MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 31

ÖZGÜR VE HÜR YAŞAMAK NE DEMEKTİR?..🌹

Mahmut Efendi: İnsanlar belirli fikirler içindeler ve bunlara hapsolmuş durumdalar, gerçekleri bulamıyorlar ve karanlıktalar. Hazreti İsa Aleyhisselâm’ın bir sözü var, şöyle diyor: “Gerçeği bilin ve gerçek sizi özgür kılsın. Gerçek, ilâhî güzelliktir; mevcuttur ama varlığı yoktur. Bütün rûhunla arınman gereklidir. Tam bir özgürlük içinde aramazsan bulamazsın. Kimsin sen? Neden yaşıyorsun? Yaşamanın amacı nedir? Evren nedir? Niye varoldum? Hayatımı nasıl yaşamalıyım? Neredeyim? Nereye gidiyorum? Bu sorular bir insanda zuhûr eder de cevaplarını bulmaya çaba sarfederse insan gelişir, değişir ve özgürleşir. Bu güne kadar etrafımızın geliştirdiği baskılardan kurtulmak ve içimizdeki saklı olan hakîkatleri bulmamız gereklidir.” Siz ne buyurursunuz Dede?

Hasan Dede: Toplumun fikirleri öyle yerlere saplanmış ki, hüzünlerden, gamlardan, sıkıntılardan hiçbir türlü kurtulamıyorlar. Ne kadar Allah’ı da zikretseler, ibâdet de yapsalar, özgürlüğe ve temiz bir rûhanîyete kendilerini veremiyorlar. Peki bunun sebebi nedir? Bunun sebebi iman zayıflığıdır. Neden iman zayıflığıdır? Bir insanın bağlandığı yere imanı gerçek ise, o insan gama sıkıntıya düşmez, çünkü kendinde yaşamaz. Gönlünü vermiştir Pîrine ve Pîriyle Hazreti Muhammed’e, ona inanmış ve ona iman etmiştir, onunla içini güzelliklerle donatmıştır, oranın güzelliklerine kendini kaptırmıştır. Ve işte bu kişi özgürlüğüne kavuşmuş sayılmaktadır. 

İşte Hazreti Mevlâna, selâm olsun üzerine, şöyle buyuruyor: 

“Komşunun her sabah tasında bal, zeytin, peynir bulunur. Benim ise önümde tuz ve bir tas da ayranım vardır. Benim ayran tasım, soframdaki tuzum bana her şeyin üstünde bir tat vermektedir, sayısız cihanlar bağışlansa da hürriyetimden bir zerre satmam.” 

Herkes kendi fikrince inandığını savunur, kendi imanını güçlü bilir. Ama belki de kendimizi avutuyoruz, çünkü sıkıntılar bir türlü gitmiyor. Ehli iman sahibinde katiyyen gam gasabet yoktur. 

İşte Şeyh Gâlib Dede Hazretleri, selâm olsun üzerine, şöyle der: 

“Gam ve keder halk-ı cihanındır, âşıkta gam keder neyler?” 

İnsan iman ettiği yerin güzelliklerini gördükten sonra artık gönül oraya verilmiştir, o kişide artık kimlik yoktur. Ama bunlar yok ise, ne kadar bilgiye sahip olursan ol, sen ancak meyvanın kabuğuna erersin, tadına varamazsın. Bilgiye sahip bir insan gurura kapılırsa, başkalarını hor hakîr görürse, o benlikle mahvolup gitmeye mahkûmdur. Ama tevazûya inip, yoklukta durursa, ona ait hiçbir şeyin olmadığını, bütün sahip olduklarının Yaratıcı’dan olduğunu bilir ve her ân şükrederek niyâzlarda bulunarak yaşarsa, o kişi hiçbir zaman mahkûm olmaz, özgür olur ve hür yaşar.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 6

Hüsn ü Aşk isimli eserinde “Kalb Ülkesi”nin tasvîrini yapan Şeyh Gâlib, âşık ve sevgilinin bir olduğunu dile getirir. “Kalb Ülkesi” adı altında bahsettiği mânevî makâma ulaşanların hâlleri şöyledir:

“Burada ne gûlyabanî var, ne vehimler, ne kötü haber veren kapkara dev. Ne büyü ateşi var, ne kış; ne helâk olma korkusu var, ne belâ.”

Şeyh Gâlib, “Kalb Ülkesi”nden eşi olmayan bir bahçe olarak söz eder. Âşık ve sevgilinin bir olduğu o hâl, birlik âlemidir. 

Peki bu birlik âlemine ulaşmak için âşık niçin onca sıkıntı çekmiştir?

Şeyh Gâlib, sırlarını Mesnevî’den aldım dediği hikâyesinde yüceliklere kavuşmak için çekilen sıkıntıların sebebini şöyle özetler:

“Bu zahmetlerin meydana gelmesine eğri, ters bir bakış sebep oldu.”

Ve doğru bakışı da şöyle açıklar:

“Eğrilikten arınmış bakış şudur: Sen o’sun, o sen’sin. Hakîkatte âşık ve mâşuk zaten birdir.”

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de birlik hâli ile ilgili şöyle bir misâl verir:

“Birisi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu, kapıyı çalan kim? deyince, benim, diye cevap verdi. Dostu bunun üzerine kapıyı açmadı ve, git şimdi zamanı değil, diye cevap verdi.

Çünkü benim diyen kişi ham kişiydi. O kişi ayrılık ateşi ile yanıp pişerek geri döndü ve tekrar dostunun kapısını çaldı. Ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku içindeydi.

Sevgilisi, kim o? dediği zaman, kapıyı çalan kişi bu sefer; ey gönlümü alan sevgili sensin, diye cevap verdi.

Bunun üzerine sevgili mâdem ki sen bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor, diyerek kapıyı açtı.”

Bu misâlle bizlere ikilikten geçip birliğe kavuşma yollarını açıklayan Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mâdem ki birsin, gel, bu iğneden geç!”

Rubaî:

“Birlik âleminde, isteyen ile, istenenin sıfatlarını ayrı gören kişi, ne isteyendir, ne de istenen. 

Allah’ı kim tanır, bilir? ‘Lâ’dan, inkârdan kurtulan kimse! ‘Lâ’dan, inkârdan kim kurtulmuştur? diye sorana de ki: Belâlara düşmüş aşık.”

YOKLUĞA BÜRÜNMEKLE OLUR…

Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Kur’an-ı Kerim’in tamamlandığı gün, evlatlığı Mülçem tarafından sabah namazını edâ ederken, başına kılıç vuruldu. Üç gün yatakta kaldı.

Hatta, Hazreti Ali Efendimizi, güneş hiçbir zaman yatakta bulmamıştır, hep güneş doğmadan önce uyanmıştır.

Bir gün güneş, Hazreti Ali Efendimiz yatakta yaralı vaziyette yatarken doğmak istedi. Hazreti Ali Efendimiz yataktan nârâ attı, “Edebe gel ey güneş” dedi, “sen şahitsin, beni hiç böyle yatakta buldun mu?”

Hazreti Ali, cihanın sahibidir. Güneş, onun bir emriyle hemen bulut arkasına girdi.

Yani insan kimliğine erdi mi, bütün âlemin varisidir, sözü her yere geçer. Bütün bu güzellikler de yokluğa bürünmekle olur, benlikle olmaz.

Cenab-ı Mevlâna, selam olsun üzerine, Moğollar Konya’yı işgal edecekleri vakit, çıktı Alaaddin Tepesi’ne, çıkardı başından destarını yere serdi, onların geleceği yolu kesti.

Moğol atlıları bir adım ilerleyemedi. Atlar şahlandı, oklar atıldı; ama hiçbir ok Cenab-ı Mevlâna’ya isabet etmedi. Anladılar ki bu kişi beşer değil, Allah’a vakfetmiş kendini, dediler ki, “Ne istiyorsun bizden? Bırak girelim.”

İşte Cenab-ı Mevlâna, “Sizden” dedi, “bir şartım var, onu yapmanızı istiyorum. Kimsenin malına ve canına dokunmayacaksınız. Söz veriyor musunuz?” Söz verdiler, Cenab-ı Mevlâna, öyle müsaade etti, girdiler.

Cenab-ı Pir’in de çok kerâmetleri vardı. Çünkü kendisinde hem Muhammed’lik vardı, hem de Ali’lik vardı. Nasıl Ali’lik vardı? Şems-i Tebriz, Ali’nin kendisiydi. O devirde önce Muhammed verdi ruhunu Ali’ye, onu vekil etti kendine; bu devirde de, Ali, Şems olarak geldi, verdi başını Muhammed’e, yani Mevlâna’ya. Pekâlâ, Mevlâna bu âlemden giderken kime yola çıktı? Direk Şems’e yola çıktı. 

Peki Şems’in Ali olduğunu kim keşfetti? Şeyh Galib Dede Hazretleri… Çünkü onun da kalb gözü açıktı. Mevlevî camiasında, Sultan Veled’den ve Eflâkî Dede’den sonra kitap sahibi Şeyh Galib’dir. Ne dedi?

“Merim” dedi, “sevgilim Mevlâna yaşadığı devirde Hazreti Muhammed Efendimizin tamamen kendisiydi; Şems-i Tebriz de yaşadığı devirde, Şahımız Ali’nin kendisiydi. Onlar Muhammed Ali olarak yaşadılar ve sayısız da hakikatler sundular.”

Beyit:

“Yine süt ile şekeri karıştırdılar. Aşıkları da birbirleriyle bir araya getirdiler. 

Gece ile gündüzü ortadan kaldırdılar, güneşi, ay ile birbirine karıştırdılar. 

Maşukların rengi ile aşıkların rengini, altınla gümüşü birbirine karıştırdıkları gibi karıştırdılar…

Ben ağzımı kapadım, geri kalanını, sen söyle, çünkü bu bakışı o bakışla birleştirdiler.”

MANEVİ MENKIBELER – 91

ALLAH SEVGİSİ…

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. Hazreti Mevlana’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir ya Mevlana? Bu yolun başı var mıdır?” 

Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

Yine Hüdavendigar Mevlana şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yani kimisinin karnı aç, sofrasında karınlarını doyurmak için gelmişler. Kimileri de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine gelmişler. Fakat benim için geleni daha göremedim, diyor. 

Galib Dede Hazretlerinin zamanında da bir adam Galata Mevlevihanesine gelmiş, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” demiş. 

Adamı Galib Dede’nin huzuruna çıkarmışlar. Galib Dede, adama bakmış ve demiş ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Buna benzer şeyler o devirlerde de vardı, bu devirde de var. 

Allah sevgisi, menfaatsiz bir sevgidir. Bu sevgi şarabı ağızdan dökülür. İsteyen ne kadar sorarsa söyleriz, hiç tükenmez, çünkü meyhanesi gönüldür. 

Hazreti Muhammed gibi yüce bir peygamber bile Hakk’a yürüyeceği zaman “Acaba toplumuma bir şeyler verebildim mi?” diye gözyaşı dökmüş, ümmetinin rızasını istemiştir. 

Bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir. Başkalarına bir hizmet sunabildinse, bir gönülde yer alabildinse ancak o zaman baki olursun.

MANEVİ MENKIBELER – 5

Deme gelmem, zirâ getirirler…

Şeyh Galib Hazretleri, iyi bir ailenin çocuğuydu. Ailesi Şeyh Galib’in okumasını, bir subay olmasını istiyorlardı, bir tekkeşin olmasını istemiyorlardı.

O sıralarda Şeyh Galib Hazretleri, selam olsun üzerine, Esrar Dede’nin yanında, onu çok seviyor, Dede de onu çok seviyor.

Anne ile babası birarada konuşurlarken, annesi diyor babaya, “Sen söyle Galib’e bir şifai dille, gitmesin Esrar Dede’nin huzuruna. Ben söyleyemem, yok başka evladımız, onu çok seviyorum, o incinirse ben ondan daha çok incinirim, sen söyle.”

Baba diyor, “Ben de söyleyemem.”

“Öyleyse ne yapalım?”

“Hadi bir mektup yazalım.”

Yazıyorlar bir mektup, gönderiyorlar Esrar Dede’ye. Esrar Dede alıyor mektubu, okuyor. Okuduktan sonra kısa bir cevap yazıyor: “Burası Hakk kapısıdır, herkes bu kapıya gelir ve kabul edilir. Evladınıza çok düşkünseniz, kendiniz gelip alınız, biz burdan kimseyi geri çeviremeyiz.” 

Dayanamıyor babası, en sonunda Galib’e şifai bir dille onu kendisine çekmek için bir konuşma yapıyor. Şimdi Galib’in kafasına babasının sözleri de takılıyor. 

Bir gün Şeyh Galib dergaha geliyor, Esrar Dede hemen düşüncesini okuyor Galib’in. Galib, gönlünden geçiriyor, acaba Esrar Dede’nin yolu mu doğru, yoksa babam mı doğru söylüyor diye, bunları düşünüyor. 

Bu düşüncelerle çıkıyor dergahtan, eve giderken başı dönüyor düşüyor dizleri üstüne. Düşer düşmez, gökler açılıyor, öyle bir rızık göklerden yağıyor ki, Galib diyor, “Bu hal nedir Rabbim?”

İçinden nida geliyor, “Bunlar mahlukların rızkı, hem yeryüzünde hem yeraltında, onları besliyorum.”

Galib soruyor, “Ya insanın rızkı?” “

İnsana” diyor Allah, “kendimi vermişim, nimetlerden en büyük aklı vermişim, o kendi rızkını bulur. Bu yağanlar mahlukatın rızkıdır.”

Galib bir anda kendine geliyor, kalkıyor ayağa, vazgeçiyor eve gitmekten, dönüyor dergaha geliyor. Hemen çalıyor Esrar Dede’nin kapısını. Esrar Dede buyur ediyor. Galib giriyor Esrar Dede’nin huzuruna. Esrar Dede kaldırıyor başını bakıyor Galib’e ve şöyle sesleniyor: “Deme Galib gelmem, zirâ getirirler.”

Sen gelmem dedin ama bak nasıl yine getirdiler seni… 

Demek ki Galib’in kendisini orayla yetiştirmesi gerekiyormuş. Ve yetiştirdi de, kitab sahibi oldu, Hüsn-ü Aşk’ı yazdı. Bugün Mevlevi camiasında Cenab-ı Mevlana’dan sonra Sultan Veled Hazretleri anılır, Ulu Arif anılır ve Şeyh Galib anılır.

Hüsn-ü Aşk’ı yazarken, Mevlana’nın kasidelerinden alıyor katıyor yazılarına, süslüyor kendi eserini. Dedeler de okuyorlar bakıyorlar ve diyorlar, “Galib bu sözler sana ait değil, bunlar Hüdavendigar’ımızın sözleri.”

Onlara da ne güzel bir cevap vermiştir: “Siz neden bakmıyorsunuz kendi işinize? Hüdavendigar benim sevgilim, her şeyin üstünde onu seviyorum. Ben alırsam sevgilimden alıyorum, sizden aldım mı bir şey?”

“Yok.”

“O halde söz söylemeyiniz” diyor.

İşte her zaman deriz: Hazreti Peygamber Efendimizin yolu baştan aşağıya sevgi yoludur, birlik yoludur, kardeşlik yoludur, aşk yoludur, ne kadar güzellik varsa bütün güzelliklerin yoludur. Zerre kadar Hazreti Muhammed Efendimizin, Mevlana’mızın, Ali’nin yolunda sıkıcı bir şey yoktur.

MANEVİ MENKIBELER – 2

Yine zevrak eder ruhum…

Allah diyor, bu kadar benden konuşuyorsun, acaba sen oldun mu? Bakın bir de yoklama da yapıyor bize… “Sen O musun?” diyor, “O sen misin? Sen O isen, O sen isen, neden bu alemde gam yersin?” Sıkıntılara girersin, of pof… Allah sıkılır mı? Hiçbir zaman… Demek ki sen O olmamışsın daha. Sen O değilsin, O sende değil; gam yemekte haklısın sen. Hep bizi o dereceye getirmek istiyor. 

Şeyh Galib, ruhu şad olsun, o da güzel söylüyor. Bulmuş Allah’ı kendinde, şimdi bir coşku var içinde, sesleniyor: “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Yani ruhum o kadar coşmuş, zevrak ediyor, istiyor beni çıkarsın ortaya ben kimim. Yine diyor, “Dayanır mı şişe bu, senin esrar-ı rengine.” Şimdi yapıyor vücudunu şişe. Yarattın, diyor koskoca cihanı girdin bu şişe içine. Çıldırıyor şimdi Galib… “Reh-i Mevlevi’de Galib, bu sıfatla kaldı hayran.” Verdim rehimi Mevlana’ya, başımı da O’na kestim, O’nunla ben bu hale geldim, O’nun ben hayranıyım, fazla bir şey söyleyemem, diyor ama ne diyor en başta… “Yine zevrak eder ruhum, kırılıp kenare düştü.” Ben Hakk’ım, diyemiyor, ama sözleriyle diyor. 

Yine ne diyor Galib?.. Hakk aşıkları gama ve kedere tutulmazlar. “Aşıkta” diyor, “gam keder neyler? Gam, keder halk-ı cihanındır.” Bu da Şeyh Galib’in sözü. Bakın ne diyor? Aşıkta gam, keder neyler, o hep sevgilisiyle beraber. Ooo… ne alemlere geziyorlar. Gülüyorlar, eğleniyorlar; sen burda ekşitmişsin yüzünü, kızıyorsun. Diyorsun, bu hiç kızmıyor, üzülmüyor. Ne var bunda? İşte var onda, Hakk var. Aşıkta gam, keder neyler?.. Gam, keder halk-ı cihanındır.

Onun için Mevlana’mız der: “Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.” Sevgin yok bir yere, o sevgi çoğalmamış, aşka dönüşmemiş, “Ey yolcu” diyor, “sen yaşarken ölmüşsün…”