MANEVİ MENKIBELER – 88

BİZ, SEVGİYİZ…

Hazreti Mevlana’nın ilk halifesi olan Şeyh Selahaddin Efendi, damadı Sultan Veled Hazretleri’ni çok severdi. Sultan Veled Hazretleri de Şeyh Selahaddin’i çok severdi. Babasına açamadığı gönlünü, kayınpederine açardı.

Gün geldi, Şeyh Selahaddin hızlı vereme tutuldu. O devirlerde de bu gibi hastalıklar insanı hızlıca ölüme götürürdü.

Sultan Veled Hazretleri kayınpederine ziyarete gittiği zaman, Şeyh Selahaddin bütün ağrılarını unutur ve temiz bir yüzle damadını karşılardı. Sultan Veled oradan ayrıldığı zaman yeniden ateş ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i sarardı.

Bir gün muhabbet uzuyor, sancılar ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i yakalıyor, yüzünün ifadesi değişiyor. Sultan Veled, kayınpederinde bir rahatsızlık olduğunu hemen anlıyor ve “Siz hastasınız Efendi baba, bunu bana niçin söylemediniz?” diye soruyor.

“Evet Veled, hastayım” diyor Şeyh Selahaddin, “yakında dünyaya veda edeceğim. Ama seni o kadar çok seviyorum ki, sen buraya gelince benden bütün hastalıklar gidiyor. Şimdi sohbet biraz uzadı, hastalık vücudumda yüz gösterdi.”

Sultan Veled bunu duyunca gözleri doluyor, ağlayarak, “Efendi baba” diyor, “Allah gecinden versin, sen bu alemden göçüp gidersen ben kiminle dertleşeceğim? Kime gönlümü açacağım? Seni nerelerde bulacağım?”

Şeyh Selahaddin, “Gam yeme Veled, gam yeme” diyor, “ben bu alemden göç ettikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene… benim gibi biri seni severse ona sarıl, o benim. Çünkü biz, sevgiyiz.”

Hazreti Muhammed’in özü sevgidir. Evliyaullah’ın da özü sevgidir. Aynı muhabbeti, aynı sevgiyi, aynı sıcaklığı gösterirler. Sadece kap değişmiştir, özleri yine sevgidir…

Rubai:

“Aşk sizin sevimli, güzel bir dostunuzdur. Bu dost sizi fasih sözlerle, açık bir ifade ile çağırır, der ki:

Aşk, aşkı isteyenden esirgenmez. Bilhassa, bir güzel, bir güzeli severse sevgi ondan asla esirgenmez.”

MANEVİ MENKIBELER – 87

KUMDAN ZİNCİR…

Zamanın birinde bir Hükümdar, gençleri toplamış, “Sizden bir isteğim var” demiş, “hepiniz babanızı öldürürseniz bana en büyük hizmeti yapmış olursunuz. Ben de makamımı sırayla size devrederim.”

Gençlerin hepsi asi; makam, para hırsı ile babalarına kıymışlar. Ama bir tanesi babasına kıyamamış. 

Babası bakmış evladı çok üzgün, kıvranıyor, “Neden böyle kıvranıyorsun evladım?” diye sormuş.

“Hükümdar bizlerden babalarımızı öldürmemizi istedi. Ben sana kıyamam.”

“Ya senin başına bir bela gelirse?”

“Olsun, senin yoluna canım feda.”

Hükümdar yine gençleri toplamış, “Bu işi icra ettiniz, şimdi sizden bir isteğim daha var. Kumdan zincir yapmanızı istiyorum” demiş.

Gençler düşünmüşler taşınmışlar, kumdan zincir nasıl olur?..

Babası hayatta olan çocuk yine düşüncede, sıkıntıda.

Babası sormuş, “Evladım neden uyumuyorsun? Ne sıkıntın var?”

“Hükümdar bizden kumdan zincir yapmamızı istiyor.”

“Yat uyu, sabah sana bunun yolunu gösteririm.”

Çocuk uyumuş, sabah kalkıp babasının elini öpmüş, “Babacığım” demiş, “birazdan Hükümdarın huzuruna gideceğim, kumdan zinciri nasıl yapacağım?”

“Hükümdara dersin ki: Hükümdarım bize bir örnek gösterin, biz de ona göre uğraşıp yapalım, örneksiz nasıl yapalım?”

Bütün gençler Hükümdarın huzuruna gelmişler. Hükümdar sormuş, “Nerede zincirler?”

Hepsi boynunu bükmüş. Bizim delikanlı elini kaldırmış.

Hükümdar, “Ne var? Senin de elinde zincir yok!”

“Hükümdarım bu zinciri bizden istiyorsunuz ama bize bir örneğini göstermediniz ki, uğraşıp yapalım.”

“Sen bu sözü nereden öğrendin?”

“Kendimden.”

Hükümdar, “Hayır, doğru söyle. Sen babanı öldürmedin değil mi?” diye üsteleyince, çocuk, “Evet öldürmedim” diye itiraf etmiş.

“Neden?”

“Çünkü babama sana olduğu kadar saygım var.”

“O zaman ben öldükten sonra vekaletimi sana veriyorum, diğerlerinin hepsini kılıçtan geçirin!..”

Bakın nasıl bir sınavdan geçiyor. O yücelerin her zaman faydalı bir sözü olur.

Anne babalar evlatlarına rüşvetsiz dostturlar. Hiçbir menfaat beklemezler. Bir güler yüz, tatlı dil isterler ve çocuklarının en güzel, en aydın, en zeki olmalarını isterler.

Anne babaya yapılan saygısız davranışlar, kötü hitaplar çok çirkindir. Bir gün gelir iş işten geçer, çok pişman olursun. Pişman olmadan önce her şeyi düşünerek yap. 

İnsan bir düşünürdür. İnsandan düşünce alınırsa, geriye sadece deriyle kemik kalır. İnsan neyi düşünürse bakışı da orayadır. Güzel şeyler düşünmek varken, neden hem sana, hem de topluma zarar verecek, üzücü şeyler düşünürsün.

Her zaman genç kalmayacağız, gün gelecek yaşlanacağız. Bugün onlara olan, yarın da bizim başımıza gelecek…

Onun için saygıdan, sevgiden yana olalım; ne kimseyi incitelim, ne de kendimiz incinelim.

MANEVİ MENKIBELER – 86

SEN MERKEZDEN KONUŞTUN…

Halvetî tarikatının üstadı Sümbül Efendi devrinde, Muslihiddin isminde iyi bir hekim çok kişiye şifa verirmiş, boş zamanlarında Sümbül Efendiye gelir, müritleriyle nasıl muhabbet ettiğine bakar, çok duygulanırmış.

Bir gün demiş ki: “Efendi, senin cemaatin her gün artmakta. Benim cemaatim hiç artmıyor.”

“Sen ne iş yaparsın?”

“Ben hekimim.”

“Sen hastaya şifa verirken, karşı taraftan dünyalık alır mısın?”

“Evet, alırım.”

“Onun için sende cemaat toplanmaz. Ben ise Hakk’ın büyüklüğünü hiçbir menfaat gözetmeksizin sunarım. Onun için cemaat gelir, ruhî gıdasını alır, buradan doyumsuz ayrılır.”

O akşam Muslihiddin Efendi bu sözlerin muhakemesini yapmış, ertesi gün erkenden Sümbül Efendi’ye koşmuş.

Çıkmış huzuruna, selam vermiş, “Beni evlatlığa kabul eder misin?” diye sormuş.

“Sen bana baba dersen, ben de sana evlat derim.”

İkrar vermiş, Sümbül Efendi’nin evladı olmuş. 

Gün gelmiş, Sümbül Efendi hastalanmış. Günleri sayılı, Hakk’a yürüyecek. Müritlerini karşısına almış, en kıdemliye sormuş, “Erenler, yakında Hakk’a yürüyeceğim. Size bu alemde Allahlık verilse ne yaparsınız?”

“Allah gecinden versin Efendim, bize böyle bir rütbe verilirse, çalışırız, bütün alemi İslâm ederiz.”

“Güzel, Allah senden razı olsun…”

Öbürünü çağırmış. Daha sonra bir diğerini, hepsi birbirine yakın cevaplar vermişler. Sıra Muslihiddin Efendi’ye gelmiş.

“Erenler, sana Allahlık verilse, bu alemde ne yaparsın?”

“Bir hükümdar giderse yerine bir hükümdar getiririm, bir hoca giderse yerine bir hoca, bir papaz giderse yerine bir papaz, bir sarhoş giderse yerine bir sarhoş, bir topal giderse yerine bir topal, bir marangoz giderse yerine bir marangoz…” başlamış saymaya. Ne varsa bu alemde, gidenlerin yerine aynısını getirmiş.

Sümbül Efendi, bu cevap üzerine, “Evladım” demiş, “ben sana mânen soyunuyorum. Çünkü sen merkezden konuştun, dünyanın düzenini bozmadın.”

Bundan sonra Muslihiddin Efendi, Merkez Efendi olarak anıldı. Merkez Efendi’nin dünyevî hekimliği para etmedi ama her şeyin üstünde manevî bir hekimliğe sahip oldu.

Bütün dava Hakk’ı istemek, Hakk’ı bulmak, O’nunla yaşamak, O’nu yaşatmaktır. O’nu bulduktan sonra her şeyi bulmuş oluruz, her işimiz kolaylaşır. Hakk’ı bulamadın mı, dünyalar senin olsa sen boşlukta sayılırsın. O da insan dışında değildir. Bizler bir aynayız. Temiz bir iman, temiz bir aşkla bakıldı mı gün gelir, siz O olursunuz.

Beyit:

“Ey insan! Ne gördüysen bu alemde senden dışarı değil.

Ne istersen iste, kendinde iste; çünkü sen her şeysin…”

MANEVİ MENKIBELER – 85

DOĞRU YUNUS’UM DOĞRU…

Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dergahında otuz sene kadar hizmet ediyor. Bir şeyler görmeyi bekliyor, ama göremeyince, “Dervişler dergahından uzaklaşayım, biraz iş yapmaya çalışayım” diye düşünerek dergahtan uzaklaşıyor. Dağa çıkıyor, şehire inip satmak için odun toplamaya başlıyor.

Bir gün tekkenin kapısının önünden geçerken içi rahat etmiyor, duvardan tekkenin bahçesine bir iki odun atmak istiyor.

Bahçeye atmaya kalktığı odunların arasında eğriler de varmış. İçerden Taptuk Emre sesleniyor, “Doğru Yunus’um doğru, buraya odunun eğrisi dahi girmez.”

Neyse, odunculuğu bırakıyor, başka bir iş bulmaya giderken, yolda iki zatla karşılaşıyor. Hal, hatır soruşuyorlar, arkadaş olup yola koyuluyorlar.

Yolda karınları acıkıyor. İçlerinden birinin erzağı varmış, “Oturup lokma edelim” diyorlar. Erzağı açıyorlar, beraber yiyorlar. Erzağını paylaşan zat şükür için duada bulunuyor.

İkindi vakti de diğer arkadaşın erzağını bölüşüyorlar. O da şükür duasında bulunuyor.

Akşam olunca sıra Yunus Emre’ye geliyor, soruyorlar Yunus’a, “Kardeş sende bize ikram edecek bir şey yok mu?”

Yunus’da hiç erzak yok. Dua da bilmiyor. Zora düşüyor Yunus, bir kenara çekiliyor. Kaldırıyor ellerini, “Ya Rabb” diyor, “bu zatlar kimin yüzü suyu hürmetine duada bulunuyorlarsa, ben de o zatın yüzü suyu hürmetine münacatta bulunuyorum. Allah’ım beni utandırma, bir yerden rızık ihsan et.”

O sırada bir atlı geçiyor. Yunus’un arkadaşlarını görüp duruyor, selam veriyor, “Rızkınız var mı?” diye soruyor.

“Yok.”

“Kaç kişisiniz?”

“Üç.”

Atlı, üç kişilik rızık bırakıp gidiyor.

Yunus, münacattan geliyor, bakıyor ki arkadaşları sofra açmışlar, “Nereden geldi bu rızık?” diye soruyor.

“Bir atlı geldi, bunları bırakıp gitti. Yahu sen nasıl bir duada bulundun, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?”

“Ben dua bilmem” diyor Yunus, “kardeşlerim kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyorlarsa, o zatın yüzü suyu hürmetine beni utandırma, dedim.”

“Sen biliyor musun, biz kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyoruz?”

“Yok.”

“Bir Yunus vardı. Biz onu görmedik ama çok duyduk. Taptuk Emre’nin otuz sene hizmetinde bulunmuş, sonra oradan uzaklaşmış. Nerelere gitti bilmiyoruz. O, Allah’ın sevgili bir kulu idi. Biz duayı onun yüzü suyu hürmetine yapıyoruz.”

Bakın halk Yunus’u bilmiş, Yunus’un hiçbir şeyden haberi yok. 

Bunu  duyar duymaz izin istiyor, kimliğini de ortaya çıkarmıyor, hemen oradan ayrılıp, şeyhinin bulunduğu yere dönüyor.

Yunus dergaha geldiğinde, şeyhanne iki bakraç su almış bahçeden, eve girecek. Yunus hemen koşuyor şeyhannenin elinden bakraçları alıyor. 

Şeyhanne, Yunus’u görünce şaşırıyor, “Aa! Yunus hayrola?”

“Düşündüm, taşındım buradan başka bir yer bana haram, geri döndüm. Efendi Hazretleri nasıl?”

“Sen buradan ayrıldıktan sonra, senin hasretinden gözleri görmez oldu.”

“Görüşebilir miyim?”

“Sen halvet odasının eşiğinde yat. O birazdan abdest almaya kalkar, gözleri görmediği için, senin sırtına basar. O zaman ‘Bu kimdir?’ diye sorar. Ben, ‘Yunus’tur’ dediğimde, eğer ‘Bizim Yunus mu?’ diye sorarsa, demek ki seni gönlünden çıkarmamış, hemen kalk sarıl, elini öp. Ama eğer derse ki, ‘Hangi Yunus?’ demek ki gönlünden düşmüşsün, yapacak bir şey yok…”

Yunus, eğiyor başını, “Eyvallah” diyor, yatıyor şeyhinin kapısının eşiğine.

Bir vakitten sonra Taptuk Emre dışarı çıkıyor, Yunus’un sırtına basıyor, hanımına sesleniyor, “Hanım, kimdir bu?”

“Yunus.”

“Bizim Yunus mu?”

“Evet.”

Yunus hemen kalkıyor, şeyhinin eline sarılıyor, öpüyor.

İşte Yunus Emre, asıl kimliğine vakıf olduktan sonra, perdeler kalkıyor, gönlünden o güzel seslenişler dile geliyor…

Beyit:

“Eğri ağaç doğrulur, Tanrı’yı gösterir… 

‘Kökü yerdedir dalları budakları gökte!’..”

MANEVİ MENKIBELER – 84

BÜTÜN MUHABBETİ BENİMLEYDİ…

Bir derviş, dertleşmek için kimseyi bulamıyor, hep dem alıyor, kendi iç aleminde Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali’yle muhabbet ediyor.

Bir gün demi biraz fazla kaçırıyor ve meyhaneden eve doğru dönerken kendinden geçiyor, kaldırımın kenarına yığılıyor.

O sırada oradan geçmekte olan bir müftü, dervişi tanımadığı için, “Puh!” diyor, “Yazıklar olsun, hiç insan bu kadar içer mi? Halka kendini rezil eder mi?” Ve tükürüyor dervişin yüzüne.

O gece müftünün rüyasında Hazreti Muhammed yüzü asık bir şekilde tecelli ediyor. Müftü, “Aman ya Resulallah, senin muhabbetinle ailemi geçindirdim. Senin o nur yüzünle kendimi ayakta tutuyorum. Niçin bana asık yüzle çıkıyorsun?” diye onunla konuşması için yalvarıyor.

Birkaç gün aynı rüyayı görüyor ama Hazreti Muhammed hiç konuşmuyor.

En sonunda Hazreti Muhammed, “Hiç utanmadan sen benim yüzüme tükürdün. Bir de benden güler yüz istiyorsun,” diyerek sessizliğini bozuyor.

“Aman ya Resulallah, ben nasıl yaparım öyle şey, ben nasıl senin yüzüne tükürürüm!”

“Filan yerde ben kendimden geçip yere düşmüştüm. Sen yüzüme tükürdün. Ayrıca hakaretli bir dil de kullandın. Benim güler yüzüme tekrar nail olman için o kişiyi bulup, onun gönlünü alacaksın ve sonra benim yüzüme nail olacaksın. Çünkü o kişinin bütün muhabbeti benimleydi. Beni kimseye anlatamadığı için dem aldı. Benim muhabbetim onda taştı, sonunda da yıkılıp gitti.”

Bunun üzerine müftü, sabah uyanır uyanmaz kalkıyor o dervişi aramaya gidiyor ve onu meyhanede buluyor. Hemen masasına gidiyor. Derviş müftüyü görünce şaşırıyor. Müftü selam veriyor, o da selamını alıyor.

Müftü, “Ben sana karşı büyük bir hatada bulundum. Senin beni bağışlaman için geldim.”

“Sen bana karşı nasıl bir hata yapabilirsin?”

“Sen farkında değildin. İçkili bir anında ben senin yüzüne tükürdüm. Böyle yaptığım için çok yüksek yerden darbe yedim, Hazreti Muhammed’den. Eğer sen beni affetmezsen, O da beni affetmeyecek.”

Derviş, bunu duyunca gözyaşları döküyor. Çünkü sırrı çıkıyor meydana.

Müftü, “Bütün malımın yarısını sana vereceğim, seni kendime arkadaş edeceğim ve ben nereye gidersem seni de oraya alacağım” diye söz veriyor ve dervişle arkadaş oluyorlar. Sohbetlere beraber gidip, beraber oturuyorlar. Derviş, Resulallah’ı zikretmeye arkadaş bulduğu için, dem almaktan da vazgeçiyor.

Bütün Evliyaullah, hepsi Hazreti Muhammed’in manevi kardeşleridir. Biri anıldığı zaman hepsi anılmış sayılır. Çünkü bir ağacın meyveleridirler, bir manâyı taşırlar, bir güzelden söz ederler. Bu yüzden onlara kim dil uzatırsa büyük hatalara düşmüş olur.

MANEVİ MENKIBELER – 83

SENİN İÇİNDE BİRİ VAR…

Bir gün Hazreti Ali, yanında çalışan seyisine atları hazırlamasını, yola koyulacaklarını söyledi. 

Seyis cevap vermedi ve başını sallamakla yetindi. 

Hazreti Ali Efendimiz kendi işlerini tamamlayıp tekrar ahıra gelince bir de baktı ki atlar hala hazır değil. 

Hemen seyise seslendi, “Neden atları hazırlamadın? Ben sana atları hazırlamanı buyurmuştum.” 

Seyis ona şöyle bir cevap verdi: “Efendi Hazretleri, ben kasten atları hazırlamadım. Seni kızdırmak istedim.”

Hazreti Ali Efendimiz, seyisin bu cevabı üzerine, hemen bir tebessümde bulundu. 

Onu böyle gülerken gören seyis şaşkınlıkla, “Efendi Hazretleri şimdi neden böyle gülüyorsun?” diye sordu.

Hazreti Ali, “Neden gülmeyeyim? Senin içinde biri var beni kızdırmak istiyor, isyanlara düşürmek istiyor, işte ben de senin o içindeki kızdırmak için gülüyorum.”

Bütün dava bulunduğumuz yerin kıymetini bilmektir, nereye teslim olduğumuzu bilmektir, kimi kendimize baş ettiğimizi bilmektir. İnsan bu bilinçle yola koyulmalıdır, yoksa ufak bir şeyden birbirine kızmak, kavga etmek doğru değildir. 

İşte Hazreti Mevlana şöyle der: “Bu alemde kusursuz kul aramayın. Çünkü bu alemde kusursuz bir kul yoktur. Eğer yaşamınızı güzel geçirmek isterseniz, herkesin iyi taraflarına bakın ve öyle yaşamınızı sürdürün.”

MANEVİ MENKIBELER – 82

SECDE SENDEN SANAYMIŞ…

Yolcu, eğer ümmet sıfatına bürünürse Hazreti Resulallah’la arasında fark kalmaz. 

Neden farkı kalmaz? Çünkü aşık ve maşuk bir hamurun suretleridirler.

Mademki O’na sıdk-ı bütün aşık oldun, bedeninde O’nun varlığını var ettin, sadece kab değişmiş sayılır. Resulallah’ın bütün ruhaniyeti sende tecellisini gösterir. Tecellisini gösterdiği kişide esma ayrıdır, mânada aynıdırlar.

Bakın Sultan Veled Hazretleri, namazın mânasını bilmeyen, Allah’ı hayalde arayan birine ne diyor:

“Efendi! Namazda secde ettiğin yer neresi?”

“Seccade.”

“Çek o seccadeyi oradan bakalım. Nereye secde ediyorsun?”

“Seccadeyi toprağa sermiştim, toprağa secde ediyorum.”

“Şimdi o toprağı kaz bakalım, altından ne çıkar?”

“Su.”

“Suya doğru secde ettiğinde suda ne görünür?”

“Efendi Hazretleri, secde edenin aksi görünür.”

“Desene secde senden sanaymış. Sen kimliğini bulmak için derine dalmadığından göremiyorsun.”

Hazreti Muhammed, Hazreti Ali, Ehlibeyt, Evliyaullah ne ile diriyse, Cenab-ı Allah bize de aynı nefesi ve kudreti vermiştir.

Fakat malesef bizler bırakıyoruz o güzel nefesi, yine O’nun kudretiyle yaşıyoruz, fakat hakikate değil, dünyaya yönelmişiz.

Bunda ne Hazreti Muhammed’in, ne Hazreti Ali’nin, ne Mevlana’nın suçu var. Peki suç kimde? Suç bizde. 

Onlar bizlere bütün hakikatleri sundular, fakat bizler, o hakikatlerin peşinde koşmak yerine, hayallerde yaşayıp gidiyoruz…

Rubai:

“Eğer sen Hakk yolunda yürürsen, senin yolunu açarlar, kolaylaştırırlar. 

Eğer Hakk’ın varlığında yok olursan, seni gerçek varlığa döndürürler. 

Benlikten kurtulur, alçak gönüllü olursan, o kadar büyürsün ki aleme sığmazsın. İşte o zaman seni, sensiz, sen olmaksızın sana gösterirler.”

MANEVİ MENKIBELER – 81

SEN BENİM IŞIĞIMSIN…

Ay’ın her tarafı ışıklandırdığı mehtaplı bir yaz gecesinde, Hazreti Mevlana yürüyüşe çıkıyor. Yolda yürürken bir değirmenin başına geliyor. Değirmen taşı dönüyor, döndükçe buğday tanelerini ezip öğütüyor.

Mevlana bir süre tefekkür ettikten sonra, “Ya Rabb!” diyor, “Ben ne suç işledim ki, bu cihanı bana değirmen taşı yaptın, beni de bir buğday tanesi. Bana bu ıstırapları, bu çileleri veriyorsun, benden ne istiyorsun?”

İçindeki Rabbinden nidâ geliyor, “Ey benim Efendim Celâleddin! O buğday tanesini değirmen taşının altında ne ile görüyorsun?”

“Ay’ın ışığıyla görüyorum.”

“Demek ışık da girmiş değirmen taşının altına. Peki değirmen taşı ışığa bir zarar veriyor mu?”

“Hayır ya Rab, vermiyor.”

“Bu alemde buğdaydan maksat senin vücudundur, ıstırap çeken ise nefsin. Gönlün bana bağlıysa, sen de o ışığa benzersin, ıstırap çekmezsin. Sen benim ışığımsın. Ben seni bu aleme, beni yâd etmen ve benden bu insan toplumuna ışık tutman için gönderdim.”

Gerçek yaşamı, yani kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.

Şiir:

Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa, 

Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner, 

Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

MANEVİ MENKIBELER – 80

TOPRAK BİLE HÜRMET ETMİŞ…

İmam Ali Efendimiz yolda giderken bir kafatası görüyor. 

O yolun bulunduğu yer eskiden kabristanmış, üzerinden atlılar geçe geçe kabirlerdeki kemikler toprağın üstüne çıkmış.

İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını eline, bakıyor. Kafatası pırıl pırıl parlıyor. Bir parça toprak yok üstünde. Yere koyuyor, “Lanet olsun bu kafaya” diyerek bir tekme vuruyor. Kafatası İmam Ali Efendimizin tekmesiyle uzaklara gidiyor.

Biraz daha ileride bir kafatası daha görüyor. Bu da neredeyse topraktan görünmüyor, her yerini toprak kaplamış. İmam Ali Efendimiz alıyor kafatasını, sahibi nerdedir diye arıyor. Açık bir kabir buluyor. Kabirde beden var, kafatası yok. Kafatasını bedene koyuyor “Hu” diyor, o kabri hürmetle örtüyor.

Sahabe, soruyor İmam Ali’ye, “Bir kafatasını eline aldın, her tarafına baktın, sonra yere koyup lanet okudun, uzaklara fırlattın. Diğer kafatasını kucağına aldın, kabrini buldun ve kabrine yerleştirip örttün. Bunun manâsı nedir?”

İmam Ali Efendimiz şu cevabı veriyor… “Birinici kafatası, aleme gelmiş, hiç nasihat dinlememiş, benliğinden de vazgeçmemiş, bir kuru kafa olarak ömrünü boşa geçirmiş. Baktım, üzerinde biraz toprak bulsaydım, hürmet edecektim. Bulamadığım için lanet okudum. İkincisinde ise, çıplaklığı çıkmasın diye, toprak onu bırakmıyordu. Kimbilir kimlerle oturmuş, nasıl bir bilgiye sahipmiş ki, toprak bile ona hürmet etmiş. Ben de hürmet ettim, kabrini aradım, tekrar yerine koyup örttüm.”

Sevginizi, aşkınızı maddeye bağlarsanız, bunu özünü gözünüz görse, bileceksiniz ki, hepsi topraktır, sevginizi hemen onlardan alırsınız. Görmediğiniz için, sevgiler aşklar yanlış yerlere veriliyor, ömürler böyle boşluğa gidiyor.

Ne güzel söyler İbrahim Halilullah, selam olsun üzerine… “Toprakla unu bir gören bendendir.”

Soframızda o güzel yiyecekler, boynumuzdaki altınlar, gümüşler, kıymetli taşlar, altımızdaki arabalar, hepsi toprağın evlatlarıdır. Bunlara tamah ediyorsunuz, bir an özüne baksanız, geri adım atarsınız.

Onun için maddeye tamah etmeyeceksiniz, tamahınız her zaman maneviyata olacak.

MANEVİ MENKIBELER – 79

KILIÇ KINDAYKEN Mİ KESER…

Sultan Veled Hazretleri bir gün Hazreti Mevlana’ya, “Efendi baba çok latifsiniz, şefkat dolu bir varlıksınız, acaba bu alemden gittikten sonra bu şefkat bu rahmet devam edecek mi?” diye soruyor.

Hazreti Mevlana oğluna şu cevabı veriyor, “Veled! Veled! Veled! Kılıç kındayken mi keser, kından çıktıktan sonra mı?”

“Kından çıktıktan sonra.”

“Kın içinde bu kadar şefkatle çıkıyorum, kından çıktıktan sonra ben hep şefkatim.”

1987’de acizane Konya’yı idare etmek fakire nasip oldu. On Lira iken biletler, ikibuçuk Liraya indirdim. Günde iki kez, saat 14:00’de ve 20:30’da, altmış kişinin üstünde mutrip, elliüç semazen ile Şeb-i Arus’da ayin açtık. Her taraftan gönüllüleri çağırdık. Otel lobilerinde Türkler’den başka her milletten insan vardı.

Misafirler sohbet esnasında, “Ne yaparsak yapalım, beş vakit namaz da kılsak, hatalardan kurtulamıyoruz. Bunun çözümü nedir?” diye sordular.

“Camiye göre mi, kiliseye göre mi yoksa Hazreti Mevlana’ya göre mi cevap vermemi istersiniz?” diye sordum.

“Mevlana’nın dilinden cevap istiyoruz” dediler.

“Hazreti Mevlana diyor ki” dedim, “Allah’ın bir kulunun saçının bir kılı ağarsa, Allah onu cezalandırmaktan münezzehtir. Çünkü Ceddim Hazreti Muhammed miraç ettiği zaman Cenab-ı Allah’ı onyedi yaşında namütenahi güzellikte şâbb-ı emred sıfatında gördü. Saçı ağarmış kişiler erse, Tanrı’nın ya ağabeyidir ya da babasıdır; dişi ise ya ablasıdır ya annesidir. O yüzden Allah onlara ceza vermekten münezzehtir.

Hazreti Mevlana, mantığa hitap etmek için böyle açıklıyor. Cenab-ı Allah, belki yaptığın hatalardan nâdim olursun diye seksen yıl, yüz yıl ömür verir, bekler. Sen hatalara devam edersen ve son nefesini verirken de nâdim olmuyorsan, ‘niye nâdim olmadın’ diye Allah üzülür. Sen kendi kendini cezaya atmış olursun” dediğimde hepsi şaşırdı kaldı.

Siz kendinizi bir düşünün; kötü huylarınız varsa, onları yavaş yavaş Hakk’ın bir dostuyla, onun güzel huylarıyla güzelleştirin ki, O’nun o güzel yüzünden mahrum olmayasınız.