MANEVİ MENKIBELER – 53

Yedi denizi cehennem haline getirin…

Bir insan, Allah’tan başkasına meylediyorsa o, aşık değildir. 

Size şöyle bir misal vereyim…

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor.

Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. 

Ona, “Burası cennet-i alâdır” diye cevap veriyorlar. 

Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. 

O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” 

İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” 

Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

Hak aşıklarının dini de, imanı da mezhebi de Resulallah Efendimizdir. Onlar, Resulallah’a gönül verdiler, O’nun huylarıyla huylandılar ve hepsi ‘Bir’ oldular, ‘Bir okundular, ‘Bir’den konuştular.

MANEVİ MENKIBELER – 52

Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım…

Hüdavendigar Mevlana’nın dergahında bir Ateşbaz-ı Veli vardı. Dergahın aşçısıydı ve Mevlana’ya büyük bir iman ve aşkla bağlı bir dervişti. 

Bir gün, Cenab-ı Mevlana dergahta sohbet açmıştı. Herkes onu pür dikkat dinlemekteydi. Mevlana, sohbet esnasında her ne olursa olsun sohbetin bölünmesini hiç istemezdi. Fakat mutfakta odun bitmişti ve Ateşbaz-ı Veli’nin gelen misafirlere yemek yapması gerekmekteydi. Telaşla hiç düşünmeden Mevlana’nın huzuruna geldi ve binbir özür dileyerek, “Ya Pirim Mevlana, mutfakta odun bitmiş, ben şimdi yemekleri ne ile pişireceğim?..” diye sordu. 

Mevlana bu soruyu duyunca, Ateşbaz’ı çok sevmesine rağmen, sohbeti böldüğü için, celali bir tavırla, “Git, ayaklarını odun diye yak da yemekleri öyle pişir!” diye cevap verdi. 

Mevlana’nın bu celali tavrı Ateşbaz-ı Veli’nin aklını başından aldı ve hiç düşünmeden doğru mutfağa gitti ve büyük bir teslimiyetle yere uzandı, ayaklarını ocaktaki tencerenin altına koydu. Ayaklarından çıkan ateşle yemekleri öylece pişirdi, ama bir zaman sonra tenceredeki yemeğin suyunun bittiğini farkedince kendine geldi. Bir de baktı ki ayaklarından ateş çıkıyor, hemen yerinden kalktı ve bir “Allah” bağırdı. Akla düştüğü için de sol ayağının baş parmağı ateşten yandı ve kötü bir hal aldı. Sol ayak parmağındaki yanıktan kimse görüp de tiksinmesin diye de yemekleri ikram ederken sağ ayağıyla sol ayağının üzerini kapadı. 

İşte Mevlevilikte dervişlerin niyaz ederlerken sağ ayaklarıyla sol ayaklarını örtmeleri bu yüzdendir ve teslimiyeti simgeler. Bir insan sıdkı bütün imanla Allah’a yola koyulursa, bu kişide artık kendine ait birşey kalmaz ve ondan varlığını gösteren iman ettiği yer olur. 

Bizlerin ateşe girebilmemiz için, yani diğer bir deyişle ateşin bize kulluk etmesi için, teslimiyetli ve imanlı olmamız gerekir. Bir kişide böyle bir iman ve teslimiyet oldu mu, bütün kainat ona hizmettedir. 

Fakat bu yere akılla varılmaz, insan akla düştü mü, acaba mı nasıl mı neden mi niçin mi, diye sorgu sual etti mi, o kişiyi ufacık bir ateş bile yakar. Çünkü kendi kimliğinin dışına çıkmıştır, teslimiyeti bırakmış, akla düşmüştür. İnsana en büyük acıyı veren insanın nefsidir. 

Teslimiyetin manası nedir? Ben yokum, her zerremde varlık olan sensin Allah’ım, demektir. Bu durumda mademki kainatı Allah yarattı, mademki bütün kainat O’na hizmettedir, o zaman ne ateş ne de başka bir şey sahibine zarar vermez, hepsi saygıda dururlar, saygıda bulunurlar.

MANEVİ MENKIBELER – 51

Talebesi olurum…

Hüdavendigar Mevlana’ya sormuşlar: “Üçyüz sene sonra tekrar bu aleme gelirsen, senin makamın ne olur?” Mevlana, şu cevabı vermiş: “Beni bu alemde kim temsil ederse, onun talebesi olurum.” 

Bakın, “Talebesi olurum” diyor. Neden? Çünkü aradan üçyüz sene zaman geçmiş. O devreyi tahsil etmek lazım. Ben de öğrenip, devreye girerim derse vakit geçer. Onun için biri benden konuşuyorsa onu dinlerim, diyor.

Hüdavendigar Mevlana’mızın yaşadığı devirde, ondokuz-yirmi yaşlarında bir delikanlı, O’na büyük hayranlık duyar, geceleri O’nunla manada görüşür. Hazreti Mevlana’nın ruhaniyetine o kadar bürünür ki etrafına topladığı arkadaşları ile hep güzel sohbetler yapar. Konya’da bu duyulur. “Bu delikanlı kimden nasip aldı, nereden bu güzelliklere kavuştu?” diye merak ederler.

Hazreti Mevlana da, Sultan Veled’e, “Bir öğren, bu delikanlının evi hangi semttedir, gideceğim” der. 

Hazreti Mevlana delikanlının evini öğrendikten sonra, onun kapısını çalar. Çocuk, öylesine Mevlana’nın haline bürünmüş ve o kadar mütevazi ki, yanındakilere, “Ben kapıyı açarım, siz oturun” diyerek gidip, kapıyı kendisi açar. Karşısında Hüdavendigar Mevlana’yı görünce çok şaşırır. Hemen Mevlana’ya sarılır, kucaklar, kendi yerine oturtur. 

Hazreti Mevlana, “Sohbetiniz neredeyse devam edin, ben sizi dinlemeye geldim” der. Rivayete göre, çocuk beş dakika tefekkür ettikten sonra konuşmaya başlar. O konuşurken Hazreti Mevlana sessizce dinler. 

Bir vakitten sonra çocuk sorar: “Efendi Hazretleri, sohbeti nasıl buldunuz?” 

Hazreti Mevlana şu cevabı verir: “Hakk’a cevabım yok.”

Yani bakmış ki sohbet yerli yerinde, aydın doğru sözler, bu sözü söylemiş ve oradan ayrılmış. 

Bizler de evlatlarımızın iyi bir kariyere gelmesini isteriz ve onlarla iftihar edelim isteriz. Bir evlat çalışır, kazanırsa baş üstünde tutulur, hiç çalışmaz hep isterse ana baba üzülür. Evlatlarımızı madden, manen her şeyin üstünde görmek isteriz. Bütün gençler yarının büyükleridir. Onlardan güzel hizmetler vermelerini, yarınları güzelliklerle donatmalarını bekleriz.

MANEVİ MENKIBELER – 50

Yetmişiki milletle beraberim…

Hüdavendigar Mevlana, bir gün bir toplulukta dedi ki: “Ben yetmişiki milletle beraberim.” Mevlana’nın bu sözünü duyan bilginler toplandılar, aralarında konuştular, dediler ki: Bu yetmişiki millet arasında kafir var, putperest var, küfürbaz var, İsa’ya tapanlar Musa’ya tapanlar var. Mevlana nasıl olur da yetmişiki milletle beraberim der. Ve karar verdiler, aralarından birini Mevlana’ya gidip, bu soruyu kendisine sormak üzere gönderdiler. Ve eğer yine yetmişiki milletle beraberim derse, kabul ederse, o zaman ağzına gelen ne kadar çirkin söz varsa hepsini Mevlana’nın yüzüne söyle, dediler. 

Adam geldi Mevlana’nın huzuruna, selamlaştılar, adam sordu Mevlana’ya, “Ya Mevlana, sen şöyle bir söz sarf etmişsin; yetmişiki milletle beraberim, demişsin. Bu söz doğru mudur? Bu sözü sen mi söyledin?” 

Mevlana, “Evet doğrudur, ben söyledim, aslı vardır” dedi.

Adam Mevlana’nın cevabını duyar duymaz başladı söylenmeye, ağzından gelen bütün çirkin sözleri söyledi.

Mevlana sadece dinledi, adamın hiçbir sözüne bir cevap vermedi. 

Adam söylendi söylendi en sonunda durdu. 

Mevlana, küfürbaza dönüp sordu, “Bitti mi konuşman?”

Adam dedi ki, “Bitti.” 

O zaman Mevlana adama şu cevabı verdi: “Hem seninle beraberim hem de söylediklerinle beraberim.” 

Yani demek istedi ki, senin gibi olsam senin gibi konuşurum, ama senin gibi olmadığım için sadece dinliyorum. 

Adam Mevlana’nın bu sözlerini işitince biraz düşündü. Alim olduğu için Mevlana’nın ne demek istediğini anladı ve hemen Mevlana’nın ellerine kapandı öptü ve bağışlamasını diledi. 

Bakın Mevlana bu davranışıyla küfürbaz adamı da kazanmış oldu. 

Ağzından bir tek çirkin söz çıktı mı sen kirlenmiş sayılırsın. Bu ağız ancak güzel söz söylemek için vazifelidir. Zerre kadar küfür, kavga, çirkin söz için değildir. Fakat maalesef insanlar derin düşünmeden bilgisizce sözler sarf ediyorlar. 

İslam olmak kolay değildir. İnşallah her birimiz Hazreti Muhammed Efendimize, İmam Ali Efendimize, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’ya ve Piran Efendilerimize layık güzel insanlar oluruz.

MANEVİ MENKIBELER – 49

Ben bir ney’e benzerim…

Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını, bütün hakikatleri Ali’ye verdi. 

Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. 

Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi. İşte o kuyuda daha sonra bir kamış meydana geldi. 

Veysel Karani Hazretleri, develerini otlatırken, develeri susayınca onları o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı. 

Ney nefeslendiği zaman neyden yanık sesler çıkar. Ney, Mevlevilikte nefih, yani hayat veren manasına gelir.

Cenab-ı Mevlana buyurur: “Ben bir ney’e benzerim, 72 millet sırrını benden öğrenir.”

Bütün Evliyaların Piri İmam Ali Efendimizdir, hepsinin Şah’ıdır. Bütün hakikatler bu dünyamıza ne geldiyse İmam Ali Efendimizin dilinden meydana gelmiştir.

MANEVİ MENKIBELER – 48

Sen sandığa girmezsin, ben de girmem…

Zamanın birinde bir padişah varmış, halk onu çok seviyor ve çok sayıyormuş. Padişah hastalanmış ve bu alemden göç etmeden önce kölelerini mükafatlandırmak istemiş ve onları huzuruna çağırmış. 

Hepsi huzuruna gelmişler, onlardan mücevher sandığını getirmelerini istemiş. Sandıkta padişahın çok kıymetli mücevherleri varmış. Sandığı getirmişler. 

Padişah, onlardan, sandığın içindeki mücevherlerden diledikleri kolyeyi almalarını istemiş ve “Alın ki” demiş, “bana hakkınızı helal edin.” Onları bu şekilde mükafatlandırmak istemiş. 

Köleler çok sevinmişler, hepsi birer kolye beğenmişler ve seçip almışlar. 

Fakat kölelerden biri kolyelerden almayıp, atlamış padişahın boynuna sarılmış. 

Padişah, “Neden boynuma sarıldın, sen sandıktan bir kolye almayacak mısın?” diye sormuş.

 Köle, “Hayır” demiş, “ben seni istiyorum, hem bu cihanda hem öbür cihanda…” 

Padişah, “Neden?” diye sormuş. 

Köle şu cevabı vermiş, “Bir gün gelecek ben de Hakk’ın rahmetine ulaşacağım, yine boynumdaki kolye bu sandığa girecek. Ama demiş sen sandığa girmezsin, ben de girmem…”

Aşık, her an maşuku ile birliktedir…

MANEVİ MENKIBELER – 47

Nizam-ı alem bozulur…

Peygamber Efendimiz, barışın ve kardeşliğin en yüce varlığıdır. O, hiçbir zaman hiçbir varlığa karşı kötü bir duygu beslememiş ve hiçbir zaman bir bedduada bulunmamıştır; O, her zaman herkes için en güzelini dilemiş ve dualarda bulunmuştur. 

Hatta Taife halkı tarafından taşlanıyorken bile, içindeki Rabbi kendisine, “Ya Muhammed, sana yapılan bu hakaretlere tahammül edemiyorum; dile benden ne dilersen, bu kavimi bir anda helak edeyim” diye seslendiği halde Hazreti Peygamber Efendimiz, Rabbinin bu seslenişine karşılık olarak ellerini havaya kaldırmış ve şu yalvarışta bulunmuştur: “Ya Rab! Ben bu alemi yok etmeye gelmedim, ben onları var etmeye geldim. Sen mademki benden bir dilekte bulunmamı istiyorsun, o vakit bu kavime hidayet ver de beni anlasınlar…” 

O esnada, Taife halkı, Peygamber Efendimizin kalçalarına, omuzlarına taşlar atıyorlardı, hatta bir taş da alnına isabet etmiş ve alnını kanatmıştı. Fakat Hazreti Peygamber Efendimizin bu duasını duyduklarında şaşkınlık içinde durakladılar ve yaptıklarından pişmanlık duydular. 

Peygamber Efendimizin amcası Hazreti Hamza, koluna girerek O’nu bir derenin başına götürdü ve alnından, yanaklarından akmakta olan kanı suyla yıkamasına yardım etmek istedi. Fakat Hazreti Peygamber amcasını durdurarak, “Ya Hamza, benim şefkatli amcam, eğer benim yüzümden akan bu kanların bir damlası bu suya karışacak olsa bütün denizler, okyanuslar coşar ve nizam-ı alem bozulur. Bırak bu kan benim üzerimde kurusun…” 

Bu olaydan şunu anlamamız gerekiyor ki, Hazreti Peygamber Efendimiz her ne kadar bir beşer sıfatında sanki bizlerden biriymiş gibi görünse de hakikatte tamamen manevi hidrojendi. 

O, kendisine yapılmış onca hakaretlere rağmen bir an olsun isyanlara düşmemiş ve daima insanlara şefaatte ve dualarda bulunmuştur.

MANEVİ MENKIBELER – 46

Bana aşkını söyle…

Bir gün Yunus Emre Hüdavendigar Mevlana’yı ziyaret etmek istiyor, yola çıkıyor. Bir gece vakti Konya’ya varıyor. Mevlana’yı gül bahçesinde buluyor. Yunus Emre, gül bahçesine daha girer girmez, Mevlana’nın arkası dönük olduğu halde ona, “Hoş geldin ya Yunus” diyor. O da “Hoş bulduk” diyor. Bakın aralarında perde yok. Cemal cemale geliyorlar, musafa yapıyorlar. Yunus Emre, Mevlana’nın oğlu yaşında. 

Mevlana sesleniyor, “Ey Yunus, bana aşkını söyle!” 

Yunus Emre başlıyor aşkını dile getirmeye, bir sürü güzel beyitler dile getiriyor. 

Mevlana’nın çok hoşuna gidiyor, yine diyor, “Bir daha söyle… bir daha söyle…” 

Sabaha kadar Yunus Emre’yi söylettiriyor. Sabah ezanı okunuyor, namazlarını eda ediyorlar. 

Sonrasında Yunus Emre’nin gözüne rahlenin üzerinde duran Mesnevi ilişiyor. Okumak için izin istiyor Mevlana’dan, o da veriyor. Yunus Emre alıyor eline Mesnevi’yi, okumaya başlıyor. Biraz okuyor ve bakıyor ki sözlerde çok mana var, Mesnevi 6 cilt… “Ya Mevlana” diyor, “İnsan ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya.” 

Yunus Emre tabi çok saf, çok temiz… 

Mevlana ona dönüp şöyle buyuruyor: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün. Herkesi kendin gibi sanma…” 

Bakın, Mevlana nasıl bir yücelik veriyor Yunus’a bu sözleriyle… 

Herkes Mesnevi’yi okuyup geçiyor ama içindekileri manaları tam olarak göremiyor. 

Yunus Emre’nin Divanı da Mevlana’nın sözleri sayılır, çünkü çok etkilenmiştir Mevlana’dan, O’ndan feyizlenmiştir.

MANEVİ MENKIBELER – 45

Allah, insanla görür insanla bilir…

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed, yalnız kendi cemaatine değil bütün insanlık alemine rahmet olarak gelmiştir, özgürlük va’d etmiştir, huzur vermiştir, kimlik vermiştir. Hepsinin en güzel şekilde yaşamalarını sağlamıştır. 

İnsanlık toplumu, ister İsa Ruhullah’tan ister Musa Kelamullah’tan, ister Davud Aleyhisselam’dan, ister diğer Peygamberlerden haberleri olmadığı için, nefsi arzularına kendilerini bırakmışlar, kendi kimliklerinin dışına çıkmışlar, insanlıktan çok uzak kalmışlar; birbirlerine zarar vermektedirler, birbirlerini incitmektedirler, birbirlerini öldürmektedirler. Bunların hepsi kimliklerinin kıtlıklarından bu hallere düşmüştürler…

Peki bunlar nerden kaynaklanıyor? Her zaman söylüyorum, bilginlerimiz, noksan bilgilerle cemaatlerine bilgi sundukları için, insan toplumunda bu ikilikler, bu kavgalar, bu düşmanlıklar meydana geliyor ve böyle giderse meydana gelmeye de devam edecek…

Şimdi Peygamber dediğimiz zaman, bu ne demektir? Nerden pey veriyor? Allah’tan pey veriyor. Peki Allah nerde ikamet ediyor? Kimliği nedir? Nasıldır? Nicedir? İnsan, neden araştırmıyor? Neden kalkıp efendisine, yahut da mürşidine, bana bunu açıkla, tanıt, diye sormuyor? 

Bir insan sormadıktan sonra, derin bilgilere inmedikten sonra irşad olamaz. Çünkü Allah, ancak insanla bilir, insanla görür…

Vaktiyle bir şeyh, bir müridini çok severmiş, ona daima iltifat eder ve herkesin içinde sevdiğini belli edermiş. Bu durum diğer müridler arasında kıskançlığa sebep olurmuş. Bir gün dayanamayıp şeyhin huzuruna gelmişler ve ona, neden o müridini bu kadar çok sevdiğini sormuşlar. Şeyh, bunun üzerine o çok sevdiği müridi de dahil hepsini biraraya toplamış ve onlara dönüp, “Şimdi sizlerden bir şey yapmanızı isteyeceğim… Her biriniz birer canlı tavuk alacaksınız ve bu gece, Allah’ın görmeyeceği bir yerde onu öldürüp yarın bana getireceksiniz! Sorunuzun cevabını da o zaman sizlere söyleyeceğim” diye buyurmuş. Şeyhin bu emri üzerine hepsi evlerine yollanmışlar ve birer tavuk almışlar. Biri almış tavuğu bodruma inmiş ve orada öldürmüş. Bir diğeri karanlık bir odaya girmiş, orada tavuğun canını almış. Bir ötekisi ise ormana gitmiş, ıssız bir yerde tavuğun canına kıymış. Öbürü dama çıkmış, berisi kuyuya inmiş… ve hepsi karanlık bir yer bulmuş, Allah’ın görmediği bilmediği, tavukları kesmişler. Şeyhin çok sevdiği müridi ise, oraya gitmiş buraya gitmiş, ama Allah’ın onu göremeyeceği hiçbir yer bulamamış ve tavuğu da kesememiş. Ertesi gün hepsi ellerinde ölü tavuklarla şeyhin huzuruna gelmişler. Şeyhin sevdiği mürid ise, tavuğu canlı getirdiği için, arkadaşlarının alaycı bakışlarından utanarak bir kenara çekilip, şeyhini beklemeye koyulmuş. Şeyh geldiğinde, o hariç hepsi kendilerinden çok emin bir halde ölü tavukları şeyhlerine sunmuşlar. 

Şeyh dönüp, sevdiği müridine, “Sen neden kesmedin tavuğu? Bak bütün arkadaşların tavukları kesip getirmişler” diye seslenince, hepsi birden, şimdi şeyh ona kızacak diye sevinmişler. 

Mürid, sessizce, biraz da utanarak yaklaşmış, “Şeyhim” demiş, “siz dediniz ki, tavuğu Allah’ın göremeyeceği bir yerde kesin, fakat ben nereye gittiysem her yerde Allah her yaptığımı görüyordu.” 

Şeyh bu cevap üzerine, “Peki nasıl görüyordu evladım?” diye sorunca, mürid bu defa, “Benim gözlerimden görüyordu şeyhim!” diye cevap vermiş. 

Şeyh bu cevabı duyar duymaz, “Aferin evladım, işte ben de senden bunu beklerdim” demiş ve diğerlerine dönerek, “Şimdi anladınız mı ben onu neden bu kadar seviyorum?” diye buyurmuş.

Allah, dediğimiz zaman, Allah, güneşle, ayla, yıldızlarla dile gelmez. Neyle dile gelir? İnsanla dile gelir. 

Allah, güneşi, ayı, yıldızları, dağları, çimenleri, okyanusları yarattı, hiçbirinden dile gelemedi. En son insanı yarattı, insan gözüyle bu alemde yarattığı bütün varlıkları seyretti ve hepsini isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Kendi içinde, onu canlı tutan, ona hayat veren o kudrete ‘Allah’ ismini verdi. 

İnsan, hala Allah’ı kendi dışında aradığı için malesef ikiliklerde gezmektedir. İkiliklerde gezdiği için de hatalara düşmektedir. Kendi dışında saydığı bütün varlıklara zarar vermektedir. Hakikatte ise kendine zarar vermektedir…

Allah’ı kendinde bulan insan kadar mukaddes bir varlık daha yoktur. O, şefkat kaynağıdır, merhamet kaynağıdır… O, kimseye zarar vermez, vermek de istemez. Her varlığa sevgiyle, merhametle, şefkatle çıktığı için de, hiçbir varlık ona zarar veremez… Ona zarar verdiğini zanneden, ne zarar verirse ancak kendine verir.

Hünkar Hacı Veli Bektaş, selam olsun üzerine, bakıyor ki bir arslan bir ceylanı kovalıyor, alıyor ceylanı sol koluna, arslanı da alıyor sağ koluna, ikisini de yanyana oturtuyor, birbirlerine bakıyorlar ama birbirlerine dokunmuyorlar.

Mevlana da buyurur, selam olsun üzerine, “Benim sohbetlerimde bulunan yolcu” der, “beni can kulağıyla dinlerseler, kurt ve koyun gibi birarada otururlar, birbirlerine zarar vermezler.”

Bu kadara kadar, mana büyüklerine her varlık saygı gösterir. Çünkü hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin kardeşleridirler, yani hakikatte Allah’ın kardeşleridirler.

İşte Mevlana… “Ey insan” diyor, “ne gördüysen bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste, kendinde iste, çünkü sen her şeysin…”

MANEVİ MENKIBELER – 44

Hakiki kıble…

Cenab-ı Mevlana’nın devrinde, ikindi ezanı okunuyor. Meydancı bağırıyor, “Vakti sala…”

Haydii.. hepsi kalkıyor yarım dervişler, muhibler, namaza hazırlanıyorlar.

Meydancı geliyor Cenab-ı Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri” diyor, “Vakti sala…”

Fakat Mevlana’dan zerre kadar cevap yok; tefekküre dalmış, duymuyor. 

Meydancı fazla rahatsız etmiyor, çekip gidiyor.

İki tane derviş, durmuyorlar kıyama, geliyorlar Mevlana’nın huzurunda diz çöküyorlar, orda tefekkürde duruyorlar.

İkindinin dört rekat sünneti kılınıyor, selam veriliyor, Mevlana kendine geliyor. Bakıyor iki tane derviş önünde. “Erenler” diyor, “siz neden kalkmadınız huzura?”

Bakın şimdi dervişlerin verdikleri cevaba… “Hakiki kıble bizim karşımızdayken, arka çevirip dönemedik boşluğa.”

Mevlana bunu duyunca, eliyle işaret ediyor, “Mestur et!..”

Yani her şeyin üstünde insandır, her şeyin üstünde insandır… İnşallah güzel bir insan oluruz, derviş oluruz.