MANEVİ MENKIBELER – 50

Yetmişiki milletle beraberim…

Hüdavendigar Mevlana, bir gün bir toplulukta dedi ki: “Ben yetmişiki milletle beraberim.” Mevlana’nın bu sözünü duyan bilginler toplandılar, aralarında konuştular, dediler ki: Bu yetmişiki millet arasında kafir var, putperest var, küfürbaz var, İsa’ya tapanlar Musa’ya tapanlar var. Mevlana nasıl olur da yetmişiki milletle beraberim der. Ve karar verdiler, aralarından birini Mevlana’ya gidip, bu soruyu kendisine sormak üzere gönderdiler. Ve eğer yine yetmişiki milletle beraberim derse, kabul ederse, o zaman ağzına gelen ne kadar çirkin söz varsa hepsini Mevlana’nın yüzüne söyle, dediler. 

Adam geldi Mevlana’nın huzuruna, selamlaştılar, adam sordu Mevlana’ya, “Ya Mevlana, sen şöyle bir söz sarf etmişsin; yetmişiki milletle beraberim, demişsin. Bu söz doğru mudur? Bu sözü sen mi söyledin?” 

Mevlana, “Evet doğrudur, ben söyledim, aslı vardır” dedi.

Adam Mevlana’nın cevabını duyar duymaz başladı söylenmeye, ağzından gelen bütün çirkin sözleri söyledi.

Mevlana sadece dinledi, adamın hiçbir sözüne bir cevap vermedi. 

Adam söylendi söylendi en sonunda durdu. 

Mevlana, küfürbaza dönüp sordu, “Bitti mi konuşman?”

Adam dedi ki, “Bitti.” 

O zaman Mevlana adama şu cevabı verdi: “Hem seninle beraberim hem de söylediklerinle beraberim.” 

Yani demek istedi ki, senin gibi olsam senin gibi konuşurum, ama senin gibi olmadığım için sadece dinliyorum. 

Adam Mevlana’nın bu sözlerini işitince biraz düşündü. Alim olduğu için Mevlana’nın ne demek istediğini anladı ve hemen Mevlana’nın ellerine kapandı öptü ve bağışlamasını diledi. 

Bakın Mevlana bu davranışıyla küfürbaz adamı da kazanmış oldu. 

Ağzından bir tek çirkin söz çıktı mı sen kirlenmiş sayılırsın. Bu ağız ancak güzel söz söylemek için vazifelidir. Zerre kadar küfür, kavga, çirkin söz için değildir. Fakat maalesef insanlar derin düşünmeden bilgisizce sözler sarf ediyorlar. 

İslam olmak kolay değildir. İnşallah her birimiz Hazreti Muhammed Efendimize, İmam Ali Efendimize, Pirimiz Hüdavendigar Mevlana’ya ve Piran Efendilerimize layık güzel insanlar oluruz.

MANEVİ MENKIBELER – 49

Ben bir ney’e benzerim…

Peygamber Efendimiz, sahip olduğu o hakikatleri çevresindeki topluma sunamazdı, çünkü o toplumun çoğunluğu cahildi. Bu yüzden o binbir sırrın anahtarını, bütün hakikatleri Ali’ye verdi. 

Hazreti Ali Efendimiz bu hakikatleri öğrendikten sonra, O da kendine bir sırdaş aramaya koyuldu, fakat bulamadı. Çünkü bu hakikatler insanın içinde birikim yapar ve insan kendisini anlayacak birisiyle bunları paylaşmak, muhabbet etmek ister. 

Peki ne yaptı Hazreti Ali? Yemen’e gittiğinde bir kuyu başına geldi, kuyunun başına oturdu ve bütün sırları o kuyuya söyledi. İşte o kuyuda daha sonra bir kamış meydana geldi. 

Veysel Karani Hazretleri, develerini otlatırken, develeri susayınca onları o kuyunun etrafında toplar ve onlara su verirdi. Bir gün yine develerine su vermek için o kuyunun başına geldi ve bir de baktı ki kuyuda bir saz suret bulmuş. Veysel Karani Hazretleri o sazı kesti ve kaval yaptı. Develerini otlatırken o kavala üfledi. Kavaldan çıkan o yanık ses develere tesir etti ve kıyam zikrine kalktılar. O kaval bugünlere gelene kadar yenilendi ve Mevlevilerde ney halini aldı. 

Ney nefeslendiği zaman neyden yanık sesler çıkar. Ney, Mevlevilikte nefih, yani hayat veren manasına gelir.

Cenab-ı Mevlana buyurur: “Ben bir ney’e benzerim, 72 millet sırrını benden öğrenir.”

Bütün Evliyaların Piri İmam Ali Efendimizdir, hepsinin Şah’ıdır. Bütün hakikatler bu dünyamıza ne geldiyse İmam Ali Efendimizin dilinden meydana gelmiştir.

MANEVİ MENKIBELER – 48

Sen sandığa girmezsin, ben de girmem…

Zamanın birinde bir padişah varmış, halk onu çok seviyor ve çok sayıyormuş. Padişah hastalanmış ve bu alemden göç etmeden önce kölelerini mükafatlandırmak istemiş ve onları huzuruna çağırmış. 

Hepsi huzuruna gelmişler, onlardan mücevher sandığını getirmelerini istemiş. Sandıkta padişahın çok kıymetli mücevherleri varmış. Sandığı getirmişler. 

Padişah, onlardan, sandığın içindeki mücevherlerden diledikleri kolyeyi almalarını istemiş ve “Alın ki” demiş, “bana hakkınızı helal edin.” Onları bu şekilde mükafatlandırmak istemiş. 

Köleler çok sevinmişler, hepsi birer kolye beğenmişler ve seçip almışlar. 

Fakat kölelerden biri kolyelerden almayıp, atlamış padişahın boynuna sarılmış. 

Padişah, “Neden boynuma sarıldın, sen sandıktan bir kolye almayacak mısın?” diye sormuş.

 Köle, “Hayır” demiş, “ben seni istiyorum, hem bu cihanda hem öbür cihanda…” 

Padişah, “Neden?” diye sormuş. 

Köle şu cevabı vermiş, “Bir gün gelecek ben de Hakk’ın rahmetine ulaşacağım, yine boynumdaki kolye bu sandığa girecek. Ama demiş sen sandığa girmezsin, ben de girmem…”

Aşık, her an maşuku ile birliktedir…

MANEVİ MENKIBELER – 47

Nizam-ı alem bozulur…

Peygamber Efendimiz, barışın ve kardeşliğin en yüce varlığıdır. O, hiçbir zaman hiçbir varlığa karşı kötü bir duygu beslememiş ve hiçbir zaman bir bedduada bulunmamıştır; O, her zaman herkes için en güzelini dilemiş ve dualarda bulunmuştur. 

Hatta Taife halkı tarafından taşlanıyorken bile, içindeki Rabbi kendisine, “Ya Muhammed, sana yapılan bu hakaretlere tahammül edemiyorum; dile benden ne dilersen, bu kavimi bir anda helak edeyim” diye seslendiği halde Hazreti Peygamber Efendimiz, Rabbinin bu seslenişine karşılık olarak ellerini havaya kaldırmış ve şu yalvarışta bulunmuştur: “Ya Rab! Ben bu alemi yok etmeye gelmedim, ben onları var etmeye geldim. Sen mademki benden bir dilekte bulunmamı istiyorsun, o vakit bu kavime hidayet ver de beni anlasınlar…” 

O esnada, Taife halkı, Peygamber Efendimizin kalçalarına, omuzlarına taşlar atıyorlardı, hatta bir taş da alnına isabet etmiş ve alnını kanatmıştı. Fakat Hazreti Peygamber Efendimizin bu duasını duyduklarında şaşkınlık içinde durakladılar ve yaptıklarından pişmanlık duydular. 

Peygamber Efendimizin amcası Hazreti Hamza, koluna girerek O’nu bir derenin başına götürdü ve alnından, yanaklarından akmakta olan kanı suyla yıkamasına yardım etmek istedi. Fakat Hazreti Peygamber amcasını durdurarak, “Ya Hamza, benim şefkatli amcam, eğer benim yüzümden akan bu kanların bir damlası bu suya karışacak olsa bütün denizler, okyanuslar coşar ve nizam-ı alem bozulur. Bırak bu kan benim üzerimde kurusun…” 

Bu olaydan şunu anlamamız gerekiyor ki, Hazreti Peygamber Efendimiz her ne kadar bir beşer sıfatında sanki bizlerden biriymiş gibi görünse de hakikatte tamamen manevi hidrojendi. 

O, kendisine yapılmış onca hakaretlere rağmen bir an olsun isyanlara düşmemiş ve daima insanlara şefaatte ve dualarda bulunmuştur.

MANEVİ MENKIBELER – 46

Bana aşkını söyle…

Bir gün Yunus Emre Hüdavendigar Mevlana’yı ziyaret etmek istiyor, yola çıkıyor. Bir gece vakti Konya’ya varıyor. Mevlana’yı gül bahçesinde buluyor. Yunus Emre, gül bahçesine daha girer girmez, Mevlana’nın arkası dönük olduğu halde ona, “Hoş geldin ya Yunus” diyor. O da “Hoş bulduk” diyor. Bakın aralarında perde yok. Cemal cemale geliyorlar, musafa yapıyorlar. Yunus Emre, Mevlana’nın oğlu yaşında. 

Mevlana sesleniyor, “Ey Yunus, bana aşkını söyle!” 

Yunus Emre başlıyor aşkını dile getirmeye, bir sürü güzel beyitler dile getiriyor. 

Mevlana’nın çok hoşuna gidiyor, yine diyor, “Bir daha söyle… bir daha söyle…” 

Sabaha kadar Yunus Emre’yi söylettiriyor. Sabah ezanı okunuyor, namazlarını eda ediyorlar. 

Sonrasında Yunus Emre’nin gözüne rahlenin üzerinde duran Mesnevi ilişiyor. Okumak için izin istiyor Mevlana’dan, o da veriyor. Yunus Emre alıyor eline Mesnevi’yi, okumaya başlıyor. Biraz okuyor ve bakıyor ki sözlerde çok mana var, Mesnevi 6 cilt… “Ya Mevlana” diyor, “İnsan ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya.” 

Yunus Emre tabi çok saf, çok temiz… 

Mevlana ona dönüp şöyle buyuruyor: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün. Herkesi kendin gibi sanma…” 

Bakın, Mevlana nasıl bir yücelik veriyor Yunus’a bu sözleriyle… 

Herkes Mesnevi’yi okuyup geçiyor ama içindekileri manaları tam olarak göremiyor. 

Yunus Emre’nin Divanı da Mevlana’nın sözleri sayılır, çünkü çok etkilenmiştir Mevlana’dan, O’ndan feyizlenmiştir.

MANEVİ MENKIBELER – 45

Allah, insanla görür insanla bilir…

Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed, yalnız kendi cemaatine değil bütün insanlık alemine rahmet olarak gelmiştir, özgürlük va’d etmiştir, huzur vermiştir, kimlik vermiştir. Hepsinin en güzel şekilde yaşamalarını sağlamıştır. 

İnsanlık toplumu, ister İsa Ruhullah’tan ister Musa Kelamullah’tan, ister Davud Aleyhisselam’dan, ister diğer Peygamberlerden haberleri olmadığı için, nefsi arzularına kendilerini bırakmışlar, kendi kimliklerinin dışına çıkmışlar, insanlıktan çok uzak kalmışlar; birbirlerine zarar vermektedirler, birbirlerini incitmektedirler, birbirlerini öldürmektedirler. Bunların hepsi kimliklerinin kıtlıklarından bu hallere düşmüştürler…

Peki bunlar nerden kaynaklanıyor? Her zaman söylüyorum, bilginlerimiz, noksan bilgilerle cemaatlerine bilgi sundukları için, insan toplumunda bu ikilikler, bu kavgalar, bu düşmanlıklar meydana geliyor ve böyle giderse meydana gelmeye de devam edecek…

Şimdi Peygamber dediğimiz zaman, bu ne demektir? Nerden pey veriyor? Allah’tan pey veriyor. Peki Allah nerde ikamet ediyor? Kimliği nedir? Nasıldır? Nicedir? İnsan, neden araştırmıyor? Neden kalkıp efendisine, yahut da mürşidine, bana bunu açıkla, tanıt, diye sormuyor? 

Bir insan sormadıktan sonra, derin bilgilere inmedikten sonra irşad olamaz. Çünkü Allah, ancak insanla bilir, insanla görür…

Vaktiyle bir şeyh, bir müridini çok severmiş, ona daima iltifat eder ve herkesin içinde sevdiğini belli edermiş. Bu durum diğer müridler arasında kıskançlığa sebep olurmuş. Bir gün dayanamayıp şeyhin huzuruna gelmişler ve ona, neden o müridini bu kadar çok sevdiğini sormuşlar. Şeyh, bunun üzerine o çok sevdiği müridi de dahil hepsini biraraya toplamış ve onlara dönüp, “Şimdi sizlerden bir şey yapmanızı isteyeceğim… Her biriniz birer canlı tavuk alacaksınız ve bu gece, Allah’ın görmeyeceği bir yerde onu öldürüp yarın bana getireceksiniz! Sorunuzun cevabını da o zaman sizlere söyleyeceğim” diye buyurmuş. Şeyhin bu emri üzerine hepsi evlerine yollanmışlar ve birer tavuk almışlar. Biri almış tavuğu bodruma inmiş ve orada öldürmüş. Bir diğeri karanlık bir odaya girmiş, orada tavuğun canını almış. Bir ötekisi ise ormana gitmiş, ıssız bir yerde tavuğun canına kıymış. Öbürü dama çıkmış, berisi kuyuya inmiş… ve hepsi karanlık bir yer bulmuş, Allah’ın görmediği bilmediği, tavukları kesmişler. Şeyhin çok sevdiği müridi ise, oraya gitmiş buraya gitmiş, ama Allah’ın onu göremeyeceği hiçbir yer bulamamış ve tavuğu da kesememiş. Ertesi gün hepsi ellerinde ölü tavuklarla şeyhin huzuruna gelmişler. Şeyhin sevdiği mürid ise, tavuğu canlı getirdiği için, arkadaşlarının alaycı bakışlarından utanarak bir kenara çekilip, şeyhini beklemeye koyulmuş. Şeyh geldiğinde, o hariç hepsi kendilerinden çok emin bir halde ölü tavukları şeyhlerine sunmuşlar. 

Şeyh dönüp, sevdiği müridine, “Sen neden kesmedin tavuğu? Bak bütün arkadaşların tavukları kesip getirmişler” diye seslenince, hepsi birden, şimdi şeyh ona kızacak diye sevinmişler. 

Mürid, sessizce, biraz da utanarak yaklaşmış, “Şeyhim” demiş, “siz dediniz ki, tavuğu Allah’ın göremeyeceği bir yerde kesin, fakat ben nereye gittiysem her yerde Allah her yaptığımı görüyordu.” 

Şeyh bu cevap üzerine, “Peki nasıl görüyordu evladım?” diye sorunca, mürid bu defa, “Benim gözlerimden görüyordu şeyhim!” diye cevap vermiş. 

Şeyh bu cevabı duyar duymaz, “Aferin evladım, işte ben de senden bunu beklerdim” demiş ve diğerlerine dönerek, “Şimdi anladınız mı ben onu neden bu kadar seviyorum?” diye buyurmuş.

Allah, dediğimiz zaman, Allah, güneşle, ayla, yıldızlarla dile gelmez. Neyle dile gelir? İnsanla dile gelir. 

Allah, güneşi, ayı, yıldızları, dağları, çimenleri, okyanusları yarattı, hiçbirinden dile gelemedi. En son insanı yarattı, insan gözüyle bu alemde yarattığı bütün varlıkları seyretti ve hepsini isimlendirdi. Kendi ismini de yine insandan aldı. Kendi içinde, onu canlı tutan, ona hayat veren o kudrete ‘Allah’ ismini verdi. 

İnsan, hala Allah’ı kendi dışında aradığı için malesef ikiliklerde gezmektedir. İkiliklerde gezdiği için de hatalara düşmektedir. Kendi dışında saydığı bütün varlıklara zarar vermektedir. Hakikatte ise kendine zarar vermektedir…

Allah’ı kendinde bulan insan kadar mukaddes bir varlık daha yoktur. O, şefkat kaynağıdır, merhamet kaynağıdır… O, kimseye zarar vermez, vermek de istemez. Her varlığa sevgiyle, merhametle, şefkatle çıktığı için de, hiçbir varlık ona zarar veremez… Ona zarar verdiğini zanneden, ne zarar verirse ancak kendine verir.

Hünkar Hacı Veli Bektaş, selam olsun üzerine, bakıyor ki bir arslan bir ceylanı kovalıyor, alıyor ceylanı sol koluna, arslanı da alıyor sağ koluna, ikisini de yanyana oturtuyor, birbirlerine bakıyorlar ama birbirlerine dokunmuyorlar.

Mevlana da buyurur, selam olsun üzerine, “Benim sohbetlerimde bulunan yolcu” der, “beni can kulağıyla dinlerseler, kurt ve koyun gibi birarada otururlar, birbirlerine zarar vermezler.”

Bu kadara kadar, mana büyüklerine her varlık saygı gösterir. Çünkü hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin kardeşleridirler, yani hakikatte Allah’ın kardeşleridirler.

İşte Mevlana… “Ey insan” diyor, “ne gördüysen bu alemde senden dışarı değil, ne istersen iste, kendinde iste, çünkü sen her şeysin…”

MANEVİ MENKIBELER – 44

Hakiki kıble…

Cenab-ı Mevlana’nın devrinde, ikindi ezanı okunuyor. Meydancı bağırıyor, “Vakti sala…”

Haydii.. hepsi kalkıyor yarım dervişler, muhibler, namaza hazırlanıyorlar.

Meydancı geliyor Cenab-ı Mevlana’ya, “Efendi Hazretleri” diyor, “Vakti sala…”

Fakat Mevlana’dan zerre kadar cevap yok; tefekküre dalmış, duymuyor. 

Meydancı fazla rahatsız etmiyor, çekip gidiyor.

İki tane derviş, durmuyorlar kıyama, geliyorlar Mevlana’nın huzurunda diz çöküyorlar, orda tefekkürde duruyorlar.

İkindinin dört rekat sünneti kılınıyor, selam veriliyor, Mevlana kendine geliyor. Bakıyor iki tane derviş önünde. “Erenler” diyor, “siz neden kalkmadınız huzura?”

Bakın şimdi dervişlerin verdikleri cevaba… “Hakiki kıble bizim karşımızdayken, arka çevirip dönemedik boşluğa.”

Mevlana bunu duyunca, eliyle işaret ediyor, “Mestur et!..”

Yani her şeyin üstünde insandır, her şeyin üstünde insandır… İnşallah güzel bir insan oluruz, derviş oluruz.

MANEVİ MENKIBELER – 43

Senin çalışman da ibadet sayılır…

Hasan-ı Basri, çok çalışkan. Hep Peygamber Efendimizin meclisinde bulunuyor. Kardeşi ise beş vakit namazla meşgul oluyor, çalışmıyor. 

Hasan-ı Basri hem kardeşine bakıyor, hem kardeşinin çocuklarına bakıyor ve çok da üstü başı temiz geliyor meclise. 

Hazreti Ali Efendimizle de çok dostlukları vardı. Tasavvufun Piri Hazreti Ali Efendimizdir, Hasan-ı Basir de ikinci Pir sayılır.

Hasan-ı Basri düşünmüş taşınmış, ben çalışıyorum bu kadar demiş, ölüm var, ölüp gideceğim, hayatım hep dünyalıkla geçiyor, ahireti kaybedeceğim. Ben de bırakayım işi, kardeşimin havasına gireyim, beş vakit namaz kılayım. Başlıyor bütün gününü ibadetle geçirmeye. 

İyi ama, şimdi kardeşini de aç bırakıyor, çalışmıyor ya gönderemiyor dünyalık oraya. Sonra geliyor meclise, üstü başı tozlu, eski.

Hazreti Resulallah soruyor, “Hasan-ı Basri, bu halin nedir?”

“Düşündüm taşındım kardeşimi daha haklı gördüm, bıraktım işi, ibadetle meşgul oluyorum ya Resulallah.”

Peygamber Efendimiz, “Derhal” diyor, “işine sarıl, ibadetle uğraşma. Senin işin, çalışman da ibadet sayılır, çünkü senin kazancından çok kişi faydalanıyor. O faydalanan kişiler daima sana Allah’tan rıza kılıyorlar.”

Hazreti Resulallah Efendimiz, Hasan-ı Basri’yi böyle tekrar işe yönlendirmiştir. Çünkü çalışmak her şeyin üstündedir, her şeyin üstünde. 

Eğer çalışmak her şeyin üstünde olmasaydı, Peygamber Efendimizin bir adı da Muhammed Cabbar olmazdı. Cabbar ne demektir? Çalışkan…

MANEVİ MENKIBELER – 42

Ne ile gelirseniz gelin, kul hakkıyla gelmeyin…

Mevlana’nın devrinde, zatın biri, üç gündür çoluk çocuğu aç, gideyim demiş Hazreti Mevlana’nın dergahına, ordan gizlice bir halı alayım, çıkarayım pazara satayım. Ordan gelen parayla çocuklarımın rızkını temin edeyim. Yakalanırsam da Hazreti Mevlana benden şikayetçi olmaz, affeder beni. 

İnancına bakın adamın…

Kalkmış gelmiş dergaha, Mevlana o sırada tefekkürde. O tefekkür halindeyken, adam en güzel halıyı almış.

O halı da, Hazreti Mevlana’ya Selçuklu Hükümdarı Alaeddin’den hediye edilmiş.

Adam halıyı pazarda satarken, saray memurları bakmışlar bu halı saraya ait, böyle bir halı Mevlana’ya hediye edilmişti, demişler, adamı yakalamışlar. Sorguya çekmişler, adam itiraf etmiş.

Adamın omuzuna yüklemişler halıyı, gelmişler Cenab-ı Mevlana’nın huzuruna, selam vermişler, Mevlana selamı almış. Sonra dönüp demişler, “Ya Hüdavendigar Hazreti Mevlana, bu zat senin halını çalmış, pazarda satarken yakaladık. Şimdi halıyı tekrar sana getirdik, bu adamı karakola alıp sorgulayacağız.”

Mevlana onları dinledikten sonra, işte Mevlana’dan cevap, “Efendiler, bu kişi benim halımı çalmadı, ihtiyacı vardı aldı. Onu mazur görün, bırakın. Ben ondan şikayetçi değilim.”

Şimdi, Peygamber Efendimizin devrinde de böyle bir hadiseyi yapan, ismi kötüye çıkan biri vardı. Herkes ondan merhabayı kesmiş, toplumdan uzaklaşmış. 

Bu adam gün gelmiş hastalanmış, gece gün Resulallah’a yalvarıyor, affetmesini istiyor, diyor, “Senden başka kimsem yok, Allah’ın en güzel yüzünü sen taşıyorsun. Beni affet, sen rahmet sahibisin.”

Adam böyle ağlamış sızlamış, onun yalvarışları Resulallah’ın rüyasında görünmüş ve adam Resulallah’ı zikrederken ruhunu vermiş.

Kimse yok cenazinde. İşte Resulallah onun cenazesinde bulunuyor. Sahabeden herkes hayret içinde, “Ya Resulallah” diyorlar, “sen çok cenazelere gitmezsin de böyle bir kişinin cenazesinde nasıl bulunursun?” diye soruyorlar.

“Bu kişi” diyor Resulallah, “haftalarca tövbelerde bulundu, ağladı, benden af diledi, rahmet diledi, rüyalarıma girdi. Ruhunu beni zikrederken verdi. Ben bunun cenazesini kılmayacağım da kimin kılacağım?..”

Bu yüzden, insanların kolay kolay kimlikleri bilinmez, ihtiyaçlar her şeyi yaptırır. Ama sen keyfinden çalarsan, keyfinden yürütürsen, başkalarının hakkına girersen, sen hangi yüzle Allah’ın huzuruna çıkacaksın?..

Bakın Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed’in dilinden sesleniyor, “Ne ile gelirseniz, hangi suçlarla gelirseniz gelin benim huzuruma, sakın kul hakkıyla gelmeyin. Kul hakkı yiyenleri affetmem.”

İşte bu yüzden, burda hakikatler konuşulur. Burası Hazreti Muhammed Efendimizin, Cenab-ı Mevlana’mızın, Piran Efendilerimizin öz yeridir. Burası Muhammed Ali meydanıdır. Burada katiyyen örtülü muhabbet yoktur. Örtülü muhabbet yapmaya kalkarsak, demek ki bizim sizlerden bir menfaatimiz var, onun için örtülü konuşuyoruz ki, o menfaatler bizden gitmesin… 

Hayır… bizim burda kimseden menfaatimiz yok, kimseden. Bize ne buyurmuşsa Hazreti Muhammed Efendimiz, Mevlana’mız, İmam Ali Efendimiz onları biz size söylemekle mükellefiz.

Çünkü bildirilmedi gidilecek günümüz, gidilecek ayımız, gidilecek saatimiz, bildirilmedi.

Bu yüzden İmam Ali Efendimiz buyurmuştur, “Haber vermediler bu aleme gelişimize, haber vermezler gidişimize, daim hazır olun!”

İşte Mevlana, “Bu beden bir mektuptur, postalanmış Padişaha. Layık ise postala, layık değil ise yırt, yenisini yaz. Çünkü zaman az!..” diyor.

Bizler ana karnından dünyaya ayak bastığımız günden bu yana, yola çıkmışız Allah’a gidiyoruz. Mademki Allah’a gidiyoruz, acaba hizmetlerimizde, düşüncelerimizde, yaşamlarımızda O’na layık hizmetler var mı? Yoksa nefsimize layık hizmetler mi var? 

Çok kişi ister Allah onlara göre konuşsun… bunları kafamızdan silelim. Allah bize göre konuşmaz, kendine göre konuşur. Çünkü bizim O’na ihtiyacımız var, O’nun bize ihtiyacı yok. Bizlerden de ne para istiyor, ne pul, ne can istiyor bizden, çünkü hepsi O’nun… Bizlerden tek bir şey istiyor, bizlerden sadece temiz bir gönül istiyor.

MANEVİ MENKIBELER – 41

Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim…

Bir gün Cenab-ı Mevlana kalkıyor bir meclise geliyor. Mevlana kapıdan içeri girer girmez herkes ayağa kalkıyor. Mevlana’ya güzel bir yer veriyorlar, oturuyor. 

O sırada, Hafız İshak Efendi de, Konya medresesinin hocası, ders veriyor hafızlar, hocalar yetiştiriyor. Hafız İshak Efendi, duymuş ki Mevlana orada, o da kalkıyor meclise geliyor, kapıdan giriyor. Fakat oturacak yer yok, duruyor ayakta selam veriyor.

İşte koca Mevlana, hemen kalkıyor yerinden, Hafız İshak Efendi’ye yerini veriyor, kendisi de geçip ayakkabılığa oturuyor. Bakın, ayakkabılığa oturuyor. Halk bunu görünce çok üzülüyor, dönüp diyorlar, “Ya Hüdavendigar, neden ayağa kalktın, yerini verdin? Neden geçtin öyle bir yerde oturdun?”

Hazreti Mevlana, onlara şu soruyu soruyor, “Efendiler” diyor, “evinizde Kur’an-ı Kerim’i nerede tutarsınız?”

Diyorlar, “Bir kılıf içine koyarız, duvarda en baş köşeye asarız.”

“Güzel” diyor, “ben de Hafız İshak’a canlı Kur’an olduğu için ayağa kalktım. Kur’an’a kalktım, Hafız İshak’a değil. Yerimi Kur’an’a verdim.”

Hafız İshak Efendi, bunu duyunca fırlıyor yerinden, gidiyor medreseye, yüzelli hafızla beraber geliyor. Bir kişiye bile yer yokken oturacak, şimdi kucak kucağa oturuyorlar. Bir muhabbetler açılıyor saatlerce…

İşte Mevlana, “Ben yaşadıkça” diyor, “Muhammed Muhtar’ın ayağının tozuyum. O’nun eseri Kur’an-ı Kerim’in kölesiyim. Beni bunun dışında kim görürse, ben o kişiden bizarım.”

Bu kadar kendisini yoklukta tutarsa bir kişi, alırsa kendisini kulların ayakları altına, sen ne yaparsın o kişiye?.. canını da verirsin her şeyini verirsin…