HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 3

Hazreti Mevlâna, Allah’ın, Hazreti Muhammed’in suretinde göründüğünü, Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle dile getirir:

“Bir gün Mevlâna Hazretleri, Peygamberin, ‘Ben, Allah’ı daima kırmızı elbise içinde gördüm’ hadîsini açıklıyordu. Kimsenin nefes almaya mecâli yoktu. Herkes bu açıklamaya şaşırmıştı. ‘Ben Allah’ı daima kırmızı cennet elbisesi içinde gördüm’ şeklinde başka bir rivâyet daha buyurdu ve şunları söyledi, söylediği sözlerde Allah’ın hakîkatini açıkladı:

‘Kırmızı cennet elbisesinin tüyleri içinde gözden ve ruhtan daha yüksek olan bir nur vardır. Kendini ona ulaştırmak istersen kalk, nefs perdesini yırt.

O ruh, kaşı, gözü ve esmer rengi ile lâtif bir suret oldu. İç yüzü kusur ve noksanlardan uzak olan Allah, Peygamber Mustafa’nın suretinde göründü. Onun o sureti, suretin yok olmasıdır. O gözler bir kıyâmettir…”

“Allah, kendi eserine bakanın yanında var, zâtına bakanın yanında ise yoktur” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Allah’tan başkasına kavuşmak ona doğru gitmekle olur. Hâlbuki Allah’a ancak sabır ile ulaşılabilir. Allah, güneşten daha çok görünendir. Kim gördükten sonra hâlâ anlatılmasını ararsa o kayıptadır” der.

Ve yine Âriflerin Menkîbeleri’nde, Hazreti Şems, Hazreti Muhammed’in hakîkatini şöyle açıklar:

“Arz, Muhammed’in vücududur. Gökler ise onun düşüncesi, tasavvuru ve parlak muhayyilesidir.”

Rubaî:

“Senin perişan saçlarının hoş bir şekilde dalgalandığını gören kişinin gönlünden geçen karışık düşünceler, ebedî olarak yatışmaz.

Senin rüyada gülen güzel dudaklarının hayalini gören kişinin uykusu kaçar ama, gülen dudaklarının hayali kıyâmete kadar aklından çıkmaz. 

Kime gül bahçesinin kokusu gelirse o güle oynaya gül bahçesine gidinceye kadar, dinlenmek bilmez; oturamaz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 2

Hazreti Mevlâna, bir kasîdesinde, canımızın zevk ile dolmasının yolunu şöyle gösterir:

“Kimde dünya sevgisini bırakıp Hakk’a yönelme isteği varsa, o nefsini yendiği için şaşılacak bir kişidir. Kendinden, kendi varlığından kurtulmuş bir canda, zevk içinde zevk vardır.”

Makalât’ta Hazreti Şems şöyle der:

“Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz. Hele dostun mektubundan bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin nağmesini okumamanızdan ileri geliyor.”

Mesnevî’de, her devirde peygamber yerinde bir velî olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, “Bu sınama kıyâmete kadar devam eder” der ve Peygamber yerine, aynı vazifeyi üstlenen velînin özelliklerini şöyle açıklar:

“İşte diri ve faal imam o velîdir. Yol arayan için mehdî odur. Hem gizlidir, hem de senin karşında oturmaktadır. O, nura benzer; akıl onun Cebrâil’idir.”

Hakk erinin, yol arayanlar için sayısız tesirleri vardır. O tesirlerden ve etkilerden bir tanesi, onun nazârıdır.

Hazreti Mevlâna, Hakk erinin bakışına o derece önem verir ki, yükselmemiz için sadece o bakışı dahî yeterli görür ve, “Fakîri yükselten bir nazârdan başka bir şey değildir. İşte o nazâr seni kulluk âlemine götürür” der.

Âriflerin Menkîbeleri’nde velîlerin nazârı ile ilgili Sultan Veled Hazretleri’nin anlattığı şöyle bir olay nakledilir:

“Hazreti Mevlâna, bir gün hâlvetinde bedeninden sıyrılıp çıkmış ve birkaç saat o istiğrâk içinde kalmıştı. Sultan Veled bu hâli anlatmasını istediğinde şöyle buyurdu: Bağdat’ta birçok yıllar riyâzât ile meşgul olan zayıf bedenli, ince boyunlu ve sarı yüzlü bir şahıs gördüm. Ağlayıp sızlıyordu. Onun büyük bir derdi olduğunu anladım. Öyle bir dereceye gelmişti ki, Dicle nehri üzerinde seccâde serip namaz kılıyordu.

Bütün bu Allah’a olan yakınlığına ve kudretine rağmen Allah’tan: Ey Rabbim! Bana bu hâlimden daha iyi bir hâl ve hayret ver; çünkü bunların bana hiçbir faydası yoktur, diye ricâda bulunuyordu.

Ben de hemen o anda onun kulağına: Bizim Şemseddinimiz, şu anda Şam’da kalabalıkların etrafını dolaşıyor ve halkı seyrediyor. Şimdi oraya git de o aşk padişahı seni bu hâlde görsün ve senin bu ağlayıp sızlamana gülsün de, istediğine kavuşasın ve aradığın hâl bir anda, senin içinde peydâ olsun, dedim.

O gönlü yaralı derviş benim nasihatimi kabul edip hemen yola koyuldu. Şam’da Şemseddin Hazretleri’ne ulaştığı vakit, o zayıf dervişin şekli ve kıyafeti Şems’in mübârek gözüne hoş göründü ve derhâl gülümsedi. Hemen o anda dervişin içinde gayb âleminden bir nur ve heyecan baş gösterip dönmeye başladı, yüksek menzillere ve olgunluğa kavuştu.” 

Kasîde:

“Ey gönlümüzü yağma eden, her şeyimizi alıp götüren azîz varlık! Bizim canımızda binlerce can da sana av olsun, sana fedâ olsun; al, al hepsini al! 

Zaten senin aşıkları öldürmekten başka ne işin var? Bilmiyorum ki sana gönül verenleri öldürmekten başka ne ile uğraşırsın? 

Öldür, durma öldür! Elin var olsun! Dünyadakilerin canları sana karşı saçılsın, dökülsün, yok olsun! 

Ben senin mahmur gözlerinin bakışı ile dirilmiş ne kadar çok şehid gördüm. 

Ben senin kararı olmayan, sönmeden daima yanıp duran aşkının ateşinde karar edemeyen ne kadar çok aşık gördüm. 

Tenezzül eder de aşk şehitlerinin mezarlarını ziyâret edersen, toprak içinde bir tek ölü bile kalmaz, hepsi dirilir. 

Senin kenarı olmayan, kıyısı bulunmayan varlığının kucağına ulaşma ümidi ile can her an senin ayağının bastığı toprağı öper durur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 1

Âriflerin Menkîbeleri’nde nakledilir ki:

“Bir gün üç kişi, Mevlâna Hazretleri’ne, ‘Yolunuz nedir?’ diye sordular.

O da, ‘De ki bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanları basîret üzere yâni açık bir bilgi ve kesin bir delille Allah’a davet ederiz’ diyerek bir âyetle yanıt verdi. Bu söz üzerine o üç kişi Mevlâna’ya mürid oldular.”

İnsanları Allah’a davet eden Hazreti Mevlâna, bu yolda her türlü bilgiyi açık bir şekilde bizlere sunar.

Hazreti Mevlâna, Allah’ı şöyle izâh eder:

“Bütün peygamberler ve velîler, Allah’ın hakîkati hakkında hiçbir şey söylemediler ve bir şeye de karar vermediler. Ben, Muhammed’in canının nuru sırrına dayanarak ve güvenerek diyorum ki, Allah tamamiyle zevktir ve her kim tatmazsa anlamaz.

İşte ben, o zevkim ve o zevke tamamiyle gömülmüşüm. Halkın zevki bu zevkin yansımalarıdır. Çünkü iman tamamiyle zevk ve şevktir.”

Hazreti Mevlâna, müridlerinden bu anı yakalamalarını ve canlarında o zevki bulmalarını ister:

“Ben aşıkların nazârında bakılan bir cisim değilim. Belki ben sözümüz ve ismimizi işitince müritte hâsıl olan o zevk ve hoşluğum. O anı bulduğun ve o zevki canında duyduğun zaman bunu ganîmet bil ve şükürler et. Çünkü ben o zevkim.”

Hazreti Mevlâna, bizlerden sadece gönül ister ve şöyle buyurur:

“Allah, ‘Biz gönüle bakarız, su ve topraktan ibâret olan surete değil’ diyor.

Sen dersin ki bizim gönlümüz var. Öyle ama gönül arşın yücesindedir, aşağılarda değil!”

“Gönül, bir tek kişide olur. O tek kişi hangisidir?” diyen Hazreti Mevlâna, “Asıl olan gönlü ara” buyurur ve Hazreti Muhammed’in dilinden şunları nakleder:

“Peygamberimiz Muhammed buyurmuştur ki: ‘Bir suya taş attığın vakit su nasıl açılırsa, Allah’ın nuru bir müminin kalbine indiği vakit, onun kalbi de öyle açılır, genişler, hoş ve lâtif bir sahra olur.’

Bunun üzerine ashâb, ‘İnsan kalbinin genişlediğini nasıl anlar? Bunu görecek gözü, perdeli ve tozlu olursa kalbinde bir genişlik ve açıklık olduğunu nasıl anlayabilir?’ diye sordular.

Peygamber, ‘İmanlı kişi, kalbinin genişlediğini bütün mal, mülk ve dünya lezzetinin gönlünde soğuması ve tatsız bir hâle gelmesi, dünya dostları ve kendi ahbaplarından sebepsiz ve garezsiz bir yabancılık duymaya başlaması ile anlar’ buyurdu.”

Rubaî:

“Akıl bir ateş gördü: İşte bu aşktır, dedi. Hayır! Aşkı akıl göremez, aşkı ancak aşkın uyanık gözü görür. 

Aşk; ağızsız, dilsiz, sessiz sedâsız feryâd ederek dedi ki: Ey gönül! Sen yükseklerde uç da, aşkın yüceliğini gör!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL – 2

“Salâvat getirip duruyorsun ama, Mustafa’nın temizliğinden neyin var, ona bak” diye buyuran Hazreti Mevlâna, yine şöyle seslenir:

“Nice inşallah demeyen var ki, canı inşallaha eş olmuştur. Akıllı hacı, niceye dek yedi yedi tavâf eder durur. Ben, deli divâne bir hacıyım, kaç kez döndüğümü saymam bile!”

Hazreti Mevlâna, şekilcilere çatarak kılık kıyafete teslim olanları “İsa’yı bırakıp da eşeğine bakma” diyerek uyarır. Bu sözünde; İsa’dan maksat ruh; eşekten maksatsa bedendir, yâni nefstir. 

Ve yine şöyle seslenir Mevlâna:

“Senin dayanağın Tanrı’dır. Sopa değil; at o sopayı, vazgeç ondan. Külâhı bırak da başı ara; sır o başta ele geçer.”

Hakk’ı, büyük yeryüzü meydanında kucaklayamayanlar onu duvarlar arasında hapiste biri sanıyorlar. Onların o duvarlar arasında bulacakları olsa olsa nefslerinin putudur, Allah değil…

Mevlâna şöyle der:

“Ne aptaldır o adam ki, sevgili onun evindedir de o, eve gelmez; boş yere olmayacak yerlerde koşup gezer.”

Hazreti Mevlâna’ya göre dini, formüller, kalıplar, kurallar hâlinde sundukları sanılan peygamberler, esâsen gönül mimarlarıdır. Uyanık ruhlar, peygamberleri böyle anlamış, dini de bu anlayışla yaşamışlardır. Kalabalığın, peygamberleri kuralcılar olarak düşünmeleri, onların gerçek yüzlerini göremediklerindendir.

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Canlar, canlara şekil veren ustaya akmada; fakat bu akış, akıllıların dillerinde; aşıklarınsa gönüllerindedir.

Gönül göğe benzer, dilse yeryüzüne… Yeryüzünden göğe varmaya pek çok konaklık bir yol var.

Suyu başkalarının oluklarından alan kişi hırsızdır… Başkalarının damlarındaki suyu aşıran, söz nakledendir.

Kimin gözyaşlarından nergisler biter, güller açarsa odur aşık… Nergisler toplayıp demet yapansa bir iş başarandır ancak.

Kim canının hâlini giyinmiş, canının rengine bürünmüşse hangi cevabı verirse versin, gerçekte soru sormadadır o.

Bilgisi, görgüsü tam olan hekim, hastaya acı bir ilaç da verse zulmediyor gibi görünür, ama zâlim değildir o.

İsterse karanlık olsun; ayak, ayakkabısını tanır; gönül de zevk yoluyla, vardığı konağın hangi konak olduğunu anlar.

Gönüle gir, şu tufanda Nuh’un gemisine at kendini… Durak korkulu ama gönlüne korku girmesin.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL – 1

Hazreti Mevlâna’nın yakınmalarından biri, dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesidir. Bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak daldırmadan, bir ömür boyu yalayıp durmaktır.

Gönül, gerçeği gören göz, samîmiyet, ölümsüzlük ve aşktır. 

Gönül, Hakk’ın dinden ve insandan maksadıdır.

Gönülden habersiz bir din oyalamadır, gaflettir.

Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Ömrün boyunca gönül remzinden bir harfin bile kokusunu alamadın, a Kur’ân okuyan, ehilsin ama bu böyledir.”

Gönülsüz okuduğunda Allah’ın rahmeti olan Kur’ân bile kinlenir.

Gönülden uzak düşmüş bir iman da yerini inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse, aydınlatma yerini karartma, yapma yerini yıkma, ıslah yerini bozmaya bırakır.

Hazreti Mevlâna yine şöyle seslenir:

“Gönlünü yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan süpürgeye dönmüşsün, daima toz-toprak içindesin.”

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar dini bir sayı sayma hâline getirirler. Allah’ı sayılara mahkum etmeye kalkanlara Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Herkesi boğ, şu sayılardan kurtar bizi… Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize.”

Bu kişiler bir testi suyu, Dicle’nin sahibi Sultana hediye götürmek gibi bir gaflete düşerler. Bunun yerine boş bir testiyle huzura çıkıp hiçliğini göstermek gerekir. Günâhkâr olarak boyun bükmek, sayı sayarak benliğe düşmekten yeğdir. Ama buna da bir gönül nasîbi gerektir.

Rubaî:

“Gönül gözünü aç da ruhlara bak; nasıl geldiler, ne oldular, ne çileler çektiler, nasıl gidiyorlar. 

Mâdem ki, aşk yoluna düştün gidiyorsun, eteğini topla; çünkü bu yolun toprağı kanla yoğrulmuştur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 11

“Tezgâhın aslı yokluk âlemidir” diye buyuran Mevlâna, onu şöyle tanımlar:

“Orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişânesi bulunmaz. Bütün ustalar işlerini göstermek için yokluğu ararlar.

Ustaların ustası Tanrı’nın da tezgâhı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa, orası Tanrı tezgâhıdır, Tanrı işi oradadır.

Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar.”

Bedenini hiçe saymış, malını yok etmiş dervişin herkesten ileri olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, “Fakat iş beden yokluğundadır. Dilencilikte değil” diye buyurur.

“Dilenci, malı bitmiş kişidir, kanaat sahibi ise, bedenine kıyan, bedenini hiçe sayan kişidir” diyen Mevlâna, dert hakkında da şikayeti hoş görmez. Çünkü dert bir yerde bizi yokluğa çekip ulaştırmaya bir vesilerdir:

“Artık dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”

Hazreti Mevlâna, bu yolda, cezbe bekleyen, fikri donmuş, fazla düşünemeyen insanlar için de güzel yollar gösterir. Onların da çabalamayı bırakmamalarını ister ve şöyle söyler:

“Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan, yürü, zikret. Zikir, fikri titretir. Harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşten kalıp, o cezbeyi bekleme.”

İşe asılmamızı isteyen Hazreti Mevlâna, naz yapmamamızı ister. Hattâ bir yerde şöyle buyurur:

“Ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen sadece, emri ve yasakları dikkate al. Onları gözet.”

Hep bu hâlde yaşayan kişiye günün birinde cezbe hâlinin geleceği müjdesini veren Mevlâna der ki: 

“Derken bir gün cezbe kuşu, birdenbire yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü, sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.”

Beyit:

“Kendi varlığının, benliğinin başını kes, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan, Tanrı yapar. Her şeyden emîn olursun.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 10

Hazreti Mevlâna, yokluğun mânâsının, isteklerden vazgeçme hâli olduğunu şu sözleriyle anlatır:

“Her iki dünyadan gönlünü çekmiş, kurtarmışsan, bu cihanın isteklerinden vazgeçmişsen, kendi benliğini de, varlığını da yok etmişsindir.”

Mevlâna’nın bu sözleri, aşıklara can madeninin yolunu gösterir. Çünkü Hazreti Mevlâna, yokluktan, can madeni olarak söz eder:

“Ey aşık, aklını başına al da, beri gel, yok ol! Çünkü yokluk can madenidir. Fakat senin bildiğin gamdan, gussadan başka bir şey olmayan şu dünya hayatındaki can gibi can değil! O başka türlü bir candır.”

Başka bir yerde ise Hakk aşıklarına şöyle seslenişte bulunur:

“Gel ey Hakk aşığı, gel de, ben bensiz, sen de sensiz olarak şu aşk ırmağına dalalım da yok olalım! Yokluk mertebesine ulaşalım. Çünkü bu korulukta, yâni bu yeryüzünde, dünyada; kandan, zulümden, haksızlıklardan, kötülüklerden başka bir şey yoktur.”

Yokluğa adamakıllı kendimizi vermemizi buyuran Hazreti Mevlâna, bu yolda sabrın önemini de şöyle izâh eder:

“Sabır, insanın göğsünü açar. İnsanı genişletir. Ayın geceye sabretmesi, onu apaydın bir hâle getirir. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hâle getirir.”

“Tanrı’ya bir kuzu versen, sana bir sürü bağışlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Her sıfatı, kemâle götüren zaten O’dur” der.

Ve yokluktan korkmamamızı isteyen Mevlâna, “Yokluktan korkma, şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork” diye seslenir ve bir beyitinde de şöyle buyurur: 

“Hiçbir şey olmayan şey, hiçbir şey olmayan başka bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış, hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeyler apaçık görünür sana!”

Rubaî:

”Sen, benim denizimin bir damlasısın; daha fazla ne söylenip duruyorsun? Hemen denize dal da, sedef gibi canın incilerle dolsun!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 9

Hazreti Mevlâna her zaman yoklukla aşk arasında bir bağ kurar, ikisini aynı anlama getiren sözler sarfeder. Bir yerde şöyle buyurur:

“Sevgili sizi sizsiz çağırıyor. Bu sebeple size, ‘sizle beraber olmak’ uygun düşmez!”

Ve aşkın, Tanrı’nın lütfu ve keremi olduğunu şu sözleriyle açıklar:

“Korkma! Bu aşk ırmağı insanı kucaklar, bağrına basar, derinliklerine alır, batırır ama öldürmez. Çünkü âb-ı hayattan ibârettir. Allah’ın lütfundan, kereminden başka bir şey değildir.”

Yokluğun, sadece aşkın değil, şaşılıktan kurtulmanın yolu olduğunu şu sözleriyle ifade eder:

“Senin varlığın Hakk’ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibârettir. Sen, var gibi görünen bir yoksun. İşte bu hakîkati anlarsan, şaşılıktan kurtulursun.”

Kendinde olma hâlleri bizleri nasıl bir havaya sürükler? Ve bunun karşılığında kendinden geçmek neler kazandırır? Hazreti Mevlâna, şu sözlerle, bu iki hâlin karşılaştırmasını da gözler önüne serer:

“Sen kendinde olduğun, kendini sevdiğin zaman, sevgiliyi bulamazsın. Sevgili diken gibi senin gözüne batar. Fakat kendinde olmadığın, kendini beğenmediğin zaman sevgili sana çok yakın olur.”

“Kendinde iken sevgili senden kaçar. Yanına gelmez. Kendinden geçince sana sevgilinin aşk şarabı sunulur.”

Sevgiliye kavuşmak için benlikten kurtulma yolunu gösteren Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Eğer sen benlikten kurtulur, benliğini yok edersen, benliksiz olursan, ona kavuşursun; o zaman sen bir dertken devâ olursun da bütün yaralara merhem kesilirsin.”

Rubaî:

“Eğer sen bizden isen, eğer sen de Hakk’ı arıyorsan, şekli sureti bırak da gönüle doğru yürü, gönüle gel!.. 

Ey Tebrizli Şems! Doğudan doğ; çık, görün! Çünkü, her ışığın aslının aslının aslı sensin!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 8

Hazreti Mevlâna, sayısız misâller verdiği ‘yokluk’ konusunun üzerinde o kadar çok durur ki, bir yerde kendinden geçme hâlini de yoklukla ilişkilendirir, bu hâli yokluğa bağlar.

Yokluğu, bir gülbahçesine benzeten Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Yokluk gülistanında insan kendinden geçer… O âlemdeki sarhoşluk Tanrı’nın büyük kadehindendir. Onu içmeyen, tadını bilmez, anlamaz.”

Hazreti Mevlâna’ya göre yokluk, duyulmakla değil, yaşanmakla anlaşılıacak bir hâldir.

Bu hâl ile ilgili, insanlığı aydınlatan, en vurucu sözleri söylemiş olan Hazreti Muhammed hakkında bir yerde şöyle buyurur:

“Ahmed, toprak olmayı, yâni mütevâzı yaşamayı huy edindi de, o yüzden mirâca yükseldi ve göklerin mânevî padişahı oldu.”

“Sen de toprak ol da senden bitkiler yetişsin. Toprak olan, gönül hazinesini bulur” diye buyuran Hazreti Mevlâna, bu konu ile ilgili cezbe sözlerini şöyle dile getiriyor:

“Mâdemki biz benlikten, senlikten kurtulunca hep bir oluyoruz. Yeter sus! Sen bu sözleri kime söylüyorsun?”

Yeniyi isteyenin, eskiden soyunması gerektiğini söyleyen Hazreti Mevlâna, bizim tutunacağımız mânevî bir ip gösterir ki, bu ip, hevâ ve hevesi bırakma ipidir. Hevâ ve heveslerinden arınan kişi bir ipe ulaşır ki, bu ip onun canını göğe çeker.

Kendinden kurtulan kişinin hâlini çok açık bir şekilde anlatan Hazreti Mevlâna, görünen varlığın bir gölgeden ibaret olduğunu, bunun ötesindeki gerçek varlığını ise yokluktan bulduğunu şöyle açıklar:

“Yokluk, bir bakışta beni benden alıp, varlığımı kapıp gidince, kendimden de kurtuldum, gelecek derdinden de. Ümitten de kurtuldum, korkudan da! Olduydu, olacaktı, vardı, yoktu kaydından  da yakamı sıyırdım. Tamamiyle yok oldum.”

Rubâi:

“Ey gönül! Eğer sen, sevgiliyi istiyorsan; kendinden kurtul, kendine yabancı ol! Pervâne gibi sevgide vefâlı ol! Bedenini, canını düşünme; aşk alevinin içine kendine at! 

Tamamiyle yüzünü Hakk’a çevir, Hakk’a yönel! Gerçek aşktan bahset, aklını yorma, onun boynuna halka geçir, onu serbest bırakma da, bizim gibi mest ol,divâne ol!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 7

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, “Mânâ kapısını döversen açarlar” diye buyurur ve şöyle devam eder:

“Fakat bunun için fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan hâline getirsinler. Fikir kanadı çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeye alışmışsın; onun için toprak sana can gibi geliyor.

Ekmet, et… bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.

Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir hâline geldi. Nerde dert varsa devâ oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.”

Hazreti Mevlâna, aşk için der ki: 

“Aşık harâretle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden geçer gider!

Sen Tanrı aşıkısın; Tanrı ona derler ki, geldi mi sende kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz. Meğerse sen kendini yok etmeye aşıkmışsın!

Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın… Şems geldi, elbette gölge derhâl yok olur!”

Hazreti Mevlâna yine der ki:

“Sevgiliye yakın olduğumuz kadar canımıza bile yakın olduğumuzu sanmıyorum. And içerim ki, ben onu asla anmıyorum. Çünkü anmak, yanımızda olmayanları hatırlamak demektir.”

“Birkaç kere taklit yoluyla kendimi seçtim. Kendimde olduğum zaman kendimi lâyık bulmadım. Kendimi görmeden önce daima kendi adımı işitirdim. Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim.”

Kasîde:

“Gizlice burada isen, yine öyle gizlice burada ol! Hatırlıyor musun, bir defa bir iş yapmıştın; yine o işi yap! 

Dün, beni bağrına basıp sıkmıştın! Gel ey tatlı varlık; yine öyle yap, beni bağrına bas! 

Dün, benim kapımı, damımı kırmıştın! Bugün de gel, kapıdan içeri gir öyle yap!.. 

Bu değersiz kölenin canının tâ içine girip bir şey yapmıştın da, o yaptığın iş benim canıma işlemişti! Gel; canımda, gönlümde işlediğin o işi gözümün önünde de işle; benim gözümün önünden gitme! 

Ey ay yüzlüm; dün, ne de güzel cilvelenmiştin! Nazı bırak; ondan daha hoş cilvelen!”