HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL – 1

Hazreti Mevlâna’nın yakınmalarından biri, dinin şekle, insanın da kalıba teslim edilmesidir. Bal taşımak için vasıta olan bir kavanozu, içine hiç parmak daldırmadan, bir ömür boyu yalayıp durmaktır.

Gönül, gerçeği gören göz, samîmiyet, ölümsüzlük ve aşktır. 

Gönül, Hakk’ın dinden ve insandan maksadıdır.

Gönülden habersiz bir din oyalamadır, gaflettir.

Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Ömrün boyunca gönül remzinden bir harfin bile kokusunu alamadın, a Kur’ân okuyan, ehilsin ama bu böyledir.”

Gönülsüz okuduğunda Allah’ın rahmeti olan Kur’ân bile kinlenir.

Gönülden uzak düşmüş bir iman da yerini inada bırakır. Bu inat, iman adı altında sahneye sürülürse, aydınlatma yerini karartma, yapma yerini yıkma, ıslah yerini bozmaya bırakır.

Hazreti Mevlâna yine şöyle seslenir:

“Gönlünü yıkayıp arıtmamışsın, yüzünü yıkamaktan ne fayda var sana? Hırstan, doymazlıktan süpürgeye dönmüşsün, daima toz-toprak içindesin.”

Özü bırakıp, kalıp ve kabuğa mahkum olanlar dini bir sayı sayma hâline getirirler. Allah’ı sayılara mahkum etmeye kalkanlara Hazreti Mevlâna şöyle seslenir:

“Herkesi boğ, şu sayılardan kurtar bizi… Sayıların tadına düşmüşüz, başka bir tat ver bize.”

Bu kişiler bir testi suyu, Dicle’nin sahibi Sultana hediye götürmek gibi bir gaflete düşerler. Bunun yerine boş bir testiyle huzura çıkıp hiçliğini göstermek gerekir. Günâhkâr olarak boyun bükmek, sayı sayarak benliğe düşmekten yeğdir. Ama buna da bir gönül nasîbi gerektir.

Rubaî:

“Gönül gözünü aç da ruhlara bak; nasıl geldiler, ne oldular, ne çileler çektiler, nasıl gidiyorlar. 

Mâdem ki, aşk yoluna düştün gidiyorsun, eteğini topla; çünkü bu yolun toprağı kanla yoğrulmuştur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 11

“Tezgâhın aslı yokluk âlemidir” diye buyuran Mevlâna, onu şöyle tanımlar:

“Orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişânesi bulunmaz. Bütün ustalar işlerini göstermek için yokluğu ararlar.

Ustaların ustası Tanrı’nın da tezgâhı yokluktur. Nerede yokluk fazlaysa, orası Tanrı tezgâhıdır, Tanrı işi oradadır.

Yokluk, en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar.”

Bedenini hiçe saymış, malını yok etmiş dervişin herkesten ileri olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, “Fakat iş beden yokluğundadır. Dilencilikte değil” diye buyurur.

“Dilenci, malı bitmiş kişidir, kanaat sahibi ise, bedenine kıyan, bedenini hiçe sayan kişidir” diyen Mevlâna, dert hakkında da şikayeti hoş görmez. Çünkü dert bir yerde bizi yokluğa çekip ulaştırmaya bir vesilerdir:

“Artık dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvân bir attır.”

Hazreti Mevlâna, bu yolda, cezbe bekleyen, fikri donmuş, fazla düşünemeyen insanlar için de güzel yollar gösterir. Onların da çabalamayı bırakmamalarını ister ve şöyle söyler:

“Fikrin donmuşsa, düşünemiyorsan, yürü, zikret. Zikir, fikri titretir. Harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap. İşten kalıp, o cezbeyi bekleme.”

İşe asılmamızı isteyen Hazreti Mevlâna, naz yapmamamızı ister. Hattâ bir yerde şöyle buyurur:

“Ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen sadece, emri ve yasakları dikkate al. Onları gözet.”

Hep bu hâlde yaşayan kişiye günün birinde cezbe hâlinin geleceği müjdesini veren Mevlâna der ki: 

“Derken bir gün cezbe kuşu, birdenbire yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü, sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.”

Beyit:

“Kendi varlığının, benliğinin başını kes, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan, Tanrı yapar. Her şeyden emîn olursun.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 10

Hazreti Mevlâna, yokluğun mânâsının, isteklerden vazgeçme hâli olduğunu şu sözleriyle anlatır:

“Her iki dünyadan gönlünü çekmiş, kurtarmışsan, bu cihanın isteklerinden vazgeçmişsen, kendi benliğini de, varlığını da yok etmişsindir.”

Mevlâna’nın bu sözleri, aşıklara can madeninin yolunu gösterir. Çünkü Hazreti Mevlâna, yokluktan, can madeni olarak söz eder:

“Ey aşık, aklını başına al da, beri gel, yok ol! Çünkü yokluk can madenidir. Fakat senin bildiğin gamdan, gussadan başka bir şey olmayan şu dünya hayatındaki can gibi can değil! O başka türlü bir candır.”

Başka bir yerde ise Hakk aşıklarına şöyle seslenişte bulunur:

“Gel ey Hakk aşığı, gel de, ben bensiz, sen de sensiz olarak şu aşk ırmağına dalalım da yok olalım! Yokluk mertebesine ulaşalım. Çünkü bu korulukta, yâni bu yeryüzünde, dünyada; kandan, zulümden, haksızlıklardan, kötülüklerden başka bir şey yoktur.”

Yokluğa adamakıllı kendimizi vermemizi buyuran Hazreti Mevlâna, bu yolda sabrın önemini de şöyle izâh eder:

“Sabır, insanın göğsünü açar. İnsanı genişletir. Ayın geceye sabretmesi, onu apaydın bir hâle getirir. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hâle getirir.”

“Tanrı’ya bir kuzu versen, sana bir sürü bağışlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna, “Her sıfatı, kemâle götüren zaten O’dur” der.

Ve yokluktan korkmamamızı isteyen Mevlâna, “Yokluktan korkma, şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork” diye seslenir ve bir beyitinde de şöyle buyurur: 

“Hiçbir şey olmayan şey, hiçbir şey olmayan başka bir şeye aşık olmuş; hiç var olmamış, hiç var olmamışın yolunu kesmiştir. Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeyler apaçık görünür sana!”

Rubaî:

”Sen, benim denizimin bir damlasısın; daha fazla ne söylenip duruyorsun? Hemen denize dal da, sedef gibi canın incilerle dolsun!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 9

Hazreti Mevlâna her zaman yoklukla aşk arasında bir bağ kurar, ikisini aynı anlama getiren sözler sarfeder. Bir yerde şöyle buyurur:

“Sevgili sizi sizsiz çağırıyor. Bu sebeple size, ‘sizle beraber olmak’ uygun düşmez!”

Ve aşkın, Tanrı’nın lütfu ve keremi olduğunu şu sözleriyle açıklar:

“Korkma! Bu aşk ırmağı insanı kucaklar, bağrına basar, derinliklerine alır, batırır ama öldürmez. Çünkü âb-ı hayattan ibârettir. Allah’ın lütfundan, kereminden başka bir şey değildir.”

Yokluğun, sadece aşkın değil, şaşılıktan kurtulmanın yolu olduğunu şu sözleriyle ifade eder:

“Senin varlığın Hakk’ın varlığı önünde yoktur. Yoktan ibârettir. Sen, var gibi görünen bir yoksun. İşte bu hakîkati anlarsan, şaşılıktan kurtulursun.”

Kendinde olma hâlleri bizleri nasıl bir havaya sürükler? Ve bunun karşılığında kendinden geçmek neler kazandırır? Hazreti Mevlâna, şu sözlerle, bu iki hâlin karşılaştırmasını da gözler önüne serer:

“Sen kendinde olduğun, kendini sevdiğin zaman, sevgiliyi bulamazsın. Sevgili diken gibi senin gözüne batar. Fakat kendinde olmadığın, kendini beğenmediğin zaman sevgili sana çok yakın olur.”

“Kendinde iken sevgili senden kaçar. Yanına gelmez. Kendinden geçince sana sevgilinin aşk şarabı sunulur.”

Sevgiliye kavuşmak için benlikten kurtulma yolunu gösteren Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Eğer sen benlikten kurtulur, benliğini yok edersen, benliksiz olursan, ona kavuşursun; o zaman sen bir dertken devâ olursun da bütün yaralara merhem kesilirsin.”

Rubaî:

“Eğer sen bizden isen, eğer sen de Hakk’ı arıyorsan, şekli sureti bırak da gönüle doğru yürü, gönüle gel!.. 

Ey Tebrizli Şems! Doğudan doğ; çık, görün! Çünkü, her ışığın aslının aslının aslı sensin!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 8

Hazreti Mevlâna, sayısız misâller verdiği ‘yokluk’ konusunun üzerinde o kadar çok durur ki, bir yerde kendinden geçme hâlini de yoklukla ilişkilendirir, bu hâli yokluğa bağlar.

Yokluğu, bir gülbahçesine benzeten Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Yokluk gülistanında insan kendinden geçer… O âlemdeki sarhoşluk Tanrı’nın büyük kadehindendir. Onu içmeyen, tadını bilmez, anlamaz.”

Hazreti Mevlâna’ya göre yokluk, duyulmakla değil, yaşanmakla anlaşılıacak bir hâldir.

Bu hâl ile ilgili, insanlığı aydınlatan, en vurucu sözleri söylemiş olan Hazreti Muhammed hakkında bir yerde şöyle buyurur:

“Ahmed, toprak olmayı, yâni mütevâzı yaşamayı huy edindi de, o yüzden mirâca yükseldi ve göklerin mânevî padişahı oldu.”

“Sen de toprak ol da senden bitkiler yetişsin. Toprak olan, gönül hazinesini bulur” diye buyuran Hazreti Mevlâna, bu konu ile ilgili cezbe sözlerini şöyle dile getiriyor:

“Mâdemki biz benlikten, senlikten kurtulunca hep bir oluyoruz. Yeter sus! Sen bu sözleri kime söylüyorsun?”

Yeniyi isteyenin, eskiden soyunması gerektiğini söyleyen Hazreti Mevlâna, bizim tutunacağımız mânevî bir ip gösterir ki, bu ip, hevâ ve hevesi bırakma ipidir. Hevâ ve heveslerinden arınan kişi bir ipe ulaşır ki, bu ip onun canını göğe çeker.

Kendinden kurtulan kişinin hâlini çok açık bir şekilde anlatan Hazreti Mevlâna, görünen varlığın bir gölgeden ibaret olduğunu, bunun ötesindeki gerçek varlığını ise yokluktan bulduğunu şöyle açıklar:

“Yokluk, bir bakışta beni benden alıp, varlığımı kapıp gidince, kendimden de kurtuldum, gelecek derdinden de. Ümitten de kurtuldum, korkudan da! Olduydu, olacaktı, vardı, yoktu kaydından  da yakamı sıyırdım. Tamamiyle yok oldum.”

Rubâi:

“Ey gönül! Eğer sen, sevgiliyi istiyorsan; kendinden kurtul, kendine yabancı ol! Pervâne gibi sevgide vefâlı ol! Bedenini, canını düşünme; aşk alevinin içine kendine at! 

Tamamiyle yüzünü Hakk’a çevir, Hakk’a yönel! Gerçek aşktan bahset, aklını yorma, onun boynuna halka geçir, onu serbest bırakma da, bizim gibi mest ol,divâne ol!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 7

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, “Mânâ kapısını döversen açarlar” diye buyurur ve şöyle devam eder:

“Fakat bunun için fikir kanadını terket ki seni iri bir doğan hâline getirsinler. Fikir kanadı çamurlara bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeye alışmışsın; onun için toprak sana can gibi geliyor.

Ekmet, et… bunlar topraktır, bunları daha az ye de toprak gibi yeryüzünde kalma.

Tohum yok oldu da ondan sonra bitti, incir hâline geldi. Nerde dert varsa devâ oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.”

Hazreti Mevlâna, aşk için der ki: 

“Aşık harâretle sevgiliyi arar… fakat sevgili geldi mi o aşık yok olur, kendisinden geçer gider!

Sen Tanrı aşıkısın; Tanrı ona derler ki, geldi mi sende kıl ucu kadar olsun varlık kalmaz. Meğerse sen kendini yok etmeye aşıkmışsın!

Sen bir gölgesin, güneşe aşıksın… Şems geldi, elbette gölge derhâl yok olur!”

Hazreti Mevlâna yine der ki:

“Sevgiliye yakın olduğumuz kadar canımıza bile yakın olduğumuzu sanmıyorum. And içerim ki, ben onu asla anmıyorum. Çünkü anmak, yanımızda olmayanları hatırlamak demektir.”

“Birkaç kere taklit yoluyla kendimi seçtim. Kendimde olduğum zaman kendimi lâyık bulmadım. Kendimi görmeden önce daima kendi adımı işitirdim. Ama kendimi ancak kendimden geçtikten sonra görebildim.”

Kasîde:

“Gizlice burada isen, yine öyle gizlice burada ol! Hatırlıyor musun, bir defa bir iş yapmıştın; yine o işi yap! 

Dün, beni bağrına basıp sıkmıştın! Gel ey tatlı varlık; yine öyle yap, beni bağrına bas! 

Dün, benim kapımı, damımı kırmıştın! Bugün de gel, kapıdan içeri gir öyle yap!.. 

Bu değersiz kölenin canının tâ içine girip bir şey yapmıştın da, o yaptığın iş benim canıma işlemişti! Gel; canımda, gönlümde işlediğin o işi gözümün önünde de işle; benim gözümün önünden gitme! 

Ey ay yüzlüm; dün, ne de güzel cilvelenmiştin! Nazı bırak; ondan daha hoş cilvelen!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 6

Hazreti Mevlâna buyurur der ki: 

“Kendine gel, acele etme. Önce yok ol. Battın mı nur doğusundan baş göster.

Ezel benliğinden gönül hayretlere düştü; bu benlik, soğuk bir hâle geldi, ayıp ve âr kesildi.

Can, o bensiz benlikten hoş bir hâl aldı, âlem benliğinden sıçrayıp çıktı.

Benden kurtuldu da, şimdi ben oldu. Aferinler olsun zahmetsiz benliğe!

O kaçmada, benlikse peşine düşmüş. Onu, onsuz gördüğünden ardına bakmamakta, koşup durmakta.

Sen, onu istedikçe o, seni istemez. Fakat öldün mü, istediğini elde edersin. Sen istedikçe istediğin seni arar mı?

Bu bahiste akıl yol gösterici değildir, fakat ‘tatmayan bilmez.’ Bu ben, nerde düşünceyle açılacak, bulunacak? O ben, yokluktan sonra açılır, bulunur.”

Hazreti Mevlâna, bizleri sürekli irşâd eder, aydınlatır; fakat akıl bu aydınlıklarla bir yere geldiğinde bizden ‘hâl’ ister. O hâle bürünmemizi ve o hâl ile yaşamamızı buyurur ve şöyle der:

“Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte dek, nerde bu gül bahçesi diyeceksin?

Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlıu, gizli bir dikenin başında dolaşıp durmakta!

Sen şekerden tatlı bir hâle gelsen bile o tat, bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

Fakat fazla vefâlı olman sebebiyle tamamen şeker olursan, buna imkân yoktur. Nasıl olur da şekerden tat ayrılır, imkân var mı?

Ey hoş arkadaş! Aşık, hâlis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makâmda artık akıl kaybolur.

Küçük aklımız, sırlara sahiptir gibi görünürse de hakîkatte aşkı inkâr eder.

Zekîdir, bilir; fakat yok olmamıştır. Küçük akıl sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hâl bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibârettir.”

Rubâi:

“Şu anda Hakk aşıkları beraberce oturmuşuz, elimizde mânâ şarabı kadehi, göğsümüzde gül var! 

Şu anda bu âlemden görünmez âleme sefer etmedeyiz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 5

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de şöyle buyurur:

“Lâ’l denen kıymetli bir taş vardır. Bu taş kıymetini güneşin ışıklarıyla dolduktan sonra alır. Güneş ışığı zamanla sıradan bir taşı lâ’l denen bir mücevher hâline getirir. Hani taş, hâlis lâ’l hâline gelir, güneşin sıfatlarıyla dolar ya. Artık onda taşlık kalmaz. Ondan sonra kendisini severse o, güneşi sevmektir. Canla başla güneşi severse yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.

Hâlis lâ’l, ister kendisini sevsin, ister güneşi. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Fakat taş lâ’l olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü onda bir varlık değil, iki varlık vardır.”

“Çalış da taşlığın azalsın, lâ’l ol da taşın nurlansın” diyen Hazreti Mevlâna, “Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da her an yoklukta varlık bul” diye buyurur.

Bir yerde de, “Her şey O’dur davası, sendeki mânâdır. Senin suretindeki mânâ hep O’dur” diye seslenen Hazreti Mevlâna, aşkı her zaman akıl ve zekânın üstünde tutar ve şöyle der:

“Aşk, ileri gidenler için gemiye benzer. Gemiye binen kişinin afete uğraması nadirdir. Çok defa kurtulur. Aklı ve zekâyı sat da, hayranlığı satın al… akıl ve zekâ bir şeyi sezmektir, veya şüpheyle bilmektir. Hayranlıksa bakmak ve görmektir!

Aklı, Mustafa’nın önünde kurban et… Tanrı’m bana yeter, de. Akıl ve zekâ sana kibir ve gurur verir… zamanın Kutbu’na duyduğun hayranlıkla aptal ol da gönlün doğru kalsın.

Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağında göz olur, burnun da! Âriflerin her kılı göz kesilir! Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır… Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka… sufîlerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir… bunu böyle bil!

Sen temizlendin mi perde yırtılır… pak kişilerin canları sana görünmeye başlar! Fakat eğri duygu eğriden başka bir şey göremez. Şaşı göz, tek göremez. Sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör! Darlıktan kurtul, isimden de, şöhretten de… aşk içinde aşkı gör!”

Rubâi:

“Ey Hakk aşığı, sen de, insanlann ayıplarını gören iki gözü kapa da, öteki âlemi gören gönül gözlerini aç! 

Gönül gözlerini aç da ne mescit kalsın, ne de puthâne. Bunu da tanımayalım, onu da tanımayalım. Yalnız O’nu arayalım, yalnız O’nu tanıyalım.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 4

Hazreti Mevlâna der ki: “Ey cihanı dolaşan sefâ ehli aşıklar. Bir put için bu kadar hayranlık neden? Onu siz bu cihanda arıyorsunuz. Eğer kendinizde arasaydınız muhakkak ki onun siz olduğunu anlayacaktınız.”

Hazreti Mevlâna, bir damla gibi olan bizleri ebedî güzelliklerle dolu, nur âlâ nur hakîkat denizine doğru çekmekte, yâni bizleri gerçek varlığımıza kavuşturmaktadır. O, iç âlemini bizlerden esirgememiş, ümmetine düşkün olan Hazreti Muhammed gibi, Hazreti Mevlâna da aşıklarının üzerine titremiştir. 

Hazreti Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm’de insana gerçek kimliğini, “Hakk’ın halîfesi insandır, Hakk insanla görünür” diyerek verdiği gibi, Hazreti Mevlâna da sayısız tefsîrlerle Hazreti Muhammed’in hakîkatlerini açıklamıştır. O da insan hakkında buyurur ki:

“Onun için Peygamber bunu anlattı, dedi ki: Kim kendisini bilirse Tanrı’sını bilir. Murad sensin. Neden her yöne koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen sakın ‘Ben’ deme, hep ‘Sen’ diye söyle! Senlik, O’luk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.”

Hazreti Mevlâna bir yerde de şöyle söyler: “Kimde yakîn aynası varsa, kendini görmüş olsa bile hakîkatte Tanrı’yı görür.”

Bir şeyi sağlam ve şüphe götürmeyecek şekilde bilme hâli tasavvufta “yakîn” sözüyle tâbir edilir. “Yakîn” sözü bir şeyi şüphesiz ve kesin olarak bilme ifadesi olarak kullanılır.

Fakat kendinde Tanrı’yı görmek için kendi varlığından sadece bir isim kalmalı, kendi varlığını bırakıp, Hakk’ın sıfatlarına bürünmelisin.

Kasîde:

“Seni yakından görmek istiyorum. Ne olur, biraz daha yakına gel! Çünkü senin yüzün tamamiyle nurdan ibaret. Nurdan başka bir şey değil. Dünyada senin aşkınla mahmur olmayan kimdir? 

Bu sözü yanlış söyledim. Canlar canını isterken; ‘Yakına gel!’ denir mi? Sen uzakta değilsin, sen benim canımdasın, canımın içindesin. Kendinde olana; ‘Yakına gel!’ demek büyük bir hatadır. 

Düşünce, düşünceye perde olur. Bu sebeple, şu veya bu şekilde düşünceyi bırak! Zaten o gizli değil ki!.. 

Senin ay gibi güzel olan yüzün meydanda iken, herkes tarafından görülürken senin yüzünü göremediği için gussaya dalan, derde düşen kişinin özrü kabul olamaz! 

Şunu iyi bil ki, aşksız gönüle sahip olan, aşık olmayan kişi, padişah bile olsa o, ipek kefene sarılmış, mezara gömülmüş bir ölüden başka bir şey değildir.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA YOKLUK VE MÂNÂSI – 3

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de mânâları o derece açar ki, herkesin anlayacağı bir hâlde anlatır, çeşitli misâller verir, yollar gösterir. Yokluğu farklı örnekler vererek, bir yerde şöyle izâh eder:

“Çıplak adam, arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya!

Arılar, adamın tepesinde dolaşır dururlar… başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar!

Tanrı’yı anmak sudur, şu kadının veya bu erkeğin anılması da arıdır.

Tanrı’yı anma suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul.

Ondan sonra sen, tepeden tırnağa kadar o arı-duru suyun tabîatına bürünürsün. Öyle bir hâle gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!

Sonra dilersen sudan uzaklaş… içten suyun tabîatına sahip olursun, hakîkatte ondan ayrılmamış sayılırsın.

Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına bürünmüşlerdir.

Onların sıfatları, Hakk sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.

Peygamberlerin nurları güneştir; bizim duygu ışığımız ise kandil, mum ve is!

Biri yanıp erir, öbürü parlar durur!

Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma. Bu yolda sabır lâzım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!”

“Aşığın gıdası ekmeksiz ekmeğe aşık olmaktır” diye buyuran Hazreti Mevlâna, aşığın aynı zamanda yoklukta yaşayan kişi olduğunu açıklar. Yokluğa bürünen kişinin aynı zamanda aşık olduğunu yine Mesnevî’de şu sözleriyle açıklar:

“Aşıkların varlıkla işi yoktur. Aşıklar, kârı sermayesiz elde ederler. Kanatları yoktur. Âlemin etrafında uçarlar. Elleri yoktur, topu meydandan kaparlar.”

Kasîde:

“Öyle bir sevgilim var ki, sevgisi içimi yakıyor, kavuruyor. İstiyorum o, benim yüzümü ayakları altına alsın, gözlerimin üstünde yürüsün! Başka bir yerde yürümesin! 

O benim her şeyimdir. O benim ekmeğimdir, suyumdur, havamdır. Ama bütün bunlar da onunla beraber bulunduğumuz günün içinde gizlenmiştir. Bu yüzdendir ki rızkım, gıdam onunla bulunduğum gündür. Asıl benim günüm de o gündür. O gün ne hoştur! Onun gıdası da ne hoştur! 

O bizi yok edip giderse ne olur? Allah’a yemin ederim ki, onun beni yok etmesine razıyım. Allah dilediğini yapar! 

Onun dikeni güllere sermayedir. Hakîkati bizden gizleyen perdeleri açmakta lütuflar, ihsanlar sahibidir. 

Her ne söylediysen, ne duyduysan, onların hepsi de kabuk gibidir, mânâsız sözlerdir. Çünkü aşkın içi, özü açıklanacak, anlatılacak bir şey değildir! 

Hakîkati hisseden, tecellîlere mazhâr olan özlü kişi deriye, kabuğa bakar mı?”