MANEVİ MENKIBELER – 71

İYİLİKLE KARŞILIK VERİRİM…

Bir gün Hazreti Muhammed Efendimiz, sahabesiyle otururken, başta Ebubekir’e soruyor: “Ya Ebubekir! Sana biri zarar verirse bu alemde, nasıl bir karşılıkta bulunursun?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Bir daha yaparsa?”

“Yine iyilikle karşılık veririm.”

“Bir daha yaparsa?”

Ebubekir duraklamış.

Hazreti Muhammed Efendimiz aynı soruyu sırayla Ömer-i Faruk’a ve Osman-ı Zinnûri’ye de soruyor. Hepsi üçüncüye gelince duraklıyorlar.

O sırada İmam Ali Efendimiz geliyor. Selam veriyor. “Ya Resulallah, sohbetiniz nereden?” diye soruyor.

“Şimdi sıra sana geldi ya Ali, otur bakalım. Ya Ali! Biri bu alemde sana zarar verirse ne yaparsın?”

“İyilikle karşılık veririm ya Resulallah.”

“Yine yaparsa?”

“Yine iyilikle.” Tekrarlıyor, cevap yine aynı. En sonunda, “Ya Resulallah” diyor, “kıyamete kadar bana kötülük yapsa ben yine iyilikle karşılık veririm.”

“Neden?”

“Ben onları biliyorum kimdirler, ama onlar beni bilmiyorlar, o yüzden ben iyiliğimi bırakmam.”

Hazreti Ali, Peygamber Efendimizin terbiyesinde yetiştiği için, cefalara razı oluyor, isyanlara düşmüyor. 

Her Müslüman, Hazreti Muhammed Efendimizin huyu ile huylansa acaba dünya nasıl bir hale gelir?..

MANEVİ MENKIBELER – 70

HAZRETİ MUHAMMED’İN HIRKASI…

Hazreti Resulallah, “Benim hırkamı Veysel Karanî’ye götüreceksiniz dediği için, Ebubekir-i Sıddık, Ömer-i Faruk, Osman-ı Zinnûri ve Hazreti Ali hırkayı Veysel Karanî’ye götürmek üzere yola çıktılar.

Geldiklerinde Veysel Karanî Hazretleri’ni secdede buldular. Selam veremediler, dördü birden huzurda durdular. 

Zaman geçti, Veysel Karanî Hazretleri secdeden başını kaldırmayınca, Ömer-i Faruk dayanamadı, selam verdi ve secdesini bozdu. Veysel Karanî Hazretleri başını kaldırdı ve “Biraz daha sabretseydin ümmet-i Muhammed’in bu alemden gittikten sonraki tüm ruhî cezalarının kapısını kapatacaktım” dedi.

Ondan sonra hırkayı verdiler, durumu anlattılar. Veysel Karanî, hepsine Peygamber Efendimizi sordu, “Nasıl tanırdınız? Nasıl görürdünüz?”

Ebu Bekir-i Sıddık, O’nun bütün adaletini iyi bir dil ile anlattı. Bu cevap üzerine Veysel Karanî Hazretleri, “Sen, benim maşukumun, cihan nuru Hazreti Muhammed’in dış kısmını görmüşsün” dedi.

Ömer-i Faruk’dan ve Osman-ı Zinnûri’den de benzer yanıtlar aldı. 

Sıra geldi Hazreti Ali Efendimize. Hazreti Ali şöyle cevap verdi: “Medine’den Mekke’ye İslâm orduları gelip, Mekke’yi fethettikten sonra, Hazreti Resulallah bana buyurdu: ‘Ya Ali, çık benim omuzlarıma, bu putları kır.’ Ben de kendisine dönüp dedim ki: Senin bu mübarek omuzlarına ben basamam ya Resulallah. Sen çık benim omuzlarıma. Hazreti Resulallah buyurdu ki: ‘Ya Ali, sen beni taşıyamazsın. Emre itaat et!’ İkiletmedim ya Üveysi, Hazreti Muhammed’in omuzlarına çıktım. Çıkar çıkmaz, kendimi arş-ı alânın da ötesinde gördüm. Bütün gezegenler benim altımda kaldı. Baktım ki, bütün cihan muhabbet-i Resul. Cihan, O’nun muhabbeti ile suret bulmuş. Seslendi, ‘Ya Ali, kendine gel.’ Kendime geldim ve putların hepsini kırdım.”

Veysel Karanî, Hazreti Ali’nin bu cevabı üzerine şöyle buyurdu: “Ya Ali! Sen, Hazreti Resulallah’ın hakikatini görmüşsün. Onlar halife olsun. En son sen olacaksın. Çünkü onlar senin dilinden anlamazlar.”

Rubai:

“Her iki gözüm, o mahmur gözlerinden mest olmuştur.

Şunu anla ki, senin aşkından, senin elinden ben elden çıktım. 

Bari bana uy da sen de başını salla, peki de! 

Başında aşk havası esiyorsa, bu haller sende de vardır.”

Hazreti Mevlâna

MANEVİ MENKIBELER – 69

ÜVEYSİM Mİ GELDİ?..

Evliyaların öncüsü Veysel Karanî Hazretleri’dir. Veysel Karanî Hazretleri ile Hazreti Muhammed Efendimiz, ikisi de aynı devirde yaşadılar, aynı yaştaydılar ve birbirlerini hiç görmediler. 

Veysel Karanî Hazretleri, Yemen’de deve çobanlığı yapıyordu. Hazreti Muhammed’in bütün o güzel sözlerini İsrafil’den alıyor, Hazreti Muhammed’i manâlarında görüyor, O’nunla devamlı konuşuyordu.

Bir gün annesinden, Hazreti Muhammed’i görmek için izin istedi. Kalktı Yemen’den, Medine’ye yola çıktı. Hazreti Resulallah’ın evine geldi, kapısını çaldı. Fatma anamız karşıladı.

“Kim o?”

“Ben Hazreti Resulallah’ın üveysiyim. Resulallah evdeler mi?”

“Yok, evde değil, daha gelmediler. Birazdan gelirler.”

“Kendisine selamlarımı, sevgilerimi sunarım. Fazla vaktim yok, yine geri dönmem gerek” dedi ve kapıya elini sürüp gitti.

Aradan bir vakit geçtikten sonra Hazreti Muhammed geldi. Daha gelirken yüz metre öteden Veysel Karanî’nin kokusunu aldı. Bakın üveysinin kokusunu alıyor.

Fatma anamız kapıyı açınca, sordu Resulallah, “Ciğer parem Fatma, üveysim mi geldi?”

“Evet, nereden bildiniz ya Resulallah?”

“Yüz metre öteden kokusu burnuma geldi.”

Aşka bakın ki, Hendek Savaşı’nda, Hazreti Resulallah’ın bir dişi kırıldı. Veysel Karanî, Resulallah’ın hangi dişinin kırıldığını bilmediğinden, otuziki dişini birden çekti. Tıbbın ileri olmadığı o dönemde, bu zat-ı şerif kim bilir ne ızdıraplar çekti? Nasıl kanlar içinde yaşadı? O ağız düzelene kadar ne acılar çekti.

Aşk neler yaptırıyor…

MANEVİ MENKIBELER – 68

DEVELERİ KOVALIYORUM…

Abbasi hükümdarı Harun Raşid bir gün yorgan altına girmiş, Allah’ı düşünüyor. Kardeşi Behlül-i Dânâ Hazretleri de onun gönlünü keşfediyor. Sarayın tavanına çıkıyor, sağa sola koşarak gürültü yapıyor. Harun Raşid’in bütün düşünceleri bozuluyor.

“Kim var tavanda, nedir bu gürültüler?”

“Develeri kovalıyorum.”

“Devenin ne işi var sarayın tavanında?”

“Allah’ın da ne işi var ipekli yorgan altında?”

Başka bir gün, Behlül-i Dânâ Hazretleri saraya geliyor. Bakıyor ki ağabeyinin tahtı boş, geçiyor oturuyor. O sırada da, Harun Raşid’in misafirleri gelmek üzere, görüşüp ziyarette bulunucaklar. Hükümdarın adamları Behlül’e, “Burayı terk et!” diye ikazda bulunuyorlar. Behlül kalkmayınca azarlıyorlar, birkaç da kırbaç vuruyorlar. 

O sırada Harun Raşid geliyor, “Ne yapıyorsunuz?” diye soruyor, anlatıyorlar. Bu sırada Behlül gülüyor. “Niye gülüyorsun?” diye soruyor Harun Raşid, Behlül’e.

“Yahu” diyor Behlül, “beş dakika oturdum bir sürü kırbaç yedim. Nasıl gülmeyeyim. Sen yıllardır oturuyorsun, kim bilir ne kırbaçlar yiyorsun?”

Bu sözleriyle Harun Raşid’i irşad eden Behlül-i Dânâ Hazretleri yaşadığı devirde bir velîydi.

MANEVİ MENKIBELER – 67

SAKALIMIN HER KILI BİR ŞEMS…

Şems-i Tebrizi Hazretleri, Hazreti Mevlana’ya manen soyunduğu zaman Sultan Veled Hazretleri babasının sahip olduğu o bilgilere, güzelliklere kendisi de sahip olmak istedi. 

Bir gece Şems’in odasına gitti. Onu ocak başında tefekkürde buldu. Şems, hal hatır sordu, onun başını dizine koyup okşadı. 

Bir vakitten sonra, “Ey benim güzel şehzadem! Seni buraya getiren nedir?” diye sordu.

“Babama bazı sırlar ikramda bulundun. Babam çok değişti. Onlardan biraz da bana sunar mısın?”

Şems-i Tebrizi’nin verdiği cevap… “Veled! Veled! Babanın gerek sakalındaki, gerek başındaki kılların hepsi birer Şems’tir. Bende artık bir şey kalmadı. Git benim varlığımı babanda gör.” 

‘Gel sana da öğreteyim’ demedi, ‘Ben artık yükü attım, taşıyana git, orada gör bütün güzellikleri’ demek istedi. Bir kişi manen soyundu mu, o postuna oturmaz, bir misafir gibi gider, orada kendini seyreder. Gün geldi, Mevlana Şems oldu.

Bir gün bir toplantıda Hazreti Mevlana, Şems’in büyüklüğünü anlatırken, kıdemli bir derviş ağlamaya başladı.

Mevlana, “Erenler neden ağlıyorsun?” diye sordu.

“Ya Mevlana! Şems’in büyüklüğünden o kadar duygulandım ki keşke o seneler olsaydım da Şems’i görseydim, diye gönlümden geçirdim.”

Hazreti Mevlana’nın verdiği cevap… “Yazıklar olsun sana! Benim sakalımın her kılı bir Şems. Şems’i benim dışımda mı arıyorsun?”

Yani Hazreti Muhammed, Hazreti Mevlana, bütün büyükler bizim sünnetimizdir. Kim nöbeti almışsa bu alemde onların farzıdır. Onları, ona sorarsın.

MANEVİ MENKIBELER – 66

GÖNLÜN KAÇMASAYDI BAĞA…

Hüsameddin Çelebi, Hazreti Mevlana’nın hilafetine geçtikten sonra, yolda giderken hep ayaklarını sürtüyor, ağlıyor, Hazreti Mevlana’nın hasreti ile yanıyor.

Bir gün bahçesini işlerken yoruluyor, bir ağaca dayanıyor, gönlü biraz bağa kaçıyor. ‘Bu sene üzümler nasıl olacak’ diye üzümleri düşünürken uyku basıyor, kendinden geçiyor. O sırada manasında Hazreti Mevlana’yı görüyor. Güler yüzle selam veriyor Mevlana.

Hüsameddin Çelebi, “Ah Efendi Hazretleri! Aradan beş yıl geçti, hep seni inleyip durdum, bir gün benim manama gelmedin” diyor.

Hazreti Mevlana tebessüm ederek şu cevabı veriyor: “Ey ruhumun mertebesi! Gönlün bağa kaçmasaydı yine yüzümü sana göstermeyecektim. Çünkü ben senim, dışarıda ne arıyorsun? Şimdi gönlün bağa kaçtı, bağa sevgini vermemen için sana yüz tuttum.”

Rubai:

“Gönlümü, belânın geçtiği yola koydum. Yalnız senin arkandan koşsun diye, gönlün ayak bağını çözdüm…

Bugün rüzgar, bana senin güzel kokunu getirdi, ben de teşekkür için ona gönlümü verdim.”

MANEVİ MENKIBELER – 65

HEPSİNİ SEVGİLİ YARATMIŞTIR…

Hazreti Mevlana, zahir ilmi bırakıp aşk ilmine girişince camiden, medreseden uzaklaştı, artık aşk aleminde yaşamaya başladı.

Eskiden görüştüğü iki bilgin, “Mevlana’yı uzun süredir görmedik, ziyaretine gidelim” diyorlar. Biri diğerine, “Hiç soru sormayalım, gönlümüzü okusun, ona göre bize ikramlarda bulunsun” diyor.

Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelip hal hatır soruşuyorlar. Sonra Hazreti Mevlana tefekküre dalıyor, onlara sohbet açmak için ilham gelmesini beklerken. Biri dayanamıyor, “Ya Mevlana! Sana bir şey sorabilir miyim?” diyor.

“Sor.”

“Bu alemde fena nedir?”

Hazreti Mevlana, bunu işitir işitmez başını secdeye vuruyor, kaldırmıyor başını secdeden.

Diğeri arif imiş, anlıyor Mevlana’nın bu halini ve tutuyor arkadaşını kolundan dışarıya çıkarıyor.

Soru soran, “Neden dışarı çıkardın? Mevlana daha soruma cevap vermedi” diyor.

Arkadaşı, “Verdi, verdi…” diyor, “Mevlana, bu iyi, bu kötü diye dile getirirse Sevgilisini incitmiş olur. Çünkü hepsini Sevgilisi yaratmıştır. Bu davranışıyla şunu demek istedi: O güzele varmak için, iyi ve kötü ile nefsimizi terbiye etmeliyiz. Ama bu iyi, bu kötü diye ayrım yaparsak hiçbir yere varamayız.”

MANEVİ MENKIBELER – 64

NEYZEN HAMZA DEDE…

Hazreti Mevlana bir mecliste muhabbetteyken, neyzeni Hamza Dede vefat ediyor. Hamza Dede’yi gasilhaneye çıkarıyorlar. Hazreti Mevlana’dan destur almadan yıkamayalım, diyorlar ve haber gönderiyorlar.

Cenab-ı Mevlana, haberi duyunca, “Hayır… Hamza Hakk’a yürümemiştir” diye seslenerek hemen yerinden kalkıyor. Herkes şaşırıyor. Doğru geliyor gasilhaneye, Hamza Dede’nin başucuna, “Ey Hamza!” diyor, “Fakirden destur almadan nasıl yola çıktın? Hadi kalk o ney’i bir daha konuştur, sonra yola çık!”

Hamza Dede anında ruhuna kavuşuyor. Hazreti Mevlana önde, o arkada, başlıyor ney üflemeye. Geliyorlar semahaneye. Semahanede, Hazreti Mevlana bir süre sema ettikten sonra, “Her iş tamamlandı” diye buyuruyor.

Hamza Dede, tekrar teneşire gidiyor ve bir ‘Hu’ çekip ruhunu teslim ediyor.

Cenab-ı Mevlana, Hamza Dede çok güzel ney üflediği için, onun ney’ini de kabrine koyup beraberinde sırlamıştır ve istememiştir o ney’i bir başkası üflesin.

Bütün sazlar Mevlevilik’ten çıkmadır. Hatta org, önce Galata’da dedeler tarafından tahsil edilmiş, ondan sonra kiliselere girmiştir. Mevlevilik, sazıyla, sözüyle, her şeyiyle çok zengindir. 

MANEVİ MENKIBELER – 63

FARABÎ HAZRETLERİ’NİN UD’U…

Ud, Farabî Hazretleri’nden meydana gelmiştir. Udla Hakk’a nağmeler söylemiştir.

O devrin bilginleri Farabî Hazretleri’ne dil uzattılar. Farabî, “Bu udun çalınmasının helal mi, haram mı olduğunu anlamak için bir imtihana sokalım. Şeyh’ül İslam’ın devesini on gün aç bırakın, ben bir ağaç altında ud çalarken siz bir tekne hamur getirin ve deveyi çıkarın. Eğer deve hamuru yerse, ben udu kıracağım, sizin fetvanızı kabul edeceğim. Eğer hamuru yemez, udu dinlerse, o zaman bakın müzik hayvana tesir ediyor, siz ondan daha hayvansınız” diyor.

Farabî Hazretleri, Hakk’a güzel sözler söyleyerek udu çalmaya başlıyor. Dışarı çıkartılan deve, başını kaldırıp dinlemeye başlıyor, hamura saldırmıyor. 

Rivayete göre udun sesi durduktan sonra, on dakika kadar daha deve hamuru yememiştir.

Bir Mevlevi dervişinin Allah’a karşı ibadetinin nasıl olduğunu görmek için dünyanın her yerinden binlerce kişi kilometrelerce yol katedip Mevlevihane’ye geliyor. Çünkü, ‘İslam’da saz çalınmaz, haramdır’ diye duymuşlar. Halbuki, Hazreti Muhammed, Mekke’den Medine’ye göç ettiği zaman Medine halkı, Hazreti Muhammed’i bendirlerle, kudümlerle karşılamıştır. 

Hazreti Muhammed’in bendesi Hüdavendigar Mevlana müziği korkmadan sıkılmadan kullandı. Kur’an’ın özüne sahip olduğu için hiçbir bilginin onun karşısında duracak gücü yoktu.

Beyit:

“Getir meclisimize çalgıyı, kerem sahibi ol bize karşı, kerem sahibi; hasta gönüllerin mahallesinde merhametli davran, merhametli.”

MANEVİ MENKIBELER – 62

REBABIMIN SESİ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Bütün hatipler, ‘Çalgı İslam’da haramdır’ diyorlar.”

O esnada rebab çalan Hazreti Mevlana tebessüm ederek şöyle diyor: “Benim rebabımın sesi Hakk aşıklarına cennetin kapılarının açılış sesidir; kaba sofulara da cennetin kapısının kapanış sesidir. Aşık olmadı mı biri, sağırdır.”

Rebab, dörtbin senelik bir sazdır. Peygamber Efendimizin devrinde bir rebabzen varmış. Mevta toprağa verildiği zaman gelir mezar başında rebab çalarmış. Ömer-i Faruk çıldırırmış, ‘neden bu rebab çalıyor, neden Hazreti Muhammed bir şey demiyor’ diye. Aradan zaman geçip, Hazreti Resulallah dar’ül-bekaya yol aldıktan sonra Ebu Bekir halife oluyor. 

Yine bir gün biri vefat ediyor. Cemaat dağıldıktan sonra rebabzen, kabir başına rebab çalmaya geliyor. Ömer-i Faruk rebabzenin yanına giderek, “Bir daha kabristanda rebab çalarsan ayaklarını kırarım” diyor.

Rebabzen üzgün bir şekilde uzaklaşıyor. O akşam Ömer-i Faruk’a rüyasında Hazreti Muhammed asık yüzle görünüyor, hiç yüzüne bakmıyor. Ömer-i Faruk, o günü, hüzün içinde, acaba ne yaptım diye düşünerek geçiriyor.

Ertesi gece rüyasında, Hazreti Peygamber, yine asık yüzle çıkıyor, üçüncü akşam da asık yüzlü. Ömer çok yalvarıyor, ağlıyor. 

Hazreti Muhammed, “Ya Ömer, benim tebessümlü yüzümü görmek istiyorsan git o rebab çalan zatın gönlünü al. Hakk’a yürüyen kişiler nasıl sıkıntılarla gitti, sen onları bilmezsin. O, kabir başında rebab çalarak giden kişiye ruhi gıda veriyor. Bu işlere senin aklın ermez” deyince, ertesi sabah Ömer-i Faruk hemen adamı arayıp buluyor, özür diliyor ve tekrar vazifelendiriyor.

Rubai:

“Rebab, İsrafil’in nefesiyle seslenmede, feryad etmededir.

Bu sebepledir ki, rebabın sesi, aşk ateşi ile kavrulan gönülleri diriltir. 

Onlara yeniden can verir, onları gençleştirir. 

Zamanın iyi ettiği sevgi yaraları kanamaya başlar, batıp yok olan sevdalar küçük balıklar gibi bir bir suyun dibinden yukarıya çıkarlar.”