeple mi verilmiş sanıyorsun?”

Musa cevap veriyor: “Evet, yâ Rab!” 

Rabbi hemen emrediyor: “Bırak o âsâyı yere!” 

Musa, emrolunduğu gibi âsâyı yere bırakır bırakmaz, âsâ yedi başlı bir ejderha hâlini alıyor. Musa ejderhayı görünce kaçmaya başlıyor. 

Rabbinden yine bir nidâ geliyor: “Geri dön yâ Musa! Çık o ejderhanın üstüne ve tut boynundan!” 

Musa ürkerek geri dönüyor ve ejderhanın üstüne çıkıyor. Ejderhayı boynundan yakalayınca, ejderha tekrar bir âsâ hâline geliyor. 

Şimdi Hazreti Mevlâna’nın bu beyitlerinde bizlere anlatmak istediği şey şudur: Bizler, kendimizi yokluğa bırakırsak, Hakk varlığını bizlerden gösterir ve her işimiz âsân olur. Çünkü biz yokuz artık, O var. Eğer biz kendimizi Hakk’a teslîm etmezsek, bizler de Musa gibi, o âsâdan kaçarız. O yedi başlı ejderhanın mânâsı da şudur: İki göz, iki burun deliği, iki kulak ve bir de ağızdır. Bunlar eğer nefse yönlenirse, işte her biri bir ejderha olur ve sahibini mahveder. Yani bütün dava, Mevlâna’mız gibi teslîmiyetli yaşamaktır. Eğer böyle olursa bu meydan yürür, yoksa başka türlü yürümez.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 51

MÂNÂ EHLİ…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Mısrî Niyâzî Hazretleri bir deyişinde şöyle buyuruyor: “Şol ki gafletle yatup etmez talep, gövdesinde yok mu ola canı aceb. İşte vahdet gülleri açıldı hep, bülbülün efgân edecek çağıdır.” Yani bir kimse ki, gafletle yatıp kalkar ve hiçbir şeyi dert etmez. Onun gövdesinde acaba can yok mudur? diye söylemektedir. Çünkü bir âyet-i celîlede Cenâb-ı Hakk, “Her şey Hakk’ı tesbih eder”, yani canlı veya cansız bütün her şey Hakk’ı anar, diye buyuruyor. İnsanın vücudu da Allah’ı anar ve kalbi ‘Allah! Allah!’ der, zîrâ her şeyin Zât’ı zikri vardır. Fakat insan vücudunun zikrinden habersizdir. Sorum şu: Biz her zerredeki bu zikri nasıl görüp, anlayacağız Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Dünya ehli tamamen gaflettedir ve onun her zerresi maddeyi zikretmektedir. Böyle olduğu için de bütün vücudu onu dünyaya, yani maddeye sürüklemektedir. Mânâ ehline gelince, o da tamamen Allah âşıkıdır, Resûlallah âşıkıdır. Resûlallah’ın âşıkı olduğu için ve O’nun nûrunu mânâda keşfettiği için, onun da bütün âzâları O’nunla yanar. Nereye baksa baksın, nereye giderse gitsin, hep O’nu zikreder. 

Bir mânâ erinin yüzü gülerdir, dili tatlıdır ve daima huzur içindedir. Madde erinin ise, yüzü asıktır, gam içindedir, sıkıntı içindedir ve onun muhabbetleri hep maddeye yöneliktir. Böyle olduğu için de vücudunda hiç hafiflik, neşe ve huzur yoktur. 

Gâlib Dede Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle der: 

“Âşıkta gam, keder, gaflet ne eyler? Gam, keder ve gaflet dünya ehlinindir.”

Bizler bu yüzden burada devamlı, Hazreti Muhammed Efendimizi, Hazreti Mevlâna’mızı, İmam Ali Efendimizi ve bütün Pîrân Efendilerimizi, hepsinin selâm olsun üzerlerine, ‘sünnet’imiz olarak anıyoruz, çünkü bizler onların farzlarıyız. Onlardan sonra geldik ve onların muhabbetlerini yapıyoruz. Nasıl aşklarla, nasıl sevgilerle yola koyulduklarını sizlere anlatarak, yol gösteriyoruz.

Bütün dava, sevgilerimizi maddeye yönlendirmemek ve gönlümüzü maddeye bağlamamaktır. Eğer sevginizi dünyaya verirseniz, işte o zaman her zerreniz de dünyaya bağlanmış olur. Bizlere sunulmuş olan en büyük nimet akıldır. Ama eğer o akıl çamura saplanırsa, vücudu da peşinden sürükler, çamura batırır. Fakat aklımızı güzelliklere yönlendirirsek, o güzellikler sayesinde bizleri devamlı aşağılara çeken çamurlardan kurtuluruz. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 50

İNSANIN VÜCUDU…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, şimdi yaşanmış bir olaydan bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, 1956 senesinde, Üsküp’ten buraya bir hicret oldu. Melâmî dergâhından, Allah rahmet eylesin, Yunus Efendi vardı, o da Üsküp’ten Bursa’ya göç etmişti. O geldikten bir süre sonra etrafındakilere, “Burada bizim tanıdığımız kimler var?” diye sormuş ve Nakşî şeyhi Ali Efendi isminde bir zâtın olduğunu öğrenmiş. Bir gün onu ziyaret etmek üzere yol koyulmuş. 

Onu bulduğunda dükkânında fıçı îmal etmekle meşgulmüş. Selâmlaşıp hâlini sorduktan sonra ona demiş ki: “Ustacığım, senden bir isteğim var. Sen bana bir fıçı yap, içine gireyim. Fıçının bir deliği olsun, ben herkesi göreyim ama kimse beni görmesin.” 

Yunus Efendi bu sözleri söyler söylemez, Ali Efendi bir “Allah!” demiş ve kendinden geçmiş. 

Daha sonrasında bu olayı bana anlattığında demişti ki: “Söylediğime bin pişman oldum! Ben bu kelâmı eder etmez, cezbeye girdi!’ Ne dersiniz bununla ilgili?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Yunus Efendi, gizlenmek istiyor. Fıçıdan bir göz deliği açılsın ve oradan kâinatı görsün istiyor. Biz de diyoruz ki; Yunus Efendi’nin bahsettiği fıçıdan maksat bizim bedenimizdir. Allah, insanın bedenini yaratmış; sen buna ister fıçı de, ister teneke de, ister elbise de, ne dersen de… Göz deliği de yaratmış, yani göz de vermiş. Şimdi senin eğer kalbinde biri varsa, kalb gözüyle baktığın zaman bu dünya başka görünür. Ama eğer kalb gözün açık değil ise, kırk fıçıya da girsen, herkesin gördüğünden farklı bir şey göremezsin. 

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Dede, insan vücudunda hased, inat, gurur, kibir varsa, başka cehennem arama, o vücud cehennem çukurudur. Ama eğer güzellikler varsa, o vücud cennet bahçesidir. Sorum şu Hasan Dede; bir insan vücudunu nasıl cennet bahçesi hâline getirir?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Çok güzel bir soru… Bir insanda hased, kıskanma, inat, kibir gibi duygular varsa, bu kişi zaten ateşler içindedir, yani cehennemdedir. Neden? Çünkü cehennem ateşi gibi bir ateştir bu. İnsanı, bildiğimiz ateşe atsalar, o ateş insanı hemen öldürür; fakat hased ateşi hemen öldürmez, günlerce hattâ haftalarca seni yer, bitirir. 

Hüsâmeddin Çelebi Hazretleri, hem çok çalışkan hem de çok güzel bir delikanlıymış. Hazreti Mevlâna’mız onun hakkında şöyle bir dil sarfetmiştir:

“Ey benim gözümün nûru Hüsâmeddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nûru hemen alsın.”

Bir insan, cehenneme veyahut cennete nasıl girer? Şimdi bu hasedler, kıskanmalar, kin, nefret gibi duygular, insanı cehennem içinde tutuyor ya; bunun için de Hazreti Mevlâna’mız yine buyuruyor ki:

“Ey insan! Sen düşünceden ibaretsin. Eğer huzurlu yaşamak istersen, kendini güzel düşüncelere ver.”

Güzel düşüncelerin mânâ-i sureti hakkında şöyle bir örnek verelim: Bir kişi, eğer güzel düşüncelerle evinin önünü bir çiçek bahçesi hâline getirmişse, gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp da ışıkları yaktığı zaman, gözüne o gül bahçesi görünür ve o kişiye huzur verir. Ama eğer bir kişi, karamsar düşüncelerle evinin bahçesini dikenliklerle donatırsa, ki onların da dostları akrepler ve yılanlardır. Gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp ışığı yakarsa, o kişiye de yılanlar, akrepler görünür ve huzursuz olur. 

İnsan neyi düşünürse, bakışı orayadır. Bu yüzden güzel düşüncelere verin kendinizi ki, geceniz de gündüzünüz de devamlı huzurlu olsun.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…