Hasan Dede, bizler burada Hazreti Muhammed’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Mevlana’yı anıyoruz. Fakat aslında bütün mesele onları kendimizde bulmak değil midir? Bizler, eğer düşüncelerimizi temizleyerek, onlara düşüncelerimizde yer verirsek, o zaman bakışlarımızdaki mana değişir, konuşmalarımız değişir, nefes alışımız bile değişir ve manevi bir hale dönüşürüz öyle değil mi? Buradaki sohbetler bu gayeye mi hizmet ediyor?
Bir insan aklını dünya muhabbetlerinden, dünya varlıklarından temzilemezse ve kalbini de aynı şekilde dünyadan boşaltmazsa, Yüce Muhammed o kişide varlığını göstermez. İşte Mevlana şöyle buyurur: “Ey yolcu, o saray benim muhabbetimle mahmur olmadıktan sonra, o saraya o Padişah konuk olmaz.”
“Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme. Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!..” (Mesnevi, I/721)
Gerek Yüce Muhammed Efendimiz, gerekse diğer mana erleri, onları temsil eden kişide varlıklarını gösterirler. Çünkü temsil eden kişi, yani bizler, onları kendimize ruh edinmişiz. Biz, onlarla diriyiz, onlar da bizimle diridir. İnsandır hepsinin varisi ve temsilcisi. Onlar, sevenlerinden dile gelirler. Onlara muhabbetini vermiş kişilerden konuşurlar. Bizler, burada onları anmadan, onların güzel muhabbetlerine bürünmeden, sohbet açmayız. Ama eğer bir kişinin dilinde hep dünya muhabbeti varsa, dünyadan konuşuyorsa, o kişi Hakk’ın dışına çıkmış demektir.
Bakın İbrahim Halilullah diyor ki: “Un ile toprağı bir görenler bendendir, bir görmeyip ayıranlar benden değildir.” Dünyadaki bütün varlıklar toprağın evlatlarıdır. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, ziynetlerimiz, bütün eşyalarımız, hepsi toprağın evlatlarıdır. Hepsinin özüne indiğimiz zaman karşımıza toprak çıkar. Peki bunlara bu kadar gönül veriyorsunuz da, neden onları yaratanı istemiyorsunuz?
“İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir. Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!..” (Mesnevi, I/800)
Hazreti Mevlana, “O sırat köprüsü bu dünyadır” der. Kıldan ince, kılıçtan keskin… Eğer sen, kendin incinsen dahi, kimseyi incitmeden yaşamını sürdürürsen, sen sırat köprüsünden geçmiş olursun. Ama eğer birisi sana bir laf söyledi diye beş lafla karşılık verirsen; her gün beş vakit namaz kılıyor olsan dahi, o köprüden geçemezsin, düşersin.
“İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan ‘Lahavle’ye kanan kişi, savaşta tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir. Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce ‘Lahavle’ okuyan Şeytan’a bak; ey Adem, İblis’i gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap eder. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!” (Mesnevi, II/251)