MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (59)

Gönül bağlı olduğu zaman, gönül bağlanan kişiyle, zaman zaman bağlantı kurulur mu?

Bir insan bir yere gönlünü bağladı mı, orayla rabıtada, devamlı orayla muhabbettedir. Oranın güzellikleri, gönül veren kişide kendini gösterir. Gönlüne başka şeyleri koyduğu zaman bağı kopmuş olur, o güzellikleri kaybeder. Bir yere gönül bağlandı mı, devamlı onunlasın, eğer güzel bir yerse, daima oranın güzellikleri sende tecelli eder. Kişi, oradan ayrılıp, sağa sola bakmayı, aklını dağıtmayı istemez. Çünkü bütün güzellikleri oradan alıyor, ismi üstünde gönül bağı. Rüyada da onunla, ayanda da onunla. Bir de gönüller karşılıklı olursa, o zaman her iki taraftan güzel sesler gelir, her iki taraf da huzur içinde olur. Hazreti Mevlana diyor ya, ses sağ elinde midir? Sallıyorsun, ses yok. Sol elinde midir? Onda da ses yok. İki el birbirine çarparsa, işte o zaman ses çıkar. Gönül bağlıyorsun diyelim onu gönlünde büyütüyor, onu yaşatıyorsun, onda gördüğün güzelliklerle yaşıyorsun. Karşı taraf da sana, senin gibi yüz tutarsa o zaman daha da güzellikler olur, bu sorulara da ihtiyaç kalmaz.

 

Yediyüz sene evvel Mevlana Hazretleri, “Ben maşukum” diyebiliyor. Bu nasıl oluyor?

O diyor. O’dur diyen. “Bugün Ahmed benim, dünkü Ahmed’in devri geçti. Yem ile beslenen padişah değilim. Bütün padişahlar, o padişahı arıyor. O padişah benim” diyor. Hazreti Mevlana’dır diyen. “Ben Cuma mescidi değilim, ben arşın mescidiyim. Benim için Cuma’ymış, Cumartesi’ymiş, Pazar’mış ayrım yok, hepsi bir. Ha şarap içip göğsü morarmış kişi, ezan okuyan er, ikisi de bende bir” diyor.
Nasıl korkusuz konuşuyor… o kadar Veliullah geldi, hepsine saygımız sonsuz, fakat hiçbiri, “Bugün Ahmed benim!” diyemedi. Hazreti Mevlana, yediyüz sene sonra Hazreti Muhammed’in bendesi olarak konuştu. Hazreti Mevlana, bütün dünyada Mevlana Muhammed Celaleddin-i Molla-i Rumi olarak zikredilir. Mevlana’lık, sadece ona verilmiştir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (58)

Hazreti Şems, Mevlana için “Kur’an-ı Kerim’deki bütün tariflere uyuyor o bir Velidir. Ben onun dostuyum demek ki ben ondan daha şanslıyım” diyor. Ne demek istiyor?

Nasıl şanslı olmasın ki o kadar gezdi, Hazreti Mevlana’yı buldu. Bulduğu için arayışı boşa gitmedi. Hazreti Mevlana’nın sayesinde dünya durdukça Şems anılacaktır.
Her insan fitili ateşlenmemiş gaz dolu bir lambaya benzer. Mürşidin vazifesi onun fitilini yakmaktır. Nasıl mı? Yolcuyu uyandırır, kişilik verir, yolcuya kendini tanıtır. O kendini tanıdıktan sonra Hakk’ı zikretmeye çıkar. Ne olur? O ateşi gördü ya ne kadar Allah’ı zikreder ona yönelirse, yavaş yavaş ışık onun vücudundan kendini gösterir, o ışık dışarıya vurmaya başlar. Dışarıya vurunca dostlar edinir. O ışık yakılınca onu zikretmez, ona yönelmezse, o ışık uyandırıldığı için artık orada kalır ama lambayı is tutar, ışık dışarı çıkamaz. Yolcu da karanlıkta yürür, hüzün sıkıntı içinde kalır. Onun için, bu işin şakası olmaz. O ışık yakılınca yolcu uyanır, irşad olur. Ondan sonra yolcu kendi bilir, ister insan gibi yaşar, ister nefsinde yaşar. Nefsinde yaşarsa, Allah’ı hiçbir zaman mesul tutamaz.. Çünkü Hakk kim olduğunu söyledi. Bir kişi Hakk’a kulak vermez, nefsi ağır basar, nefsine uyarsa bu yüzden kayba gider. Eğer çalışır nefsini yenerse yolu rahmaniyete çıkar.
Şems, Mevlana’yı bir kez irşad etti. Cenab-ı Mevlana sohbetler esnasında Şems’i sayısız sefer irşad etti, büyüttü, yüceltti, anlattı. Onun için birinin ismi Şems, birinin Mevlana; Şems, güneş, Mevlana da Allah’ın Efendisi, Hakk diyor benim efendim, hangisi daha üstün gelir? Manada, Mevlana üstün gelir, onu kendine efendi kılmış, o efendilikte dünyada Celaleddin’e verilmiş. Mevlana deyince herkes Konya’daki Mevlana’yı hatırlar. Bütün Japon, Amerikalı, İngiliz, Alman Hazreti Mevlana’nın o güzel düşünceleri, o aydın konuşmalarının etrafında toplanıyorlar. Onun güzel fikirlerinde insanlar kendilerini buluyorlar.
En güzel elbise insan elbisesi, Hakk kendine bu elbiseyi seçti ve bu elbiseden kendini tanıttı. Bu elbiseyle bütün eserlerini dile getirip hepsine isim verdi. Bütün varlıkların en güzeli, en üstünü, her şeyin özü yine insan. İnsan kendini bilmediği için nefsine uyup, hayvani yaşıyor. Gün geliyor kendini ruhi cezaya atıyor.
Bu aleme Evliyaullah geldi, onlara kim yüz tuttu ise yavaş yavaş nefsani duygularından kurtuldu. İnsanlığı seçip, bu fani ömürde nefsine uymayan, Hazreti Muhammed’in şefaatine ulaşıp, bu devranı bitirir. Hazreti Mevlana’nın, Hazreti Muhammed’in sözlerine uymak, onları bedenimizde ruh etmek, bu kısa ömrü güzel bir şekilde geçirmemizi, onların o güzel yüzlerine nail olmamızı sağlar.
Bir şair demiş ki: “Az yaşa çok yaşa, bir gün akıbet gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daima döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner.”
Biz sönmemek, ebedi ışık olmak için geldik. Çünkü aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen, her gün daha da güzel bir dille anılan, güzel bir dost bulduk. Oraya yüz tutup, oraya gönül verdik, orayla yaşamaya çalıştık. Vade geldi mi gidiş yine ona olacak, onun için korku yok. Ebedi bir hayat var. Allah dostu ile dost ol ki dünya durdukça anılasın.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (57)

Dünyevi ve manevi hayatımız arasındaki denge…

Akıl en büyük nimet. İnsan aklını güzel bir yerle büyütürse, dünya o kişi için oyuncak olur. Allah bazısına mal verir, benliğe girer, herkesi küçük görür. Varlık kaç para etti, dost kazanamaz. Madde mana ile yürür. Maneviyata bürünüp, çalışmamak da olmaz. Daha çok çalışacak, daha çok kazanacak, gece gündüz çalıştım, emek harcadım, sağa sola atamam, diye düşünerek daha bilinçli harcayacak. Bir atasözü var, “Hay’dan geldi, huya gitti. Bunlar insanlara ders. Allah verir, insan tutmasını bilirse o varlık kolay kolay elinden gitmez.
Sultan Abdülmecid, Hakk’a yürümeden önce, ben Hakk’a yürüdüğüm zaman doktorlarım, bilginlerim, alimlerim, tasavvuf ehli, komutanlarım, askerlerim, silahlarım ve hazinem cenazemde bulunsun, diye vasiyet etmiş. Gün gelmiş Sultan Abdülmecid Hakk’a yürümüş. Vasiyet yerine getirilmiş.
Kabristandan dönünce ne demek istedi diye düşünmüşler, kimse çözememiş. Bir Dede Efendi’ye sormuşlar, demiş ki: “Hayat doktorla olsaydı, işte doktorlarım, bana ömür veremedi. İlim sahipleri ile olsaydı işte bilginlerim, tasavvuf ehliyle olsaydı işte mürşidlerim, benim için savaşmakla olsaydı işte komutanlarım, işte askerlerim, işte silahlarım, parayla olsaydı işte hazinem. Bunların hiçbiri beni hayatta tutamadı. Benim amelim salih ise o beni kurtarır, demek istedi.”
Hazreti Mevlana, bir kasidesinde, henüz zaman varken vakit geçirmeden maneviyata yönlenmemiz gerektiğini bizlere şöyle anlatıyor ve diyor ki:
“Sevgili! Kalk da bak; can var, cihan var, gençlik var! Güneş de doğdu, etrafa parlak, göz kamaştırıcı ışıklar saçıyor!
Ey zamanımızın Yusufu, ey güzel varlık; kalk! Hani, Züleyha’nın rüyasında arayıp durduğu, fakat bir türlü bulamadığı bir güzel, bir güzellik vardı ya, sen, ondan yüz kat daha güzelsin!
Solda, sağda her tarafta mahluktan, yaratılmıştan, Halık’a, Yaratan’a bir işaret var, bir belge var! Yaratan’ın varlığına, yaratma gücüne en güzel belge sensin! Fakat gönülsüz aşık, bir belge ile kanaat etmez, daha çok belge arar!
Kalk da, fani olmayan, ölümsüz olan yaratıcının yarattığı eserlerdeki ihtişamı, güzelliği seyret! Seyret de, fani dünyadan, dünyaya ait işlerden, nimetlerden çabucak vazgeç, kurtul!
Eşsiz olan o büyük varlık, aziz bir ömürdür, bir hayattır, bir yaşayıştır! Sen, Yaradanı düşünmekten, onun varlığını hissetmekten kaçamazsın! O, dünyanın ruhudur, dünyayı yaşatan O’dur; sense bir şekilden, bir gölge varlıktan ibaretsin!
O aziz varlık öyle güçlüdür ki, taştan yonttuğu bir şekle bile dokunsa onu canlandırır; sen taştan aşağı mısın? Sen bu candan mahrum kalırsan, sana yazık olur; kalk da, onu kendi varlığında hisset, sen de canlan!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (55)

Peygamber Efendimizi, Hazreti Mevlana’yı bize anlatıp, sevdiriyorsunuz. Müridin, Peygamberini, Pirini mürşidinde görmesi gerekiyor, fakat Konya ismini duyunca içimiz ürperiyor. Bu aşkımızın, imanımızın eksikliğini mi gösterir?

Hayır. Size çok açık söylüyorum, orası bütün aşıkların makamıdır. Ne mutlu aşkı büyük olan kişiye. Orası makamdır, fakat Mevlana orada yok. Ne diyor Mevlana, “Ben, ariflerin gönlündeyim?” yani onu bilen, tanıyan, seven aşığının gönlünde…
Birçok büyüklerin makamı var. Diyelim başka bir dergaha ziyarete gittiğinizde, dergahın banisi ortadadır, sağında solunda da ona yakın olanlar durur. Konya’da ise, Cenab-ı Mevlana’dan önce babası var. Hazreti Mevlana’dan sonra gelen temsilcileri Hazreti Mevlana’nın önünde, onların temsilcileri onların önünde, çıkış kapısına kadar hep Dedeler var. Yani, beni benden sonra gelenden sor, diye kapıya kadar gider, sonunda bizi hayatta olandan sor, anlamındadır.
Hazreti Mevlana öne çıkmamış, sevenlerini hep önüne almış. O kadar güzel bir erkan ki olmaz derecede. Allah kısmet ederse hepimizin yüz süreceği yer. Çünkü biz oranın varisleri, oranın temsilcileriyiz. Oradaki makam da bizlerin, başka birinin değil. Gidersek kendi makamlarımızı şenlendireceğiz, kubur orada, sahibi burada, işte böyle gidiyor. Her şeyi açık anlatıyor, insanları hayallere, gerilere götürmüyoruz. Allah’ın bütün güzellikleri, onun o nurlu siması, sayısız hakikatleri hep seveniyle, insanla dile geldi. Hiçbir üstad, Hazreti Mevlana kadar açık söylemedi; “Bu kadar Allah dediniz, daha mı Allah’laşmadınız? Bu kadar Kur’an-ı Kerim okudunuz, daha mı Kur’an’laşmadınız?” Hazreti Mevlana bu sözle ne demek istiyor? Aşkla bir şeyi zikrettin mi, bil ki sen yoksun, o var. Çünkü aşka girmiş o yere aşık olmuş, aklını kaybetmişsin, başında akıl da, düşünce de, fikir de, o olmuş. Sen o olmuşsun. Aşk yoksa, Allah, Allah, Allah diye zikrederken akıl başka yerde gezerse, o olamıyorsun. Kur’an-ı Kerim’i de aşksız, sevgisiz okursan, sadece dilde, mana yok, anlamıyorsun. Ne oldu? Ne Kur’an’laşır, ne de Hakk’la Hakk olursun, zikreden de boş, okuyan da boş. Onun için hiçbir yere varamıyorsun. Sevgi olursa, aşk olursa, kişilik gider, oranın güzellikleri kendini gösterir. Her şey sevgi istiyor.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (53)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Galata Mevlevihanesinin bir postnişini misafirine Mevlevihaneyi gezdirirken, “Bizim iki mutfağımız var. Birinde yemek pişiyor ve,” semahaneyi göstererek, “burada da insanlar pişiyor” demiş. İnsanları sohbet mi pişirir yoksa sema mı?

Sema insanı pişirmez. Güneş sebzeleri, meyveleri olgunlaştırır. Ateş sebzeleri pişirir, tat verir. İnsanı da insan olgunlaştırır. İnsan insandan aşı alır ve insanlık yoluna girer. Bir insan kendi kendine olgunlaşamaz. Bahçede kendi kendine meydana gelmiş bir ağacın meyvesi ya ekşi, ya acı olur. Kesmeye kıyamaz, aşıdan anlayan usta getirirsin. Bahçıvan onu aşılar, bir güzel budar, seneye baharda açar ve çok güzel meyve verir. İnsan da kişiliğini bulmadıktan sonra ne kadar zahiri bilgisi, ne kadar parası olursa olsun, bahçede kendi kendine yetişmiş meyve ağacı gibidir. Hiçbir tarafa faydası yoktur. Öyle kendi kendine yaşar gider. Bir Hakk ehline gönül verir, kişiliğini bulursa o zaman hem hayatı düzelir, hem topluma yararlı olur.
Tohum toprağa ekildiği zaman, mevsimi gelince çiçekler, ekinler, meyveler şeklinde suretini verir. İnsan olanın vazifesi, bu alemde kişiliğini bulup sevenlerine insanlık tohumu atmaktır. İnsanlık tohumunu attığı zaman kendisini onlarda ekmiş olur. Bu alemden göçtükten sonra, sevgiyle rahmetle anılır. Bir insan dünyaları kazansa böyle bir sıfata bürünemedikten sonra bütün kazançları boştur. Mal, mülk insanı kurtarmaz. Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana insanlık tohumu attılar. Kim gönül verip imanla baktı ise, oranın varisi oldu. Acizane dilim döndüğü, gönlüm oraya bağlı olduğu kadar, sizlere oradan söz etmeye memurum, başka yerden değil. Çünkü aşkımı oryaya vermiş, gönlümü oryaya bağlamışım. Ne zuhura gelirse oradandır, bizden değil. Onun için Yüce Mevlana’mız buyurmuştur ki: “Ey aşık! Aşk ile geldiysen makamı maşuk yerine, ziyaret eden de sensin, ziyaret edilen de sensin.” Bunu dünyamızda hiçbir Veli bu kadar açık söylemedi.
Yine Hazreti Mevlana, “Beni kabirde aramayın, ben ariflerin gönlündeyim” diyor. Yani gidenlerin bütün uğraşları, kendilerini insanlara kazandırmak içindi. Bütün gidenleri, kim yapıyorsa onların varisliğini, ondan sorun. Medine’ye Hazreti Resulallah’ın makamına gitsen ne kadar seslensen konuşmaz, sana cevap vermez. Necef’e Hazreti Ali’nin makamına gitsen, ne kadar konuşsan oradan da sana cevap gelmez. Konya’ya Cenab-ı Pir’in makamına gidersin konuşursun, dökersin içini yine cevap gelmez ama varisine sordun mu cevap alırsın. Ne kadar açık vermişler.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (46)

Dünya yaşamında aklımızı nasıl kullanmalıyız?

Dünyayı elden bırakmayacak ama gönlüne de koymayacaksın. Bazısının gözleri maddeden başka bir şey görmez, kendini kaptırmış gider.
Akıl, Allah’ın bir sevgilisinin aklıyla büyütülürse o akıl toprağa girmez. Misal olarak, Hazreti Mevlana’nın aklını beğenmiş, onun yaşamını, fikirlerini benimsemiş, onun aklı ile kendi aklını büyütmüş kişide büyük akıl vardır. Hazreti Muhammed’in, Hazreti Mevlana’nın, Velilerin akılları tasavvufta akl-ı külldür. Onlar akıllarını Hakk’ta yok ettiler. Hakk’ı gönüllerinin en güzel yerine koyarak, onunla yola çıktıkları için aklın büyüğü onlardadır. Bizlerse akl-ı cüz, akl-ı ma’ş, akl-ı ma’d, bu üç akılda dolaşıyoruz. Kainat akl-ı cüz, küçük akılda. Akl-ı ma’ş, aklını menfaate yorar. Akl-ı ma’d da sabit fikirlidir, Nuh der Peygamber demez. Güzeli akılda baş etmek, en güzel akıl o. O akıl artık güzelleşir, ışık olur. Benliğinde kalmış, bir Hakk dostuna yüz tutmamış, onun fikirlerini, güzelliğini benimsememiş kişinin yaşantısı boştur. Küçük akıldan vazgeçilir, Hazreti Pir’in eserleri okunarak, onun güzel fikirleri vücutta ruh, başta akıl edilirse hayat güzelleşir. En büyük alim, İblis’ti. Onun ismi İblis olmadan önce, Azazil Efendi idi. Yani bedenimizdeki bütün azaların efendisiydi. Adem’e, ondan daha mütevazı birine, bir rençbere baş kesmesi için emir geldiği zaman, “Hayır, ben ateştenim o topraktan, nasıl eğilirim, o hiçbir şey bilmiyor” dedi. Orada kim (Hakk) gizlenmiş görmedi. Ondan sonra lanet halkasını boynuna aldı. Azazillikten İblisliğe geçti. İblis kimdir? İnsan insanın İblis’idir, insan insanın Rahman’ıdır. Bir insan arkadaşlarını doğru yola götürür, güzellikler ikram ederse onun Rahman’ıdır, kötü yola götürürse onun İblis’idir.

Hazreti Mevlana’mızın çok bir kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Ay mı istiyorsun, güneş mi arzu ediyorsun? İşte; ay da burada, güneş de burada! Yok, feyizli seher vaktinin gelmesini, sabah olmasını mı istiyorsun? Onlar da, işte şurada, sevgilinin yanında!..
Ey Kenan Yusufu, ey Süleyman’ın canı; taç ve taht mı istiyorsun? İşte taç, işte taht; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey savaşların Hamzası, ey cenklerin Rüstemi! Kılıç, kalkan istiyorsanız, başka yerde aramayın; onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey hoş gül kokuları koklayan bülbül, ey tatlı sözler söyleyen papağan; gül mü istiyorsunuz, şeker mi arzu ediyorsunuz? Geliniz, geliniz; gül de burada, şeker de burada, sevgilinin yanında!..
Ey Hakk yoluna düşen, Hakk’ı arayan, ilahi tecelliye mazhar olmak dileyen zamanın Musa’sı! Hakk’ı görecek mana gözü, O’nun buyruklarını duyacak mana kulağı istiyorsan, işte, onlar da burada, sevgilinin yanında!..
Ey gönlü kinle, nefretle dolu şeytan, ey bizim eski düşmanımız; fitne mi istiyorsun, fesat mı istiyorsun, şer mi arzu ediyorsun? O kötülüklerin hepsi burada, sevgilinin yanında!..
Sus; bu kadar fazla söyleme! Kalk Hakk yoluna düş! Yol arkadaşı mı istiyorsun? İşte burada; sevgili yol arkadaşı! Başka ne arıyorsun?..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (44)

Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin avlusundan geçerken oradaki bir levhada, yemeğe tuzla başlayın tuzla bitirin, diye yazıyordu. Bunun adab ve erkanla bir ilgisi var mıdır? Mevlevilikte de bu böyle midir?

Tuz bütün yemeklerin imanıdır, canıdır. Çünkü tuz olmasaydı, hiçbir yemeğin tadı olmazdı.

Size şöyle bir hikaye anlatayım: Bir gün hanımın biri oğlunu gelininden kıskanmış. Oğlu durumu fark etmiş. “Anneciğim seni tuz gibi, hanımımı şeker gibi severim” demiş.
Karısı sevinmiş, annesi üzülmüş. Çocuk bakmış, annesinin daha fazla yüzü asılmış.
“Anneciğim bugün bütün yemekleri şekerli yap” demiş.
O gün sofrada yemeklerin hiçbiri yenilmemiş.
“Sofrada tek bir yemek şekerli yenir o da tatlıdır. Ben seni onun için tuz gibi seviyorum dedim” demiş.

Tasavvuf ehli sofraya oturduğu zaman, “Bismillahirrahmanirrahim” der, şehadet parmağını tuza batırır, ondan sonra yemeğe başlar. Tuzla başlanır, bugün yaparlar yapmazlar başka.
Mevlevilikte kaşıklar kapalıdır ve yönü kalbe doğru çevrilir, çatal da öyle. Hazreti Mevlana, Aşk Piri olduğundan, aşkta olanlar için, kendi ağzımla yemiyorum madem ki kalbimde Sevgili var, Sevgilimin ağzıyla yiyorum, anlamını taşır. Ne kadar incelikler var. Yine, Mevlevilikte Şeyh elini öptürmez. Karşılıklı el öperler, isterse çocuk olsun, elini öperse Şeyh de onun elini öper. Çünkü büyüklük yok, mütevazılık var.

Hazreti Muhammed, sahabesi ile otururken güzel bir muhabbet açılır. Allah’ın güzelliklerinden bahsederken içlerinden biri susar, “Ya Resulallah! Susadım, testi nerede? “diye sorar. Hazreti Resulallah hemen, “Ben veririm” diye kalkıp su verir. Neden? çünkü onun evinde misafirler, kimseyi yerinden kaldırmaz. Su ikram ederken, “Başka su isteyen var mı?” diye sorar.
Gençlerin aralarında, “Ne mutlu bu yaşlılara, onun elinden su içiyorlar” diye konuştuklarını duyunca, onlara “Gam yemeyin, sizlere de ikram edeceğim” der.
O sırada kapı çalınır, başka ülkelerden yeni misafirler gelir. Resulallah’ı tanımadıkları için “Allah Resulü kimdir?” diye sorarlar.
“Misafirlerine su ikram edendir” diye cevap verir. Benim, demez.
Eskiden Mevlevilikte çaylar demlendiği zaman, Dede ikram eder, meydancı da yanında şeker taşırmış. Bir Dede çayını beklemez, hizmete geçer. Çünkü, Resulallah’ın temsilcisi, Resulallah nasıl yapmışsa aynını yapar, zerre kadar benlik, gurur yoktur. Hep Allah’ın ikramı ile yaşar, konuşur, susar. Bu güzel terbiyeler ortadan kalktı. Sanılıyor ki saadet parayla, güzellikle, gençlikledir. Hepsi boş, saadet ancak Allah’ladır. Onun güzelliği solmaz. Onun dilinde acılık, kırıcılık yoktur. Allah’ı, Allah’ın elçileriyle bulacaksın. Allah, kainatı yarattı. En son insanı yarattı, insanda kendini yarattı. Kim Hakk dostu ise, onun sıfatını taşır. Oraya imanla bak, kaybetmezsin. Hazreti Muhammed hayatı boyunca ‘Ben’ sözü etmedi. Hep, Allah şöyle buyurdu, böyle buyurdu, dedi, daima teslimiyetli muhabbet yaptı. Biz biraz kazansak, ben şöyle yaptım, sen ne bilirsin gibi sözler kullanırız. Onun için bereket, düzen, huzur, güzellik gider.
Cenab-ı Mevlana’nın ne güzel bir nasihatı var: Bir topluluğa kendini karınca gibi küçük görerek, başın kesik git. Oradaki sohbette, sözler gerçeği yansıtmıyorsa, zaman boşa geçmesin, aslan gibi kükre hakikati sun, bari birkaç kişi faydalansın. Öyle eyvallah deme, söylenenler boşsa, illallah de konuşmaya başla.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (32)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir?

Hazreti Mevlana, ilk temsilcilerinde tamamen kendini yenilemiştir. Yani bir yerde, Hazreti Mevlana, Hüsameddin Çelebi olmuş, onun bedeninde işlemiştir. Önce Şeyh Selahaddin Efendi’de tecelli etti. Şeyh Selahaddin Efendi ümmi idi, kuyumculuk yapardı. Hazreti Mevlana’dan önce Hakk’a yürüdü. Ona, “Şems bilgiliydi. Sen ise ilim sahibi değilsin. Bu güzel sözleri nasıl konuşuyorsun?” diye sorulduğunda, Şeyh Selahaddin Efendi şöyle cevap verdi: “Hiçbir söz bana ait değil. Konuştuğum sözlerin hepsi, aynama ait.” Yani Hazreti Mevlana’yı kendime ayna ettim, bu sözler ona ait, demek istedi.

Şeyh Selahaddin Efendi, Sultan Veled’in kayınpederiydi ve Sultan Veled Hazretleri kayın pederini çok severdi.
Şeyh Selahaddin Efendi verem hastalığına tutuldu. Hastalığı günden güne ilerleyerek, sancılar, ateşler yapmaya başladı ama o kimseye belli etmedi. Damadı ziyaretine geldiği zaman, onu çok sevdiği için bütün ağrıları üstünden giderdi. Bir gün muhabbetleri uzayınca, sancılar başgösterdi. Şeyh Selahaddin Efendi’nin yüzü biraz buruştu. Sultan Veled dayanamayarak, “Efendi Baba Hazretleri, siz çok rahatsızsınız ama hastalığınızı benden gizliyorsunuz” dedi.
“Evet, bugüne kadar hep gizledim, şimdi ağrılar çok şiddetlendiği için gizleyemedim. Sen gelince, bana güç veriyorsun, kendimi iyi hissediyorum.”
“Efendi Baba Hazretleri, bu alemden göç edersen, ben kime gönül açacağım, kiminle dertleşeceğim, benim halim ne olacak?”
“Ben bu alemden gittikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene. Biri seni benim gibi severse onun boynuna sarıl, elini öp, o benim. Çünkü bizim özümüz sevgidir.”

Hazreti Mevlana’nın çok güzel kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Bütün dostlarımız gittiler, biz yapayalnız kaldık. Kimsesizler kimsesi, yalnız kalanların dostunu, her an çağırıp duruyoruz.
Bütün dostlar, hayal gibi gözümüzden çekilip gittiler. Biz de yalnız kalınca bütün dostlar bizi bırakıp gidince, bizler de Sevgilinin hayalini gözümüzün önüne aldık.
Bir zaman geliyordu, Sevgilinin ırmağından sular alıyor, kaplarımızı dolduruyorduk. Ayrılık ateşiyle tutuşmuş olan gönlümüze serpeliyorduk. Zaman oluyordu, aşk ağacının altında meyve silkeliyorduk.
Bir an oluyordu, bize şekerler, inciler saçıyordu. Bir an oluyordu, şekerlerine üşüşen sinekleri kovuyorduk.
Sevgilinin hayali, evinin kapısından çıkınca, onun kapısına kapıcı olduk. Hayali kapıdan çıkıp gidince, biz o kapıda kaldık, ayrılmadık…”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKZİ’NE… (31)

Hazreti Mevlana, “Kimse sırrıma talip olmadı” demiş. Kimse talip olmadığı için mi Mesnevi’yi meydana getirdi?

Onun sırrına kim talip oldu ise o kişi onu giymiştir. Meydan ona teslim edilmiştir. Dede’lik alınır, verilmez. Mevlevilikte binlerce Dede maneviyatla yola çıkıp, Hakk’ı ne kadar güzel bir dille yad ederse etsin yine temelinde Hazreti Mevlana vardır, Pir çıkma yoktur. Mevlevilikte, şu Dede burada yatar, o Dede şurada yatar ama hepsi Hazreti Mevlana’ya bağlıdır.
Galib Dede Hazretleri, Hüsn-ü Aşk’ı yazarken Hazreti Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden, Rubaiyat’ından sözler alıp, kendi şiirlerini süsler. Dedeler okurken o sözlerin bir kısmının Hazreti Mevlana’ya ait olduğunu görerek, “Galib senin şiirlerin güzel süslenmiş ama Hazreti Mevlana’nın şiirlerinden çalmışsın” derler. O da, “Evet, ondan çalmayacağım da, kimden çalacağım. O benim sevgilim, Sen de benim kadar sev, sen de çal, ayrı gayrı değiliz” der.
Mevlevilikte hiç ilahi yoktu. Mevlevilikte hep ayin yazılır, aşkın büyüğü söylenir. Dört satırlık, iki kıtalık aşk yoktur. İlahilere fakir sebep oldu. Dedeler hep ayin yazmışlar. Muhabbetler hep ayinle geçmiş.
Dünyamızda aşkı, sevgiyi en çok söyleyen Hazreti Mevlana’dır. Tüm insanları ayırım yapmadan, birliğe davet etti ve kendini bütün insanlığa kazandırdı.

Hazreti Mevlana’nın sırlarına talip olmaya gelince…

Aşkla, sevgiyle talip olunur. Hakk her şeyin üstünde tutulur, gün gelir, hiç akıl girmez tereddütler olmazsa, o kendiliğinden ikrama çıkar.
Manevi Dede Hakk’a yürüdüğü zaman, meydan boş kalmasın diye yerine biri teberruken geçer. Bu kişi buranın düzenini yürütür. Mana Dedeliğini, biri alırsa ilk Dede manen soyunur, postuna oturmaz.
Şems-i Tebrizi Hazretleri, Hazreti Mevlana’ya, manen soyunduğu zaman Sultan Veled Hazretleri babasının o bilgisini, güzelliklerini kıskanır. Bir gece Şems’in odasına gider ve onu ocak başında tefekkürde bulur. Şems, onun başını dizine koyup okşar, hal hatır sorar. Bir vakitten sonra, “Ey benim güzel şehzadem, seni buraya getiren nedir?” der.
“Babama bazı sırlar ikram ettikten sonra o çok değişti. O sırlardan biraz bana da verir misin?”
“Veled Veled! Babanın gerek sakalındaki gerek başındaki kılların hepsi birer Şems’tir. Ben de artık hiçbir şey kalmadı. Git, benim varlığımı babanda gör.”
Sana da öğreteyim, demedi. Ben artık yükü taşıyana attım, bütün güzellikleri orada gör, demek istedi. Bir kişiyi Dede’yi giydi mi, o artık postuna oturmaz. Misafir gibi gider, orada kendini seyreder. Gün geldi, Hazreti Mevlana, Şems oldu.
Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, bütün büyükler bizim sünnetlerimizdir. Kim nöbeti almışsa bu alemde, onları ona sorarsın.
Hazreti Mevlana’ya “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” diye sormuşlar.
Hazreti Mevlana, hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz” diye cevaplamış. O kokuyu Evliyaullah’tan alacaksınız. “Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” dedi ve onu yaşatmaya çıktı.
Gül, renkli ve kokuludur ama aşılanmamışsa kokusu yoktur. Bir insan da, bir Velinin yaşamını etüd ederse oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar. Onun için Hazreti Mevlana, “Beni kabirde aramayın. Ben kabirde değil, ariflerin kalbindeyim” diyor. Kabir bir makamdır.
Her Veli eserleriyle, bıraktığı güzelliklerle yaşar. Mal, mülk bırakmak insanı yaşatmaz. Onun için Veliler bir hoş seda bıraktılar. Bu, insanlık için maldan mülkten daha yararlıdır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (16)

Mevlevilikte mecaz ve manevi aşk nasıl anlatılır?

Her zaman Mevlevilik, hiçbir yola benzemez, diyoruz. Çünkü Hazreti Mevlana, Aşk Piridir. Sevgi ve aşkı onun kadar söyleyen manevi bir üstad daha dünyaya gelmemiştir. Zaten aşkı bilmeyen Mevleviliği kolay kolay anlayamaz. Çünkü buradaki muhabbetlerde sevgiye, aşka ağırlık verilir. İnsana mecaz aşkı yaşatan, aklından fikrinden bir an çıkmayan, o güzel sevgiliyi veren bir Yaratıcı var. Sevgilinin yüzündeki, o güzel nur da Allah’ın bir hediyesidir. Allah baştan aşağı nurdur, mecazdaki o güzel aşk maneviyata verildiği zaman nefs, sıkıntı, hüzün kalmaz. Kişi kendinden çıkar, vücudunu sevgili kaplarsa, sevgili aşığına gam, keder vermez. Ancak yakar. Burası hep sevgi, aşk istiyor, iman istiyor. Çünkü her şeyin sahibi O.
Hazreti Mevlana, “Mecaz aşk bana gelmek için köprüdür” der. Mecaz aşkı tatmadan, manayı nasıl tadacaksın? O da Allah’ın bizlere bir oyunudur, ufak bir şeyle aklımızı başımızdan oynatır. Daha sonra kişi bana bu aşk, bu güzel sevgili, bu güzel duygular nereden geldi diye daha derine iner sahibini bulup her şeyiyle oraya yönelirse o zaman büyük kazanca gider.
Hazreti Mevlana’ya, “Allah’ı bu kadar zikrediyorsun, meth ediyorsun, ona bir şiir söyler misin?” demişler.
“Söylerim” demiş.
“Yandım güzel, aşkına hararetine. Gayrı güzel sevmeyeceğim ey Tanrım senin aşkına.”
Ne güzel söylemiş…
Hazreti Mevlana, bazen güzellere seslenir: “Ey güzel güneşim diye hitapta bulunma, benim vergimdir o sana. Yüzün bana dönük olursa iki alem seni bir güneş, bir kemal görür. Benden yüzünü çekersen, bir an gelir seni duvar haline getirir.” Nasıl getirir? Bir hastalık, bir sıkıntı verir, saçlar ağarır, dişler dökülür, yüz buruşur, o mecaz güzelliği gider. Onun için nefsimizden üstün bir yer varsa, o da manevi Sevgilimizdir. Onu gönlümüze koyduktan sonra, o her şeyi halleder. Onu gönlümüze koymazsak dertten, gamdan, hüzünden kurtulamayız.
Seyyid Burhaneddin Efendi’nin güzel bir sözü vardır, “Kim nefsi ile barışıksa, bilsin ki Allah ile savaştadır.”
Manevi büyüklerimizin hepsi nefsleriyle savaşarak güzelliklere kavuştular. Nefsi ile dost olan bilsin ki, Allah’la savaşıyor. Allah’la savaşan her an mağlubiyete gider.
Ne kadar güzel söylemiş Seyyid Burhaneddin Efendi, “Denizdeki canavardan korkma, içinde deniz olan canavardan kork.”
Nefsin öyle büyümüş ki, vücudunda deniz olmuş, almış seni götürüyor. Fakat onu görmüyorsun, o görünmeyen düşmandan kork.
Nefsin düşmanı Allah’dır, kalbine Hakk’ı koyarsan o gider…