FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 19

Azdan Çoğu Bilmek…

Birisi sordu, dedi ki: Bilmeyenler, anlamayanlar çok, bilenler, anlayanlar az. Bilmeyenlerle, özü düz olmayanlarla bilenleri ayırdetmeye kalkışsak bu iş uzun sürmez mi? 

Mevlâna buyurdu ki: Bilmeyenler çoktur, bilenler azdır amma o azı bildin mi hepsini bilmiş olursun. Hani bir avuç buğdayı bildin mi, dünyadaki bütün buğday ambarlarını bilmiş olursun ya; hani birazcık şekeri tattın, tadını anladın mı, yüz çeşit tatlı yapsalar şekeri biliyor, anlıyorsan, yediğin şeyde şeker bulunduğunu bilir, anlarsın ya; onun gibi işte. Boynuz kadar bir şeker kamışını emen kişinin şekeri tanıyıp bilmemesi için iki boynuzlu olması gerek. 

Size bu söz, tekrar gibi görünür; bu da ilk dersi anlamamış olmanızdandır; bu yüzden bize de hergün, bunu söylemek gerekiyor. 

Hani bir öğretmen, bir çocuğu üç ay okutmuş, çocuk gene de “elifte birşey yok” sözünü geçememiş. Çocuğun babası gelmiş de galiba demiş, hizmette kusurumuz var; bir kusurda bulunduysak buyurun da daha çok ağırlayalım sizi. Öğretmen, yok demiş; sizin kusurunuz yok; fakat çocuk bu dersi geçemiyor. Çocuğu çağırmış; “elifte birşey yok” de demiş. Çocuk, “birşey yok” demiş, “elifte” diyememiş. Muallim demiş ki: “Görüyorsun, hâl, gördüğün gibi; bu dersi bile geçemedi, bunu bile öğrenemedi; ona yeni bir ders nasıl vereyim?”

Asıl Kerâmet…

Birisi, bir gün içinde, yahut bir solukta Kâbe’ye gider; bu o kadar şaşılacak birşey de değildir, kerâmet de değil. Sam yelinde de bu kerâmet var; bir günde, bir solukta dilediği yere gider. Kerâmet, ona derler ki seni aşağılık bir hâlden yüce bir hâle getirsin de oradan buraya, bilgisizlikten akla, cansızlıktan canlılığa sefer edesin. 

Hani önce topraktın, cansızdın; seni bitki âlemine getirdi. Bitki âleminden pıhtılaşmış kan, et âlemine, pıhtılaşmış kan, et âleminden hayvanlık âlemine, oradan da insanlık âlemine sefer ettin. Kerâmet budur işte; ulu Tanrı, böylesine bir yolculuğu sana yakınlaştırdı, yakın gösterdi; oysa şu açtığın yolları nasıl aşacaksın, şu konaklarda nasıl konaklayacaksın; gelecek misin, hangi yoldan geleceksin; hatırında bile yoktu, vehmine bile gelmezdi. Fakat geldin ya, seni getirdiler ya; apaçık görüyorsun ki geldin. Böylece seni, çeşit çeşit, renk renk yüzlerce bambaşka âlemlere de götürürler. İnkâr etme; bundan haber verirlerse kabul et.

Kasîde:

“Ey aşk padişahına yenilen, ona mat olup kalan! Bu hâle üzülme! Ona karşılık verme! 

Yokluk bağına gel de, kendi ölümsüz canında cennetleri seyret! 

Eğer sen kendi varlığından, benliğinden birazcık olsun ileri gidersen bunların ötesinde bu mânâ göklerini seyredersin. 

Nurdan çadırı ve bayrakları olan o mânâlar ve hakîkatler padişahını görürsen, hakîkatler gözüne görününce artık kerâmet arama! Çünkü kerâmetler onun kudretinin varlığının nişânı, belirtisidir. 

Ayrılığa fazla dayanamadığı için dağlardan köpürerek, ağlayarak, feryâd ederek, başını taştan taşa çarparak aslına doğru koşan sel denize kavuşunca ne olur? Heyhât artık onun varlığı kalır mı? 

Ey Tebrizli Şems, biz artık mat olduk. Bizden sana yüzlerce selâm, yüzlerce hizmet!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 18

Tanrı’nın Aşk Oltası…

Tanrı özleyişi ne vakit bırakır seni? Burada şükretmek gerek ki irâdemiz, elimizde değil, Tanrı elindeyiz biz. Hani çocuk, küçükken sütten, anasından başka birşey bilmez; tapacak odur ancak ona. Ulu Tanrı, hiç onu, bu hâlde bırakır mı? Daha ileri çeker; ekmek yemeye, oyun oynamaya düşürür. Derken oradan da çeker, akıl durağına ulaştırır. Şu çocukluk, öbür dünyâya göre de tıpkı tıpkısınadır; öbür dünyâda da bir başka meme var; seni hâline koymaz, Öylesine bir yere ulaştırır ki o hâlin çocukluk olduğunu, hiçbir şeye yaramadığını anlarsın. 

“Şaşarım bir bölük halka ki onları zincirlere bağlarlar da cennete sürüklerler.” “Tutun, bağlayın onları zincirlerle.” Sonra nîmetlere ulaştırın, sonra da olgunluğa ulaştırın. 

Balıkçılar, balığı birden avlamazlar. Olta, balığın boğazına takıldı mı, kanı aksın, gevşesin, arıklasın diye birazcık çekerler. Sonra hâline bırakırlar. Derken gene çekerler. Sonunda tam arıklaşır, o vakit tutup alırlar. Aşk oltası da insanın boğazına takıldı mı, kendisinde bulunan güç, pis kan, yavaş yavaş ondan akıp gitsin diye Ulu Tanrı, onu yavaş yavaş çeker. “Gerçekten de daraltan da Tanrıdır, genişleten de.”

Hasların İnancı…

“Tanrıdan başka yoktur tapacak” sözü, herkesin inancıdır. Bir de hasların inancı var. Hasların inancı, “Ondan başka varlık yoktur” sözüyle belirtilir. 

Hani bir kişi, rüyâda padişah olduğunu görür. Tahta kurulmuştur; kullar, perdeciler, beyler, çevre yanında ayakta durmadadır. Padişah olmam gerek, hem de benden başka padişah yok der. Bir de uyanır, bakar ki evde, kendisinden başka kimsecikler yok. Bu kez, benim der, benden başka kimse yok. Fakat buna uyanık göz gerek, uykulu göz, göremez bunu, onun işi değildir bu. 

Her bölük, öbür bölüğe aslı yoktur der. Bunlar, gerçek biziz, vahiy bize gelmiş, onların aslı yok der. Onlar da bunlara bu çeşit söyler. Böylece yetmiş iki millet, birbirlerine, aslı yok der. Şu hâlde hepsi de şunda birleşiyor: Diyorlar ki hepsine de vahiy gelmemiş; demek ki vahyin yokluğunda birleşiyorlar; gene bir bölüğe vahiy geldiğinde de hepsi bir, bunda da birleşiyorlar. 

Şimdi aklı fikri başında bir ayırdeden inanç ıssı gerek ki o bir bölük hangisidir, bunu bilsin, anlasın, “İnanan, anlayışlıdır, ayırdedicidir.”

Kasîde:

“Aşkın canına and olsun ki, yüzlerce burcun, yüzlerce kal’a bedeninin içinde bile olsa yine de hiç bir can, aşktan canını kurtaramaz. 

Arslan bile olsan, aşk arslanları avlar. Fil kadar kocaman bir gövden olsa, aşk gergedan olur, seni alt eder. 

Ondan kaçıp kurtulmak için derin bir kuyunun dibine insen, aşk kova gibi seni tutar, boynuna ipini geçirir, yukarı çeker alır. 

Sen kıl gibi incelsen, göze görünmemek istesen, aşk kılı kırk yarar. Kebap olsan, aşk şiş olur, seni evire çevire yakar, yandırır. 

Her ne kadar aşk erkeğin de kadının da aklını çeler, fikrini elinden alırsa da, emînlik de aşktadır, adâlet de ondandır.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 17

Sözün Hikmeti…

Söz, duyanın miktarına göre söylenir, dinleyen, o hikmeti ne kadar çekmeye uğraşır, ne kadar onunla gıdalanırsa hikmet, o kadar söylenir. O istemezse hikmet de söylenmez, yüz göstermez. Ne şaşılacak şey der, neden söz söylemiyor? Söyleyecek olan da ne şaşılacak şey diye cevap verir, neden söz söyletmiyor? Sana dinleme gücünü vermeyen, söyleyene de söyleme isteği vermiyor. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ’nın zamanında bir kâfirin Müslüman bir kölesi vardı; mayası temiz bir köleydi. Sahibi, tasları al da hamama gidelim dedi. Yolda mescidin önünden geçiyorlardı. Mustafâ, sahâbeyle mescidde namaz kılıyordu. Köle, efendim dedi, Ulu Tanrı hakkıyçin şu tası bir soluk tut da iki rekât namaz kılıvereyim; kılar kılmaz gelirim. Köle mescide girdi, namaz kıldı. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, dışarı çıktı; bütün sahâbe de dışarı çıktı. Köle mescidde yapayalnız kaldı. Efendisi, kuşluk çağına dek bekledi, a köle, çık dışarı, diye bağırdı. Köle, bırakmıyorlar beni, diye cevap verdi. İş haddi aşınca adam, başını mescidden içeri uzattı; bırakmayan kimdir?.. onu görmek istiyordu. Ne kimseyi gördü, ne kimsenin gölgesini, ne bir ayakkabı vardı, ne kımıldayan kimsecik. Köleye, seni dışarı bırakmayan kim? dedi. Köle, seni içeriye sokmıyan biri var ya dedi, beni dışarı bırakmayan o.

Mustafâ’nın Dini…

Birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’ya dedi ki: Gerçekten de seni seviyorum ben. Mustafâ dedi ki: Aklını başına al, ne diyorsun sen? Adam, seni seviyorum dedi. Mustafâ, aklını başına al, ne diyorsun sen dedi. Adam tekrar, seni seviyorum ben deyince Mustafâ, öylesine ayağını dire dedi; kendi elinle seni öldüreceğim, vay sana. 

Yine birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun, dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm kuvvetim kalmadı, dileğim isteğim kalmadı. Mustafâ, hâşâ dedi; benim dinimin şânından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini barkını silip süpürmesin, tertemiz etmesin de geri gelsin; “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilirler.” Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kendini sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın, tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de hangi gönülde yerleşirse o gönlü Tanrıya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça ondan el çekmez.

Rubaî:

“Aşk yolunda yürürken bizim meydanımıza doğru yuvarlana yuvarlana gelen bir kesik baş görürsen, o baş aşk şehidinin başı olduğu için… 

Sen sırlarımızı, aşkımızın sırlarını ondan sor! Çünkü gizli gönül sırlarını, gönül maceralarını ancak ondan duyabilirsin.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 16

Tanrı Dilerse…

Herkes Kâbe’ye gireceğiz der. Kimisi de Tanrı izin verirse gireceğiz der. Tanrı izin verirse diyenler âşıklardır. Çünkü âşık, kendini bir iş güç görüyor, dilediğini yapıyor görmez; sevgilinin işine gücüne koyulmuş görür. Bu yüzden de sevgili dilerse gireriz der. Şimdi zâhir ehline göre Mescidü’l Harâm, halkın gittiği bu Kâbe’dir. Âşıklara, haslara göreyse Mescidü’l Harâm, Tanrı’yla buluşmadır. Onun için de Tanrı dilerse derler, ona ereriz, görme yüceliğine ulaşırız. Fakat sevgilinin Tanrı izin verirse demesine az rastlanır. 

Bir garibin hikâyesi vardır hani. Fakat garip gerek ki garibin hikâyesini işitsin, duyabilsin. 

Tanrı’nın öylesine kulları vardır ki onlar, özlenilenlerdir, sevilenlerdir. Ulu Tanrı onları diler. Âşıkların ödevleri neyse Tanrı, onlara karşı, o ödevleri işler; böylesine bir iştir, işler durur. Hani âşık, Tanrı izin verirse varırız diyordu ya; Ulu Tanrı, o üstün ere karşı bunu der. Bunu anlatmaya koyulsak Tanrı’ya ulaşmış erenler bile ipin ucunu yitirirler; iş böyleyken bu çeşit hâller, bu çeşit gizli şeyler, halka nasıl söylenebilir?

Gönül Alçaklığı…

Birisi içeriye girdi; Mevlâna buyurdu ki: 

Sevgilidir, alçak gönüllüdür o. Bu, mayasında var onun. Hani meyvesi çok olan dal gibi; o meyve onu aşağıya eğer. Meyvesi olmayan dalsa selvi gibi yücelere baş çeker. Meyve haddini aştı mı da büsbütün yerlere döşenmesin diye o dala direkler dayarlar. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamberimiz pek alçak gönüllüydü; çünkü önden sondan bütün dünyanın meyvesi onda toplanmıştı; bu yüzden de herkesten daha alçak gönüllüydü. 

“Selâm vermede Tanrı Elçisi’ni kimse geçememiştir.” Peygamber’den önce kimse ona selâm verememiştir; çünkü Peygamber, sonsuz bir gönül alçaklığıyla ondan önce selâm verirdi. Fakat tutalım önce selâm vermesin, yine de gönlü alçak olan oydu, selâmda ilk davranan oydu; çünkü selâmı ondan öğrendiler, ondan duydular. Öncekiler de, sonra gelenler de, hepsi onun vuruşudur, hepsi onun gölgesi. 

Bir kişinin gölgesi, eve ondan önce girse gölge, görünüşte öncülük eder görünür amma gerçekte ilk giren, o kişidir. Çünkü gölge, ona uyar. Bu huylar, şimdi meydana gelmiş de değil. Tâ o vakitten, Âdem’in zerrelerinde vardı. Onun parça buçuklarında vardı bu zerreler. Kimisi aydındı, kimisi yarı aydın, kimisi de karanlık. Bu, şimdi meydana çıkmada. Fakat bu aydınlık, bu ışıklık, daha öncedir; onun zerresi Âdem’de hepsinden daha arıydı, daha aydındı, daha alçak gönüllüydü.

Beyit:

“Akıl çenginden benlik, senlik telini kopar; onun yerine sevgi telini tak! Vakit geçirmeden gönül nağmelerini seslendirmeye başla, bir benim için çal, bir de senin için çal!..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 15

Aşktan Başka Her Şey Harâmdır Âşığa…

İnsanın beden gemisinin yelkeni imandır. Yelken oldu mu, yel, onu büyük bir yere sürer götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir yeldir ancak. 

Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif ve tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif ve tekellüfler, yabancılar içindir. Aşktan başka her şey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma yeri sırası değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahâneler getirir; dinleyenlerden usancı gideremeyen kişininse iki pul bile değeri yoktur. 

Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. 

Şu hâlde anlaşıldı ki burada delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa değildir o. Görüyoruz hani, mürîd, şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da, a şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur. 

Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu. 

Mevlânâ buyurdu ki: Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil yükünden kurtulasın, emîn olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Tanrı korkusu, erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir bunlar, çakar gider. Tanrı ehli olanlarsa tümden Tanrı’ya vermişlerdir kendilerini; Tanrı’ya tutmuşlardır yüzlerini; Tanrı’yla oyalanırlar; Tanrı’ya dalmış gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, iktidârı kalmamış adamdaki istek gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer gider. Dünya ehli de âhiret hâllerinde tam bunun tersinedir.

Kasîde:

“Âşığın, delilikten başka ne sanatı, ne hüneri vardır? 

Sevgililerin nazlanmaları da, kendilerini âşıklara yabancı gibi göstermekten başka ne olabilir? 

Nurun, ışığın önünde oynamayı, sıçramayı, dönüp dolaşmayı zerrelerden; yiğitlikte bulunmayı, korkmadan kendini ateşe atıp yanmayı da pervâneden öğren! 

Sarhoş arslan gibi sıçra, atıl; ne evveli ne de âhiri, yâni ne önü ne de sonu bil! Arslanlara, kedi ile savaşmak ayıptır! 

Sen, sırlar kadehisin; kulağını tıka, gözünü kapa! Çatlak kâse, kadehlik edemez! 

Kim, keskin kılıcın önünde kalkan gibi çırçıplak durur da paralanmak ister; kim, altın gibi, kuyumcunun tavasında ateşle bir evde oturabilir? 

Irmağın suyu tatlıdır ama, denizin heybeti nerededir! Nerede şâha vezir olmak, nerede her çeşit kayıttan, bağdan kurtulmak, hür olmak! 

Gece, yıldızlar ve ay yüzünden aydınlık olsa bile, gündüzün yerini tutabilir mi? Boncuk parlak olsa bile, incilik edebilir mi?”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 14

Kur’ân’ın Şekli ve Anlamı…

Halk, esirgeme yüzünden birisi öğüt verse hased ediyor derler. Fakat o adamda bir maya varsa sonunda anlama yüz tutar. Çünkü ona Elest gününde bir katredir, damlamıştır; sonunda o katre, işkillerden, mihnetlerden kurtarır onu. 

Gel, niceyebir uzak kalacaksın bizden, niceye bir ilişkiler, sevdâlar içinde bunalıp duracaksın? Fakat insan, bir topluluğa ne söz söyliyebilir ki o topluluk, o çeşit sözü ne bir kimseden duymuştur, ne şeyhinden. 

“Mayasında ululuk olmayan, 

Büyüklerin adlarını duymaya dayanamaz.” 

Anlama yüz tutmak, önce o kadar güzel görünmez amma gittikçe tatlılaşmaya başlar. Görünüşün tersinedir bu. Şekil önce güzel görünür, onunla ne kadar çok düşer kalkarsan o kadar soğursun ondan. Nerde Kur’ân’ın şekli, görünüşü, nerde Kur’ân’ın anlamı. İnsana bak; nerde şekli, nerde anlamı? İnsanın şeklindeki anlam gitti mi bir soluk bile evde bırakmazlar onu. 

Tanrı sırrını kutlasın, Mevlâna Şemseddîn buyurur, anlatırdı. Büyük bir kervan bir yere gidiyormuş. Çöle düşmüşler. Ne bir mâmurluk bulmuşlar, ne bir içim su. Derken ansızın bir kuyuya raslamışlar; fakat kovası yokmuş. Bir kap elde ederler, ip bulurlar. Kaba bağlayıp kuyuya sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş kova yoktur. Bir kap daha bulup sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş, kova yok. Bir kap daha bulup sallarlar. Gene ip kesilir. Derken kervandan birini iple kuyunun dibine indirirler, o da çıkmaz, orda kalır. 

Kervanda akıllı biri varmış; o, ben ineyim der. Onu sallarlar. Kuyunun dibine varması yaklaşınca korkunç bir Zenci karşısına çıkar. Akıllı adam, bundan kurtulmama imkân yok, bâri aklımı başıma devşireyim, kendimi kaybetmeyeyim, bakalım, başıma ne gelecek der. Zenci, uzun masal söyleme der, tutsağımsın benim, doğru cevap vermedikçe hiçbir şeyle kurtulamazsın. Adam, buyur der. Zenci, yerlerden neresi daha iyidir diye sorar. Akıllı adam, kendi kendine tutsağım, çaresizim onun elinde; Bağdat desem, yâhut başka bir şehri söylesem belki onun yerini kınamış olurum der. İnsana nerde bir eş dost bulunursa orası daha iyidir; isterse orası kuyu dibi olsun, orası daha iyi; isterse fare deliği olsun, orası daha iyi diye cevap verir. Zenci, beğendim beğendim, kurtuldun; dünyada bir tek adam var, o da sensin; Şimdilik seni bıraktım gitti; senin yüzünden öbürlerini de âzâd ettim; bundan böyle hiç kan dökmeyeceğim; dünyadaki bütün insanları senin sevginle sana bağışladım der. Sonra da bütün kervan halkını suvarır, kandırır. 

Şimdi bundan maksad, anlamdır; bu anlamı bir başka çeşit söyleyebilmek de mümkün, fakat mukallid, ancak şu şekli görür; onlara söz söylemek güçtür. Şimdi bu sözü başka bir örnekle söylesen de duymazlar.

Beyit:

“Gönlün aşka dâir söylediği o nükteli, derin mânâlı söz çok tesirliydi. Ateş gibi yakıcıydı. Bu yüzden gözlerimde yüzlerce yakıcı parıltılar var!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 13

Saf Ayna, Seni Sana Gösterir…

Altına âşık olanların, inciye tutulanların gözleri aynanın ardındadır. Aynaya âşık olanların gözleriyse altında, incide değildir; onlar boyuna aynaya yüz tutmuşlardır; aynayı ayna olduğu için sever onlar; çünkü aynada güzel yüz seyredeler; usanmazlar aynadan. Fakat yüzü çirkin olan, ayıplı olan, aynada bir çirkin, bir ayıplı yüz görür, aynanın yüzünü çevirir; o incileri mücevherleri diler. 

Evet; aynanın ardına binlerce çeşit nakışlar yaparlar, mücevherler korlar; bundan aynaya ne ziyân var. Ulu Tanrı, hayvanlıkla insanlığı karıştırdı, ikisi de meydana çıksın diye; “Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar.” Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey, târif edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Tanrının zıddı yoktur da onun için “Ben bir gizli defineydim, bilinmeyi diledim, sevdim” demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibâret olan şu kâinatı yaratmıştır; yine böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, “Sıfatlarımla halka görün” demiştir. Onlar, düşmanın dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Tanrı ışığını elde etmiş olanlardır.

Denizler Mürekkep Olsa…

Şu hâfız Kur’ân’ı doğru okuyor. Evet, Kur’ân’ın şeklini doğru okuyor amma anlamdan haberi yok. Delîli de şu: Anlamı söylersen reddeder, sözleriyle körü körüne okur durur. 

Şuna benzer bu: Adamın biri, eline bir kunduz alır. Ondan daha güzel bir kunduz getirirler, istemez. Anlarız ki kunduzu tanımıyor, bilmiyor bu adam. Birisi bu kunduzdur demiş ona, o da ona uyup kunduzu eline almış. Hani ceviz oynayan çocuklar gibi; oynarlar amma cevizin içini versen, yağını versen istemezler; ceviz, şakır şakır ses çıkaran şeydir, bununsa şakır şakır şakırdaması yok derler. 

Tanrı’nın hazineleri çoktur. Tanrının bilgileri çoktur. O hâfızın bilgisi var da Kur’ân’ı okuyorsa peki, neden öbür Kur’ân’ı reddediyor? Bir hâfıza söyledim, anlattım; dedim ki: Tanrı Kur’ân da diyor ki: “Söyle, deniz sözlerine mürekkep olsa o mürekkep, Rabbimin sözleri bitmeden tükenir gider.” Şimdi, bu Kur’ân, elli dirhem mürekkeple yazılabilir. Bu söz, Tanrı bilgisine bir işârettir; Tanrı bilgisiyse yalnız bu kadar değildir. Bir aktar, bir parça kağıda bir ilâç koysa, sen de bütün aktar dükkânı bu kağıt parçasındandır desen aptallıktır bu. Mûsâ’nın, İsâ’nın, bunlardan başka peygamberlerin zamanında da Kur’ân vardı, Tanrı sözü vardı, fakat Arapça değildi. Bunu anlattım, o hâfıza tesir etmedi; ben de vazgeçtim.

Kasîde:

“O güzel yüzlü hocanın acaba nesi var? O, insanlık vazîfesini, kulluk vazîfesini gereği gibi yapıyor mu? Onun gönül aynası sanıldığı gibi tozsuz mudur? Temiz midir? 

Onunla konuş, onu anlamaya çalış! Bak bakalım onda ölürnsüzlük şarabından nasıl bir koku var! Varsa eğer vakit geçirmeden ondan mânevî bir koku al! 

Onun gül bahçesinin içine gir, bak bakalım, o bahçede nergislerden lâlelerden ne var? 

O, her ne kadar, peygamberlerden söz ediyorsa da, onların mucizelerinden bahsediyorsa da, onda peygamberlerin huyundan bir huy var mı? Sen ona bak, lâfına bakma! Söylediklerini yaşıyor mu; onu anlamaya çalış! 

Salâvat verip duruyor, tesbih çekiyor ama, onda Hazreti Mustafa’nın safvetinden, ruh ne var?”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 12

Nefsini Bilmek…

Bütün dünyayı ışık kaplasa gözünün ışığı olmayan kişi, o ışığı asla göremez. Şimdi asıl olan nefisteki kabiliyettir. Nefs başkadır, can başka. Görmez misin, insan uykudayken nefis nerelere gider; cansa bedendedir. Nefis döner-dolaşır, başka birşey olur. 

Birisi dedi ki: Ali, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” demiştir; bu nefse mi demiştir? 

Mevlâna buyurdu ki: Bu nefse demiştir desek de küçük bir iş değildir. O nefsi anlatırsak bu nefsi de anlar o; çünkü o, o nefsi bilmiyor ki. Meselâ eline küçücük bir ayna almış; ayna iyi de gösterse, büyük de gösterse, küçük de gösterse gösterdiği odur. Sözle anlaşılmasına imkân yoktur; sözle ancak bu kadar anlaşılabilir; onda da bir şüphedir, belirir. Söylediğimiz sözlere sığmayan bir âlem var, onu dileyip isteyelim. Bu dünya, bu dünyadaki hoşluklar, insandaki hayvanlığın payıdır; bütün bunlar, insanın hayvanlığına kuvvet verir; insanın aslıysa eriyip gitmededir.

Hani derler ya; insan, söz söyleyen hayvandır; şu hâlde insan iki şeyden ibâret. Şu dünyada hayvanlığının payı olan şu özentilerdir, şu dileklerdir. Onun özüne gıda olanlarsa bilgidir, hikmettir, Tanrı’yı görüştür. İnsanın hayvanlığı, Tanrı’dan kaçmadadır, insanlığı, dünyadan kaçmada. “Sizden kâfir olan var, inanan var.” 

Şu bedeninde iki şahıs savaşmaktadır; 

Bakalım, baht kimin olacak, kimi sevecek?

Gönül Sahibi…

Gönül sahibi, tümdür. Onu gördün mü herkesi, her şeyi görmüş olursun. Çünkü “Bütün avlar yaban eşeğinin karnında.” Dünyadaki bütün halk, onun parça-buçuğudur, odur tüm.

Şiir:

İyi kötü, her şey, herkes, dervişin parça buçuğudur; 

Böyle olmayan adam, derviş değildir. 

Şimdi tüm olan onu gördün mü, kesin olarak bütün kâinatı görmüş olursun. Onu gördükten sonra kimi görürsen bir kere daha onu gördün demektir. Onların sözleri de tümün sözleridir. Onların sözlerini duyduktan sonra duyduğun her söz, bir kere daha duyulmuş, işitilmiş sözdür. 

Kim onu bir konakta görürse sanki 

Bütün insanları görmüştür, bütün yerleri… 

A insan, Tanrı kitabı sensin, sen. 

Padişahın güzelliğine bir aynasın sen. 

Kâinatta ne varsa senden dışarda değil; 

Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara… 

Ne arıyorsan sensin, sen.

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 11

Âşık, Kendisini Sevgili’den Ayrı Görmez…

Hüdâvendigâr Mevlâna buyurdu ki: Hani “Gönüller görür görüşür” derler ya; bir lâftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söyler dururlar amma onlara da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin tanıklığına ne hacet? 

Emîr Nâip dedi ki: Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı ayrı bir tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine ihtiyaç var. 

Mevlâna buyurdu ki: Gönül dalar batarsa hepsi, onunla yok olur gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi değildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leylâ’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leylâ’yı gözle görmeye de muhtaç değildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leylâ’yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki. 

Hayalin gözümde, adın ağzımda; 

Anışın gönlümde; nereye mektup yazayım? 

Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç, bu kuvvet oluyor, âşığı bir hâle getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzâsından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu söylediğimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp gidiyor, başka bir zevk istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki, tadı tam almadığına delîldir zâti; bir zevk duymuştur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıştır da öbür duyguları da zevk ister, çeşitli zevkler isteğine düşer; her duygu, ayrı bir zevk peşine düşer. Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüş bakımından ayrıdır, çeşitlidir. Fakat bir uzuv daldı gitti mi, hepsi onunla beraber dalar gider. Hani sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, başı da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat bala battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, işi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini, ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler. 

Halk “Ben Tanrı’yım” demeyi büyük bir dâvâ sanır; halbuki “Ben kulum” demek büyük bir dâvâdır. “Ben Tanrı’yım” demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü “Tanrı kuluyum” diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanr’yı isbata kalkışır. Fakat “Ben Tanrı’yım” diyen, kendisini yok etmiştir, yele vermiştir; “Ben Tanrı’yım” der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum, hiçim der. Gönül alçaklığı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi, Tanrı rızâsıyçin Tanrı’ya kulluk eder; kulluğu meydandadır; Tanrı için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptığını da görür, Tanrı’yı da görür; o suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan o kişidir ki onda hiçbir hareket, hiçbir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibârettir. 

Bir arslan, bir ceylânın peşine düşmüştü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri arslanın varlığı, öbürü ceylânın varlığı. Fakat arslan ona erişince ceylân, onun pençesinin altında mahvoldu, arslanın korkusundan kendinden geçti, arslanın önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız arslanın varlığı kalmıştır, ceylânın varlığı yok olmuş gitmiştir.

Rubaî:

“Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!” diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor. 

Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 10

Tanrı’nın Sözü…

Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye başladı mı, “Allah dedi ki” derdi. Hâlbuki görünüşte onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Tanrı’ydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çeşit söz söylemeyi bilmez anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu. Şimdiyse ondan böyle sözler doğuyor, biliyor ki evvelki varlığı yoktur; bu, Tanrı’nın tasarrufudur. 

Nitekim,Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmiş geçmiş peygamberlerden, tâ dünyanın sonuna dek olacak şeylerden; Arş’tan, Kürsî’den, varlıktan yokluktan bahsediyordu; hâlbuki varlığı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlığı, bunları söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; şu hâlde anlaşıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. 

“Kendi dileğinden söz söylemez; söylediği, ancak kendisine vahyedilen sözdür.” Tanrı, sesten, harften münezzehtir. Tanrı’nın sözü, harften, sesten dışarıdır. Fakat sözünü de, dilediği her harften, her sesten, her dilden akıtır gider.

Tanrı Erlerinin Bakışı…

Bir azîz, bir isteğini elde etmek için çileye girmişti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemez; çileden çık da ulu bir erin bakışı sana düşsün, isteğini elde et, diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Câmide dediler. Bunca kişinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni tanır, sana bakar; bunu da şöyle anlarsın: Bakışı sana düştü mü, ibrik elinden düşer, kendinden geçersin; anlarsın ki sana bakmıştır. 

Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluğa su sunmaya başladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hâl belirdi; bir nârâ attı; ibrik elinden düştü, kendinden geçti; bir bucakta kala kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince yapayalnız olduğunu gördü. Kendisine bakan padişahı orda görmedi amma maksadına da erişti. 

Tanrı’nın öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları kıskandığından halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavuştururlar; onlara ihsânlarda bulunurlar. Bu çeşit ulu padişahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar.

Kasîde:

“Âşık, benim gibi olmalı; durmadan yanmalı yakılmalı! Böyle olmayan kişi değildir! O, çocuk gibi âşık oynasın dursun! 

Ey ayın bile kendisine kul olduğu güzel varlık! Ay yüzlü dilber senin gibi olmalı da, bütün ay yüzlülerin hepsinden de güzel, hepsinden de üstün, hepsinden de nazlı olmalı!

Âşık dediğin de, benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! 

Aşk, âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamiyle aşka veren kişi ne mutlu kişidir! O, âdetâ, aşk padişahı olmuştur! 

Bu can, yaş bir ağaç dalına benzer; onu tut, kendine doğru çek! Şunu iyi bil ki, ne kadar çekilirse, sana doğru o kadar eğilir! 

Sen çeng gibi gamdan iki büklüm olursan, o vakit seni hoş bir şekilde bağrına basar; elsiz kolsuz seni okşamaya, sevmeye başlar!”