MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (40)

Maarif’in birkaç yerinde altı yönden bahsediyor ama açıklama getirmiyor. Anlatır mısınız?

Ön, arka, sağ, sol, yukarı, aşağı altı yöndür. Altı yönden görünen hep benim, nereye baksan, hangi yöne dönsen hep benim der, Cenab-ı Hakk. Bir insan Rabbine aşık olursa, nereye baksa onun gözü ile bakar. Suya, dağa nereye baksa onun hayali, güzelliği çıkar. Çünkü onu gönlüne koymuş.
Biri, dağ eteğindeyim, önümde dağ var, Hakk’ı göremiyorum derse, aşık değildir. Aşık olmayan bir insan altı yönde nereye baksa, o yöndeki nesneleri görür, Hakk’ı göremez.
Melekler saf nurdan olup, dört unsur ve altı yönün dışında, yerin ve göğün ötesindedirler.
Dört unsur ateş, su, hava, topraktır. Bunlar da bizim vücudumuzdadır. Vücuttaki hararet (ateş), güneşten bir parça; nefes (hava), semavattan bir parça; vücudun dörtte üçü su, okyanustan bir parça; deri ile kemik, o da topraktan bir parçadır.

 

“Din güzel ahlaktır” tanımı çok güzel; bu tanımı açıklar mısınız?

Hazreti Mevlana’nın diliyle anlatalım. Mevlana’mız buyurur:
Bir gün Salih kavminin uluları içlerinden bir kişiyi, Hazreti Muhammed’e “Dinin nedir?” diye sorması için gönderirler.
Adam huzura gelir.
“Ya Resulallah, bir sorum var.”
“Buyur, sorun nedir?”
“Senin dinin nedir bu alemde?”
Hazreti Muhammed, “Benim dinim ahlaktır” der.
Cevabı alır almaz, kendisini gönderen kişilere gidip, “Sordum, benim dinim ahlaktır, dedi” der.
Salih kavmi, ahlakın manasını çözmeye çalışırlar, ancak kendi çözümleriyle ikna olamadıklarından aynı kişiyi tekrar Hazreti Muhammed’e ahlakın manasını öğrenmeye gönderirler. Bu zat gelir gelmez selam verir;
“Ya Muhammed, dinin nedir?” diye tekrara sorar.
Hazreti Muhammed, daha önce işitmedi sanarak, üç sefer, “Ahlak, ahlak, ahlak” der demez, “Bunu işittim. Bunun manasını öğrenmeye geldim” der.
“Bir insan, hiçbir ilme sahip olmasa bile, insan toplumu için yararlı fikirler üretirse, bu kişi ahlak sahibidir, bendendir. Bir kişi, ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, insanlığı ikiliğe, fesada, kavgaya sürüklerse, o benden değildir.”
Hazreti Muhammed’in dini, yüksek ahlak üzerine kurulmuştur. Yüksek ahlak, güzel fikirler üretmek, insanları birliğe, kardeşliğe davet etmek, birlikte tutmaktır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (39)

Sırat köprüsü nedir?

Sizlere Behlül-i Dana Hazretlerinden bir hikaye anlatayım: Behlül-i Dana Hazretleri, Harun Raşid’in kardeşidir. Bir Cuma günü Behlül-i Dana Hazretleri camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celali esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahiden konuşmuş. Namaz eda edilip çıkılmış.
Haftaya, Behlül-i Dana Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş.
Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dana kova, kürek bekliyor.
“Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış.
Behlül-i Dana kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış.
“Behlül nereden geliyorsun?”
“Cehennemden.”
“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”
“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”
Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manayı sureti dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür. İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın kırmayacaksın. Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek? Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Hazreti Mevlana, bir kasidesinde şöyle buyuruyor:
“Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede; gafilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmadadır!
Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun bugün say! Bak bakalım, bugünü de hangi sevdalarla harcıyorsun?
Gah cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile, gah iyi yemek, içmek ile bu aziz ömür geçip gitmede, her nefesde eksilmede!
Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır!
Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır!
Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..
Teni besleyip şişmanlatmaya bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek, mezar kurtlarına yem olacak bir kurbandır! Sen, gönlünü manevi gıdalarla beslemeye bak; yücelere gidecek, şereflenecek olan odur!
Bu leşe, yağlı ballı şeyleri az ver! Çünkü, tenini besleyen kişi, şehvetine, nefsani arzulara kapılıyor; sonunda da rezil olup gidiyor!
Sen, ruha manevi yiyecekler ver; yağlı ballı düşünüş, anlayış, buluş gıdaları ver de, gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (38)

Hazreti Mevlana’nın sevgi çağrısı ve İslam’ın gerçeği… (devam)

Ud da, Farabi Hazretlerinden meydana gelmiştir. Udla Hakk’a nağmeler söyledi. O devrin bilginleri Farabi Hazretlerine dil uzattılar. O da, “Bu udun çalınması helal mi haram mı bir deneyelim. Şeyh’ül İslam’ın devesini on gün aç bırakın, on gün sonra bir ağaç altında ben udu çalayım, siz de deveyi çıkarın ve bir tekne hamur getirin. Eğer deve hamuru yerse, ben udu kıracağım, sizin fetvanızı kabul edeceğim. Eğer hamuru yemez dinlerse, o zaman bakın hayvana bile tesir ediyor, siz de ona göre fetvanızı verin” demiş.
Farabi Hazretleri udu çalıp, Hakk’a güzel şeyler söylemeye başlayınca deve başını kaldırıp, dinlemeye gelmiş. Hamura dokunmamış. Rivayete göre udun çalması durduktan on dakika sonra deve hamuru yemeye başlamış.
Hazreti Mevlana ney üflemedi. Onun kullandığı saz rebabtı. Hazreti Mevlana’nın neyzeninin adı Hamza Dede’dir. Hamza Dede vefat ettiği zaman Cenab-ı Mevlana birinin muhabbetindeymiş. Hamza Dede’yi gaslhaneye çıkarmışlar. Hazreti Mevlana’dan izinsiz yıkayıp, haber vermişler.
Cenab-ı Mevlana’nın, “Hayır, Hamza Hakk’a yürümedi” demesi herkesi çok şaşırtmış.
Hamza Dede’nin başucuna gelip, “Ey Hamza! Destur almadan nasıl yola çıktın? Hadi kalk o neyi bir daha konuştur, sonra yola çık” der demez, Hamza Dede ruhuna kavuşmuş. Hazreti Mevlana önde, o arkada başlamış ney üflemeye. Semahanede, Hazreti Mevlana bir müddet sema ettikten sonra, “Her iş tamamlandı” deyince, Hamza Dede teneşire gidip, bir Hu çekip ruhunu teslim etmiş.
Cenab-ı Mevlana, Hamza Dede’nin neyini de kabrine koymuştur. Dünyada onun gibi ney üfleyen yok.
Hazreti Mevlana, sazları zikretmeye koymuş. Ayin icra edilirken semazenler kendinden geçerek sema haline girerler. Bütün dünya gelip, onların başları dönmeden, dakikalarca sema etmelerine bakıyor. Bütün sazlar buradan çıkmadır. Hatta org önce Galata’da Mevlevi Dedeleri tarafından tahsil edilmiş, ondan sonra kiliselere girmiştir. Mevlevilik, sazıyla, sözüyle, semazenleriyle, her şeyiyle zengindir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (37)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hazreti Mevlana’nın felsefesinin tanıtılması lazım. İnsanlar Hazreti Mevlana’nın felsefesi ile İslam’ın gerçeğini bilmesi lazım. Fakat neden Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde ne televizyonlarda ne de okullarda bu sevgi çağrısı yapılmıyor?

Din, İslam miras değil, her zaman sevip yaşatanındır. Rabb’ül alemin, sözünde ayrım yok; bütün kainat Allah’ındır. Kur’an-ı Kerim’i, büyüklerin eserlerini, Hıristiyan alemi daha güzel okuyor, daha güzel anlıyor ve güzelliklere koşuyorlar. Misal olarak, kandillerde, Ramazan’da insanlar yaptıklarından tövbekar olurlar. Tasavvufa göre, her gün her saat aynıdır. Hazreti Mevlana, “Benim nazarımda Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe… hepsi birdir. Günler arasında bir ayırım yoktur” diyor. Neden? Sevgilisiyle kol kola olmuş, ara vermiyor. Yakalamış sevgilisini bırakmıyor. Her gün, her saat, her saniye onunla beraber. Ehl-i tasavvuflar her an sevdiğiyle beraberdir. Öyle senede birkaç ayı, günü beklemez; imanı, inancı, ikrarı sahi ise bu kişiler her an huzur içindedir. İmanında, inancında şüphe varsa, ikrarı boş ise o kişiyi ne cami ne de başka bir yer paklar. Demek ki, boy gösterip, nefsinde yaşıyor, kolay kolay huzura varamaz; ama iman sahibiyse her zaman Hakk onda o Hakk’ta, başı kesik gönül muhabbeti daim, her an rabıtadadır. Bizler her saat, her dakika onunla olamadığımız için, bari senede iki-üç ay olalım. Belki iki-üç ayda da, birkaç gün olalım. Yine bir sevap nail olur.
Büyüklerimiz bizlere örnek olacak çok güzel şeyler bıraktılar. Bizler paraya, mala, mülke tamah ettik. Büyüklerimizin bu güzel sözlerini bir gözden geçirelim, eserlerinden insanlık öğrenelim, demedik. Onun için ne kadar mal varlığımız olursa olsun, insanlık noksanımız var. İnsanlıktan eksiğimiz olduğu sürece böyle çirkinlikler, kavgalar doğar. Bilginlerimiz, Kur’an-ı Kerim’in kuru tefsirine gireceklerine, Kur’an sahibinin hayatını tahsil etseler, Kur’an’ı daha güzel anlarlar. Sahibini bırakıp, eserini aldıkları için böyle ikiliklerde kalmışlar. Bu yüzden kendilerini kavgalarda, gürültülerde bulurlar. Hakk yüzünü oradan gösterdi. Hazreti Muhammed tamamen Rahmet-i İlahidir, bütün güzelliklerin sahibidir.
Dünyanın her yerinden yüzlerce kişi, binlerce kilometre yol kat ederek, Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi’ne bir Mevlevi’nin Allah’a karşı ibadetinin nasıl olduğunu görmeye geliyorlar. Çünkü İslam’da saz çalınmaz, haramdır demişler. İslam’ı dünyaya yanlış tanıtmışlar. Düşünmezler ki Hazreti Muhammed, Mekke’den Medine’ye göç ettiği zaman Medine halkı, Hazreti Muhammed’i bendirlerle, kudümlerle karşıladı. İslam’da en büyük devrimi yapan Hazreti Mevlana’dır. Müziği ibadete soktu, ne korktu, ne sıkıldı. Kur’an’ın kendisiydi. Hiçbir bilginin onun karşısında duracak gücü yoktu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (36)

Mesnevi’de sema yoktur diyenlere gelince… (devam)

Mevlana Hazretleri, Şems-i Tebrizi ile yolda yürürken bir değirmen başına gelirler. Akan suyun, değirmen çarkını döndürüşünü seyrederken Şems-i Tebrizi bir “Allah!” diyerek sema etmeye başlar, arkasından da Hazreti Mevlana. Onlar ilk kez değirmen başında sema yaptılar.
Dünyamızda ilk sema Hazreti Muhammed zamanında, Cafer-i Tayyar’la başlamıştır, Hazreti Mevlana semaya sahiptir ve bütün dünya semadadır.
Hazreti Mevlana, “Sema durursa nizam-ı alem bozulur. Ay ve yıldızlar, güneş etrafında döner, hepsi semadadır” der. Hep söylerim, füze dahi aya semasız gidemez. Mermi de namludan çıkarken sema etmeden hedefine varamaz. Uçakların motorları, pervaneler, bütün makineler semadadır. Bir çok şey sema ile kemalatı buluyor. Zikrin büyüğü semadır.
Mevlana der ki: “Ben bir pergele benzerim. Sol ayağım pergelin dikmesidir, sağ ayağım çark atarken yetmişiki milletin gönlünü tavaf ederim.”
Bu kişiler Mevlana sema etmemiş mi, diyorlar?..
Bir gün Hazreti Mevlana’ya derler ki: “Bütün hatipler İslam’da çalgının haram olduğunu söylüyorlar.”
O devirde Hazreti Mevlana’nın kullandığı saz rebabtı. Hazreti Mevlana, tebessüm edip şöyle dedi: “Benim rebabımın sesi, Hakk aşıklarına cennet kapılarının açılış, kaba sofulara da cennet kapılarının kapanış sesidir.”
Peygamber Efendimizin devrinde bir tane kemençeci varmış. Kemençe dörtbin senelik bir sazdır. Mevta gömüldüğü zaman kemençeci mezar başına gelip, kemençe çalarmış. Ömer-i Faruk kemençe çalmasına sinirlenir ama Hazreti Muhammed bir şey söylemediği için sesini çıkarmazmış. Aradan zaman geçer, Hazreti Resulallah dar’ül bekaya yol alır, Ebu Bekir halife olur. Yine biri vefat eder. Cemaat dağıldıktan sonra kemençeci yine kabir başına kemençe çalmaya gelir.
Ömer-i Faruk, “Bir daha kabristanda kemençe çalarsan ayaklarını kırarım” der.
Kemençeci üzgün bir şekilde uzaklaşır. O akşam Ömer-i Faruk’a rüyasında Hazreti Muhammed asık yüzle görünür, hiç yüzüne bakmaz. Ömer-i Faruk ertesi günü hüzün içinde geçirip, acaba ne yaptım diye düşünür. Gece yine rüyasına Hazreti Peygamber asık yüzle çıkar, üçüncü akşam da onun yüzünü asık gören Ömer çok yalvarıp, ağlar.
“Ya Ömer benim tebessümlü yüzümü görmek istiyorsan git kemençecinin gönlünü al. Hakk’a yürüyen kişilerin nasıl sıkıntılarla gittiğini bilemezsin. Kemençeci kabir başında mevta taze iken kemençe çalınca, giden kişinin ruhu gıda alıp rahatlıyordu.”
Ömer-i Faruk, onu arayıp bulur, özür diler ve tekrar vazifelendirir.
Yenikapı Mevlevihanesinin hizmette olduğu zamanlarda, çingeneler bir düğüne giderlerken birinin darbukasının derisi patlar. Arkadaşı, “Bak önümüzde tekke var. Oradan bir kudüm isteyelim” der.
İçeri girdiklerinde, kudümzeni kudümlerle meşk yaparken görüp, “Esselamün aleyküm Şeyh Baba, o kudümü ödünç verir misin? Darbukanın derisi patladı. Düğünden sonra getiririz” derler.
Kudümzen, “Benim kudümüm dünyaya hizmet etmez. Burada Allah der” der.
O sırada içeride bulunan Şeyh Abdülbaki Efendi bu cevabı duyarak, “Erenler, kudümü arkadaşa ver, gitsin düğünde cümbüşünü devam ettirsin. Kudüm dışarıda dünyayı, burada Allah’ı söyler” der.
Her şey niyete bağlıdır. Öyle mutaassıplar var, ne yapalım onlar da lazım.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (35)

Bir şahış, Mesnevi’de sema yapmanın, müzik çalmanın haram olduğunu yazdığına ilişkin bir şerh yapmış, bu nasıl olabilir?

Veled Çelebi İzbudak ve Nafihi’nin dilimize çevirdiği Mesnevi’ler güzeldir. Kişi kendine göre çeviri yapabilir ama aydın kişi hakikat neyse onu söyler. Veled Çelebi İzbudak’ın Mesnevi’sinin lisanı anlaşılır şekildedir. Veled Çelebi İzbudak, Cenab-ı Mevlana’nın 33. kuşak torunlarından olup Mesnevi’yi Farsça’dan gerçeğine uygun şekilde tercüme etti. Mustafa Kemal, onun çevirdiği Mesnevi’yi çok beğendiği için ona İzbudak soyadını verdi.

Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in aşkla yapılmış tevilidir. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’i, Mesnevi-i Şerif’inde hikayelerle dile getirdi. Mesnevi-i Şerif hep insanı anlatır ama onu herkes kolay kolay anlayamaz, derine inmeden hikaye okuyormuş gibi okur.
Hazreti Mevlana, Mesnevi-i Şerif’i yazdıktan sonra istihareye yattı. Peygamber Efendimiz (selam olsun üzerine) daha ilk gece Mevlana’nın manasına (rüyasına) tecelli etti. Mesnevi’yi almış, gülümseyerek “Celaleddin çok hoşuma gitti. Manevi kardeşlerim, bunu yapmayı çok istediler ama bu sana nasip oldu. Bunu ümmetime suni mübarek olsun” demesi üzerine Mesnevi-i Şerif’i, insan toplumuna sundu.
Hazreti Mevlana diyor ki: “Ben yaşadıkça Hazreti Muhammed’in ayağının tozuyum. Eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunu dışında kim görürse, ben o kişilerden bi’zarım.”
Mesnevi-i Şerif, Kur’an-ı Kerim’in tevili ama Kur’an baştadır. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’e daima çok büyük hürmet göstermiştir.
Kur’an-ı Kerim, rumuzdur. Hazreti Mevlana, Kur’an-ı Kerim’in bir ayetini tefsir etmek istedi. O kadar derin manalar çıkardı ki karşılaştığı bir hocaya, “Hoca Efendi, siz ikiyüzelli gram mürekkeple Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyorsunuz. Ben bir ayetine mana vermeye kalktım, ağaçlar kalem oldu, yapraklar kağıt oldu, denizler mürekkep oldu. Bu manayı yazarken denizler kurudu, ağaçlar yapraklar tükendi, ama mana bitmedi” der.
Bu sözleri işiten hoca şaşırarak, “Bu sözlerinden bir şey anlamadım” der.
“O zaman bir misalle anlatayım. Altı-yedi yaşlarında iki çocuk olalım. İkimize de otuzar ceviz var diyelim. Cevizlerle oynarken, birbirlerine vurunca nasıl bir ses çıkar?”
“Ceviz kabukları tak, tak diye ses verir.”
“Güzel… Biz birbirimizi çok seviyorsak, oynarken karnımız acıkınca, eve koşup yemek mi yeriz, bu cevizleri mi?”
“Madem ki biz birbirimizi çok seviyoruz, ayrılmamak için cevizleri kırar yeriz.”
“Cevizi yediğin zaman nasıl bir şey duyarsın?”
“Yediğim cevizin tadını duyarım.”
“Onun tadını dile getirebilir misin? Siz ceviz kabuğunun sesinde kaldınız. Kur’an-ı Kerim’in, derinine inip, büyük bir aşkla bağlanmadınız. Onun için tadından söz edemiyorsunuz.”
Evliyaullah, Kur’an-ı Kerim’i böyle tanıtmıştır. Kur’an-ı Kerim, kimden tecelli etti? Ona büyük saygı, sevgi, aşk olursa o ayetler genişler, güzel manalar çıkar. Kişide aşk, sevgi yoksa kuru tefsirde kalır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (34)

Mevlana ile Hüsameddin Çelebi

Hüsameddin Çelebi, Mevlana’nın soyundan değildi, niçin Çelebi oldu?

Hüsameddin’i çok sevdi, hatta kendi evlatlarından daha çok sevdi.
Hazreti Mevlana, “Onu neden bu kadar çok seviyorsun?” diye soranlara şu cevabı verdi: “Benim evlatlarım üç-dört gün ekmeksiz kalsalar, bana bir yerden ekmek gelse, o ekmeği Hüsameddin’e veririm. Aşkıma, sevgime kimse karışamaz.” O kadar çok sevdiği için ona Çelebilik verilmiştir.
Hüsameddin Çelebi, anne babasının tek oğlu ve güneş parçası gibi güzel bir çocukmuş. Kendisine uygun ayın ondördü gibi bir kızla evlenmeye hazırlandığı sıralarda, gözünde arpacık çıkmış. Babası doktorlara göstermiş, verilen ilaçlardan şifa bulamayınca din adamlarına gitmişler ama onlarda bu arpacığı geçirememişler. Bir komşularının, “Hiçbir yerden şifa bulamadınız, bir de Mevlana’ya gidin” demesi üzerine şifa bulmak amacıyla Mevlana Hazretlerine gitmişler ve onu bahçede güllere bakarken bulmuşlar. Hazreti Mevlana, “Nedir müşkülünüz?” diye sormuş.
“Bir aydan beri arpacık çıktı. Hiçbir doktor, din adamı iyileştiremedi.”
Hazreti Mevlana’yı da gözünde çıkan bir arpacık onbeş gündür rahatsız etmekteymiş.
“İlahi Hakk! Onbeş günden beri benim gözümde de arpacık var. Hiç balta, kendi sapını keser mi? Bir nefes edeyim de ikimizden de bu arpacıklar gitsin” diyerek nefes eder. Keremi sonsuz, ikisinin de gözündeki arpacıklar geçer.
Hüsameddin Çelebi, “Ben, Hazreti Mevlana’yı çok sevdim” der ve ona evlat olur.
Hüsameddin Çelebi, temzi bir gönüle sahip olduğu için akla düşmeden ikrarının peşinde koştu. Bu yüzden Hazreti Mevlana onu çok sevdi. Hüsameddin Çelebi sevgiyle hizmet etmeseydi Mesnevi-i Şerif kolay kolay meydana gelmezdi. Hazreti Mevlana ile yolda giderlerken cezbe gelip bir şey söylediğinde o yazar, otururken yazar, banyo yaparken Hazreti Mevlana bir şey söyleyecek mi diye banyo kapısının yanında durur, orada da bir şey söylediğinde kaleme alırdı. Herkesin harcı değil.
Hazreti Mevlana, Hüsameddin Çelebi’ye hilafet verir. O dar’ül bekaya yol alınca, bir kısım müridler gönülleri Sultan Veled’e kaçmış olduğu için, “Sabahleyin erkenden hepimiz dergahta bulunalım, Hüsameddin ile Sultan Veled buluştuklarında nasıl davranacaklar, biz de ona göre hareket edelim” derler. Sabah hepsi ayakta beklerlerken, Hüsameddin Çelebi bir taraftan, Sultan Veled diğer taraftan gelir, niyaz edip birbirlerine secde ederler. Sultan Veled ayağa kalkıp, “Efendi Hazretleri, babamın vekaletini taşıdığınız için buyrun posta geçin” der.
Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın yerine geçtikten sonra, ayaklarını sürterek yürür, hep ağlar, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanarmış.
Bir gün bağını işlerken yorulup bir ağaca yaslanır. Bağı seyrederken gönlü biraz bağa kaçar, bu sene üzümler nasıl olacak diye düşünürken uykuya dalar. Rüyasında Hazreti Mevlana güler yüzle selam verir.
Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri, aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim rüyama gelmedin” der.
“Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermezdim. Çünkü ben sen idim, dışarıda ne arıyorsun. Şimdi bağa sevgini vermemen için yüz tuttum.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (33)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir? (devam)

Selahaddin Efendi, Hakk’a yürüdüğü zaman Hazreti Mevlana hayatta idi. Hazreti Mevlana’ya, “Beni kabristana götürürken, gönül ister ki semazenler tabutumun önünde sema etsinler” diye vasiyet etti.
Hazreti Mevlana da, “Gam yeme. Allah o günü geç versin” dedi.
Hakk’a yürüdüğü zaman, en önde Mevlana ve onun arkası sıra semazenler sema ettiler, neyler üflendi, kudümler vuruldu, ayin-i şerif okuyarak gönderdiler. Gün geldi, Hazreti Mevlana da Hakk’a yürüdü. Hahamlar Tevrat, papazlar İncil, hocalar arş-ı şerifler okudular. Kendi canları da ayin okuyarak uğurladılar.
Mevlana, gönül dostlarından tecellisini gösterdi. Yalnız Hüsameddin Çelebi der ki: “Kimse ben O’yum demesin. Her kişi bakışı kadar kendinde Mevlana’nın tecellisini bulur. Çünkü Mevlana bir okyanustur. Bir testi okyanusu içine alamaz.” Testi gönlünü ne kadar büyütürse okyanusu o kadar alır. Gönül büyümeden olmaz.
Hazreti Mevlana, “Denizin üstünde geminin yüzdüğünü görüyorsunuz ama geminin içindeki sayısız denizleri göremiyorsunuz” der. Bu sözle kendini söylüyor, herkesi değil.
Mevlana Hazretleri henüz on yaşlarındayken, babası Sultan’ül-Ulema Hazretleri hacca giderken onu da yanında götürür. Yolculuklarında Şam’a uğradıkları zaman, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri ile karşılaşırlar. Sultan’ül-Ulema ile musafaha yaparken Muhyiddin-i Arabi gözleri Hazreti Mevlana’ya takılır, gözlerini çekemez.
Sultan’ül-Ulema, “Ya Ali Ekber! Benimle musafaha yapıyorsun, neden Celaleddin’e gözlerini dikip kendinden geçtin?” diye sorunca, “Ey Sultan’ül-Ulema! Sen ve ben, bu sabinin yanında birer çayız. On yaşında ama o, bir okyanus. Onun manevi büyüklüğünü keşfettim; denizleri, çayları önü sıra götürüşünü seyrediyorum” der.

Yine Hazreti Mevlana’nın bir kasidesiyle sonlandıralım…

“Biz gittik; kalanlara selam olsun, hoşça kalsınlar! Doğan, mutlaka ölür!
O kadar koşmayın, o kadar yorulmayın; şu yerin altında çırak ne olmuşsa, usta da o olmuştur!
Direği rüzgardan olan bu bina ne kadar dayanabilir?
Yaşadığın devrin eşsiz, parmakla gösterilen tek kişisi bile olsan, tek tek gidenler gibi, sen de bir gün dünyayı bırakıp gideceksin!
Gideceğin yerde yalnız kalmayı istemiyorsan, hayırdan, iyilikten, ibadetten evladın olsun!
O geriye kalan iyilikler, ibadetler; gayb aleminin nurdan ipi ve dünyaya direk olanların ruhudur!
O süzülmüş, seçilmiş aşk cevheri var ya, işte ölümsüz olarak kalacak ancak odur!
Şu içinde yaşadığımız hayatın, şu akıp giden kum selinin ne durması vardır, ne dinlenmesi; bir şekil bozulunca başka bir şeklin temelini atarlar!
Ben, bu kupkuru yerde Nuh’un gemisine benziyorum; tufan benim ölümüm, vademin gelip çatmasıdır!
Nuh’un gemisi de, gayb aleminde bu sudaki dalgaları bekliyordu!
Biz de susmuş olanların, mezarlıkta uyuyanların arasına girdik, yattık uyuduk! Çünkü sesimiz, feryadımız haddi aşmıştı!..”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (32)

Hazreti Mevlana, ilk tecellisini kimlerde göstermiştir?

Hazreti Mevlana, ilk temsilcilerinde tamamen kendini yenilemiştir. Yani bir yerde, Hazreti Mevlana, Hüsameddin Çelebi olmuş, onun bedeninde işlemiştir. Önce Şeyh Selahaddin Efendi’de tecelli etti. Şeyh Selahaddin Efendi ümmi idi, kuyumculuk yapardı. Hazreti Mevlana’dan önce Hakk’a yürüdü. Ona, “Şems bilgiliydi. Sen ise ilim sahibi değilsin. Bu güzel sözleri nasıl konuşuyorsun?” diye sorulduğunda, Şeyh Selahaddin Efendi şöyle cevap verdi: “Hiçbir söz bana ait değil. Konuştuğum sözlerin hepsi, aynama ait.” Yani Hazreti Mevlana’yı kendime ayna ettim, bu sözler ona ait, demek istedi.

Şeyh Selahaddin Efendi, Sultan Veled’in kayınpederiydi ve Sultan Veled Hazretleri kayın pederini çok severdi.
Şeyh Selahaddin Efendi verem hastalığına tutuldu. Hastalığı günden güne ilerleyerek, sancılar, ateşler yapmaya başladı ama o kimseye belli etmedi. Damadı ziyaretine geldiği zaman, onu çok sevdiği için bütün ağrıları üstünden giderdi. Bir gün muhabbetleri uzayınca, sancılar başgösterdi. Şeyh Selahaddin Efendi’nin yüzü biraz buruştu. Sultan Veled dayanamayarak, “Efendi Baba Hazretleri, siz çok rahatsızsınız ama hastalığınızı benden gizliyorsunuz” dedi.
“Evet, bugüne kadar hep gizledim, şimdi ağrılar çok şiddetlendiği için gizleyemedim. Sen gelince, bana güç veriyorsun, kendimi iyi hissediyorum.”
“Efendi Baba Hazretleri, bu alemden göç edersen, ben kime gönül açacağım, kiminle dertleşeceğim, benim halim ne olacak?”
“Ben bu alemden gittikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene. Biri seni benim gibi severse onun boynuna sarıl, elini öp, o benim. Çünkü bizim özümüz sevgidir.”

Hazreti Mevlana’nın çok güzel kasidesi vardır, şöyle buyurur:
“Bütün dostlarımız gittiler, biz yapayalnız kaldık. Kimsesizler kimsesi, yalnız kalanların dostunu, her an çağırıp duruyoruz.
Bütün dostlar, hayal gibi gözümüzden çekilip gittiler. Biz de yalnız kalınca bütün dostlar bizi bırakıp gidince, bizler de Sevgilinin hayalini gözümüzün önüne aldık.
Bir zaman geliyordu, Sevgilinin ırmağından sular alıyor, kaplarımızı dolduruyorduk. Ayrılık ateşiyle tutuşmuş olan gönlümüze serpeliyorduk. Zaman oluyordu, aşk ağacının altında meyve silkeliyorduk.
Bir an oluyordu, bize şekerler, inciler saçıyordu. Bir an oluyordu, şekerlerine üşüşen sinekleri kovuyorduk.
Sevgilinin hayali, evinin kapısından çıkınca, onun kapısına kapıcı olduk. Hayali kapıdan çıkıp gidince, biz o kapıda kaldık, ayrılmadık…”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKZİ’NE… (31)

Hazreti Mevlana, “Kimse sırrıma talip olmadı” demiş. Kimse talip olmadığı için mi Mesnevi’yi meydana getirdi?

Onun sırrına kim talip oldu ise o kişi onu giymiştir. Meydan ona teslim edilmiştir. Dede’lik alınır, verilmez. Mevlevilikte binlerce Dede maneviyatla yola çıkıp, Hakk’ı ne kadar güzel bir dille yad ederse etsin yine temelinde Hazreti Mevlana vardır, Pir çıkma yoktur. Mevlevilikte, şu Dede burada yatar, o Dede şurada yatar ama hepsi Hazreti Mevlana’ya bağlıdır.
Galib Dede Hazretleri, Hüsn-ü Aşk’ı yazarken Hazreti Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden, Rubaiyat’ından sözler alıp, kendi şiirlerini süsler. Dedeler okurken o sözlerin bir kısmının Hazreti Mevlana’ya ait olduğunu görerek, “Galib senin şiirlerin güzel süslenmiş ama Hazreti Mevlana’nın şiirlerinden çalmışsın” derler. O da, “Evet, ondan çalmayacağım da, kimden çalacağım. O benim sevgilim, Sen de benim kadar sev, sen de çal, ayrı gayrı değiliz” der.
Mevlevilikte hiç ilahi yoktu. Mevlevilikte hep ayin yazılır, aşkın büyüğü söylenir. Dört satırlık, iki kıtalık aşk yoktur. İlahilere fakir sebep oldu. Dedeler hep ayin yazmışlar. Muhabbetler hep ayinle geçmiş.
Dünyamızda aşkı, sevgiyi en çok söyleyen Hazreti Mevlana’dır. Tüm insanları ayırım yapmadan, birliğe davet etti ve kendini bütün insanlığa kazandırdı.

Hazreti Mevlana’nın sırlarına talip olmaya gelince…

Aşkla, sevgiyle talip olunur. Hakk her şeyin üstünde tutulur, gün gelir, hiç akıl girmez tereddütler olmazsa, o kendiliğinden ikrama çıkar.
Manevi Dede Hakk’a yürüdüğü zaman, meydan boş kalmasın diye yerine biri teberruken geçer. Bu kişi buranın düzenini yürütür. Mana Dedeliğini, biri alırsa ilk Dede manen soyunur, postuna oturmaz.
Şems-i Tebrizi Hazretleri, Hazreti Mevlana’ya, manen soyunduğu zaman Sultan Veled Hazretleri babasının o bilgisini, güzelliklerini kıskanır. Bir gece Şems’in odasına gider ve onu ocak başında tefekkürde bulur. Şems, onun başını dizine koyup okşar, hal hatır sorar. Bir vakitten sonra, “Ey benim güzel şehzadem, seni buraya getiren nedir?” der.
“Babama bazı sırlar ikram ettikten sonra o çok değişti. O sırlardan biraz bana da verir misin?”
“Veled Veled! Babanın gerek sakalındaki gerek başındaki kılların hepsi birer Şems’tir. Ben de artık hiçbir şey kalmadı. Git, benim varlığımı babanda gör.”
Sana da öğreteyim, demedi. Ben artık yükü taşıyana attım, bütün güzellikleri orada gör, demek istedi. Bir kişiyi Dede’yi giydi mi, o artık postuna oturmaz. Misafir gibi gider, orada kendini seyreder. Gün geldi, Hazreti Mevlana, Şems oldu.
Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, bütün büyükler bizim sünnetlerimizdir. Kim nöbeti almışsa bu alemde, onları ona sorarsın.
Hazreti Mevlana’ya “Hazreti Muhammed cihanın gülü idi. Bu gül soldu, gitti. Şimdi biz o kokuyu nereden alacağız?” diye sormuşlar.
Hazreti Mevlana, hiç tereddüt etmeden, “Gülün kokusunu gülsuyundan alacaksınız. O gülsuyu bizleriz” diye cevaplamış. O kokuyu Evliyaullah’tan alacaksınız. “Hazreti Muhammed’den ne öğrenmek istiyorsanız bize sorarsınız” dedi ve onu yaşatmaya çıktı.
Gül, renkli ve kokuludur ama aşılanmamışsa kokusu yoktur. Bir insan da, bir Velinin yaşamını etüd ederse oradan aşı alır, insanlık kokmaya başlar. Onun için Hazreti Mevlana, “Beni kabirde aramayın. Ben kabirde değil, ariflerin kalbindeyim” diyor. Kabir bir makamdır.
Her Veli eserleriyle, bıraktığı güzelliklerle yaşar. Mal, mülk bırakmak insanı yaşatmaz. Onun için Veliler bir hoş seda bıraktılar. Bu, insanlık için maldan mülkten daha yararlıdır.