Mesnevî’de, aşıkların yanıp yakılmasının bir gelişme olduğu anlatılır. Nitekim, ay da yanıp yakılarak taze bir yüz kazanır.
“Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna şöyle söyler:
“Hâlbuki aşk hastası, derdimi arttırın diye sızlanır.”
“Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan daha iyi bir sıhhat olamaz. Bu suçtan daha iyi bir ibâdet yoktur. Bu yüzden cehennem aşığın ateşinden söner. Der ki: Ey ulu er, çabuk geç. Yoksa ateşinden ateşim sönecek. Cennet de ona der ki: Yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.”
Mesnevî’de aşk hakkında “Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne ona” diye buyuran Hazreti Mevlâna, sözü yine sevgilinin suretine getirir. Bizlere mânâ aşkına ulaşmamız için aşacağımız yolların ipuçlarını söyler:
“Derken sevgili aşıktan gizlendi. Aşık da sevgilinin mânâsıyla eş oldu. Ben bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makâmının en ilerisinde salınmaktayım.”
Ve Hazreti Mevlâna sözü burada sırlayarak daha fazla söyleyemeyeceğini anlatır ve der ki:
“Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhûra gelirse gizlenmesi gerektir. Söylersen de faydasız. Yüzbinlerce gayret göstersen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz.”
Kasîde:
“Hakk’ın merhameti, keremi her zavallı, fakir adamın evine, can kaynağından kazmasız küreksiz bir ümid arkı açar!
Gönül! Yüzünü cana doğru çevirdi de; ‘Ey aşık, ey dertlere dalmış sevdalı!’ dedi. ‘Evinde oturup durma; sevgilinin penceresinin önüne gel, ağla, yalvar! Ağlamayan çocuğa süt verilmez!’
Ey sevdalı hoca, ey kâr derdine düşmüş tacîr! Ovalara doğru yönel, neşe bahçesine git; gamlıların gamına bakma!..
Bu gönül, deriye benzer; gam ise ateş gibidir! Gam ateşinin tesiri ile, deriden yapılmış sofra gibi bir hâle gelir.
Gönül gözün gam yüzünden toprakla dolarsa, nerden Tebriz’i bulacaksın nasıl Hazreti Şemseddin’e ulaşacaksın?
Daha fazla sabredemiyorum; artık sırrını açığa vuracağım! Çektiğim derdi, ne göğün sırtı çekebilir, ne de yeryüzünün sırtı!..
Benim gönlüm gamlarla dolu; senin gönlünse, kayıtsız, gama karşı duygusuz! Senin yüzün, Çin güzellerinin yüzü gibi çok güzel; benim yüzümse, kırışıklarla dolu!
Şu dünya ateşler içinde; neredeyse yanıp gidecek! Bilmem, benim gönlüm ne zamana kadar yanıp gidecek? Görelim, ne vakte kadar bu böyle sürecek?
Dayanamıyorum; bin yıllık sırrı açığa vuracağım! İster gözünü kapa, ister aç, durumu seyret!
Gökyüzünde dolaşıp duran ay, benim coşkunluğumu gördü de yolundan geri döndü, benim yanıma geldi. ‘Kimseye söylemem!’ dedi. ‘Ben, seni seviyorum, senin dostunum; hep seninle düşüp kalkmadayım!’
Onu görünce gözlerim kamaştı; bir an yüzüne hayranlıkla baktım. ‘Ey güzel dilberim!’ dedim. ‘Ey sudan yaratılmış ateşli güzel!
Ey benim güzelim! Onun cana canlar katan yüzü tıpkı bu yüz! Allah hakkı için söylüyorum; gönüller kapan çalgıcım bu mu? İşte bu!..
Sevgilim! Senin aşkının yoluna döşenmişim; basıp geçmen için yerlere serilmişim! Yanıyorum; ne olur ateşime su serp! Ey dünyadaki gizli ay, ey Tebrizli Şemseddin!..”