MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (135)

Canlı veya cansız bütün herşey Hakk’ı anar, diye buyuruluyor. İnsanın vücudu da Allah’ı anar ve kalbi ‘Allah! Allah!’ der. Fakat insan vücudunun zikrinden habersizdir. Biz her zerredeki bu zikri nasıl görüp, anlayacağız Hasan Dede?

Dünya ehli tamamen gaflettedir ve onun her zerresi maddeyi zikretmektedir. Böyle olduğu için de bütün vücudu onu dünyaya, yani maddeye sürüklemektedir. Mana ehline gelince, o da tamamen Allah aşıkıdır, Resulallah aşıkıdır. Resulallah’ın aşıkı olduğu için ve O’nun nurunu manada keşfettiği için, onun da bütün azaları O’nunla yanar. Nereye baksa baksın, nereye giderse gitsin, hep O’nu zikreder. Bir mana erinin yüzü gülerdir, dili tatlıdır ve daima huzur içindedir. Madde erinin ise, yüzü asıktır, gam içindedir, sıkıntı içindedir ve onun muhabbetleri hep maddeye yöneliktir. Böyle olduğu için de vücudunda hiç hafiflik, neşe ve huzur yoktur.

Galib Dede Hazretleri, selam olsun üzerine, şöyle der: “Aşıkta gam, keder, gaflet ne eyler? Gam, keder ve gaflet dünya ehlinindir.”

Bizler bu yüzden burada devamlı, Hazreti Muhammed Efendimizi, Hazreti Mevlana’mızı, İmam Ali Efendimizi ve bütün Piran Efendilerimizi, hepsinin selam olsun üzerlerine, ‘sünnet’imiz olarak anıyoruz, çünkü bizler onların farzlarıyız. Onlardan sonra geldik ve onların muhabbetlerini yapıyoruz. Nasıl aşklarla, nasıl sevgilerle yola koyulduklarını sizlere anlatarak, yol gösteriyoruz. Bütün dava, sevgilerimizi maddeye yönlendirmemek ve gönlümüzü maddeye bağlamamaktır. Eğer sevginizi dünyaya verirseniz, işte o zaman her zerreniz de dünyaya bağlanmış olur. Bizlere sunulmuş olan en büyük nimet akıldır. Ama eğer o akıl çamura saplanırsa, vücudu da peşinden sürükler, çamura batırır. Fakat aklımızı güzelliklere yönlendirirsek, o güzellikler sayesinde bizleri devamlı aşağılara çeken çamurlardan kurtuluruz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (134)

“İnsan vücudunda hased, inat, gurur, kibir varsa, başka cehennem arama, o vücud cehennem çukurudur. Ama eğer güzellikler varsa, o vücud cennet bahçesidir” deniliyor. Bir insan, vücudunu nasıl cennet bahçesi haline getirir, ne buyurursunuz Hasan Dede?

Çok güzel bir soru… Bir insanda hased, kıskanma, inat, kibir gibi duygular varsa, bu kişi zaten ateşler içindedir, yani cehennemdedir. Neden? Çünkü cehennem ateşi gibi bir ateştir bu. İnsanı, bildiğimiz ateşe atsalar, o ateş insanı hemen öldürür; fakat hased ateşi hemen öldürmez, günlerce hatta haftalarca seni yer, bitirir.

Hüsameddin Çelebi Hazretleri, hem çok çalışkan hem de çok güzel bir delikanlıymış. Hazreti Mevlana’mız onun hakkında şöyle bir dil sarfetmiştir: “Ey benim gözümün nuru Hüsameddin! Eğer bende, senin bu hizmetlerine karşı bir hased görürse gözlerin, kasem ederim Hazreti Muhammed’e, yüzümdeki nuru hemen alsın.”

Bir insan, cehenneme veyahut cennete nasıl girer? Şimdi bu hasedler, kıskanmalar, kin, nefret gibi duygular, insanı cehennem içinde tutuyor ya; bunun için de Hazreti Mevlana’mız yine buyuruyor ki: “Ey insan! Sen düşünceden ibaretsin. Eğer huzurlu yaşamak istersen, kendini güzel düşüncelere ver.”

Güzel düşüncelerin mana-i sureti hakkında şöyle bir örnek verelim: Bir kişi, eğer güzel düşüncelerle evinin önünü bir çiçek bahçesi haline getirmişse, gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp da ışıkları yaktığı zaman, gözüne o gül bahçesi görünür ve o kişiye huzur verir. Ama eğer bir kişi, karamsar düşüncelerle evinin bahçesini dikenliklerle donatırsa, ki onların da dostları akrepler ve yılanlardır. Gecenin hangi vaktinde olursa olsun, uyanıp ışığı yakarsa, o kişiye de yılanlar, akrepler görünür ve huzursuz olur.

İnsan neyi düşünürse, bakışı orayadır. Bu yüzden güzel düşüncelere verin kendinizi ki, geceniz de gündüzünüz de devamlı huzurlu olsun.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (133)

Deniliyor ki; insana en başta lüzumlu olan ilimdir, ilimden başka bir şeyin değeri yoktur. Önce derde düşülecek, aranacak; hakikate ermenin yolu bulunacak; ilmi, yani mürşid-i kamili bulan, Hakk’ı bulmuş olur. Siz ne dersiniz bu konuda Hasan Dede?

Çok yerinde söylenmiş; hakiki mürşid ilimdir. Hazreti Resulallah, selam olsun üzerine, ne buyuruyor? “İkre!” yani “Oku!” Biz, ilim tahsil etmeseydik, okuma yazma bilmeden, kalkıp Hazreti Muhammed Efendimizin eserlerine el atamazdık ve O’nun kimliğini öğrenemezdik. Peygamber Efendimizin, Hazreti Mevlana’mızın eserlerine el atmadıktan sonra, onların kimliklerini öğrenmedikten sonra, onların büyüklüklerine, onların güzelliklerine nasıl ulaşabilirdik. Ne zaman ki, onların hakikatleri, okuduğumuz ilimler sayesinde, bizlerde yansımalarını gösterdi; onlara karşı sevgimiz arttı ve sonrasında da sevgimiz aşka dönüştü. Biz aşka düştükten sonra ise, O’nun o güzel yüzü göründü ve bizi bizden aldı.

İnsan, okumakla bir yerlere varır. Ama hiç okumazsan, Hazreti Muhammed Efendimizi öğrenemezsin, ancak yine ilim sayesinde öğrenirsin. Peki, Hazreti Muhammed Efendimizin okuma yazması yoktu, nasıl ilim sahibi oldu? Çünkü O’nun ilmi sevgi ilmiydi. O, bütün yaratılanlara sevgi ile bakmıştır ve baktığı varlıklar, O’nun dilinden kendi hallerini söylemişlerdir ve Hazreti Muhammed de onları isimlendirmiştir. Bu nedenle, Hazreti Muhammed Efendimizin ilminin sonu yoktur.

O’na sordular: “Sen annesiz, babasız büyüdün; seni alıp okula götürecek bir kardeşin de yoktu. Sen sahip olduğun bu ilimleri nereden tahsil ettin?” İşte Hazreti Muhammed, onlara şu cevabı verdi: “Doğru söylüyorsunuz. Anasız, babasız büyüdüm ve bir kardeşim de yoktu. Fakat ben sizin okuduğunuz gibi, bir hocanın yanında okumuş olsaydım, ben de ancak sizin sahip olduğunuz kadar bir bilgiye sahip olurdum. Oysa benim hocam Yaratıcı’dır!” İşte bizler bütün bunları ilim sayesinde öğreniyoruz.

Yani,  ilim şarttır. Cahile değer verilmez. Ne diyor Hazreti Ali Efendimiz: “Bana bir harf öğretene kırk yıl hizmet ederim.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (132)

Hasan Dede, bize gönülden bahseder misiniz?

Bizim dinimiz sevgi üzerine, aşk üzerinedir. İnsana koşuş üzerinedir, mala mülke değil. Cenab-ı Allah, en güzel yüzünü Hazreti Muhammed Efendimizden göstermiştir. Onunla beraber Peygamberlik defteri örtülmüştür ve Velayet defteri açılmıştır. Ondan sonra gelen bütün Evliyaullah, Hazreti Muhammed Efendimize gönüllerini vermişler, Onu kendilerine sevgili edinmişler ve topluma Onun yüzüyle çıkmışlardır.

Cenab-ı Mevlana, ‘Gönül’ hakkında şöyle bir dil sarfeder:

“Eğer senin gönlün varsa git de gönül Kabe’sini tavaf et; topraktan yapılmış sandığın Kabe’nin mânası gönüldür!

Cenab-ı Hakk, görünen ve bilinen suret Kabe’sini tavaf etmeyi, kirliliklerden temizlenmiş bir gönül Kabe’si elde edesin diye buyurmuştur!

Şunu iyi bil ki, sen, Allah’ın evi olan bir gönlü incitip kırarsan, yaya olarak bin defa Kabe’ye gitsen de, Allah bu ziyaretini kabul etmez!

Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de, bir gönül al, al da, o gönül mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin!

Allah’ın huzuruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenab-ı Hakk; ‘Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir!’ diye buyurur!

Çünkü, altın ve gümüş, bizim için hiç bir şey değildir! Eğer bizi, bizim rızamızı istiyorsan, bizim istediğimiz gönülden ibarettir!

Senin değer vermediğin, bir saman çöpü saydığın yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsi’den de, Levh’den de, Kalem’den de!..

Harap gönül, Hakk’ın nazargahıdır, Hakk’ın baktığı, Hakk’ın sığındığı yerdir! Onu yaratan varlık ne de büyüktür, ne de kutludur!

Kırılmış, iki yüz parça olmuş zavallı bir gönlü yapmak, tamir etmek, Cenab-ı Hakk’ın nazarında hacdan da, ümreden de değerlidir!

Hakk’ın defineleri, harap gönüldedir! Harabelerde, pek çok defineler gömülüdür! Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan, gönüller almaya, gurur ve kibiri bırakmaya bak!

Kazandığın gönüllerin yardımı seninle beraber olursa, kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, akar!

Dilinden sel gibi ab-ı hayat akar; nefesin, Hz. İsa’nın nefesi gibi, hastalıklara deva olur!

İki dünya da, bir gönül için yaratılmıştır; ‘Sen olmasaydın, bu kainatı yaratmazdım!’ hadisinin manasını düşün!

Eğer böyle olmasaydı, senin varlığın, mekanın, güneşin, ayın, yeryüzünün, şu gök kubbenin varlığı nereden olacaktı?

Sus; bedeninin her bir kılında iki yüz dil olsa da onlarla gönlü anlatmaya çalışsan, yine de anlatamazsın; gönül anlatılamaz, anlatışa sığmaz! “

Yine bir başka seslenişinde şöyle diyor Hazreti Mevlana: “Kimden kaçıyoruz? Kendimizden mi? Ne olmayacak şey… Kimden kapıp, kurtarıyoruz Hakk’tan mı? Ne boş zahmet!..”

Bunları dile getirmemin sebebi şudur: Bu yolu anlamak ve hedefe ulaşmak için sevgi ve gönül şarttır. Yoksa boş muhabbetlerle insan hiçbir yere varamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (131)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Eğer vuslat gününde o dildardan başka görürsen, o dildar başkadır, ben başkayım. O gördüğün dildar benim maşuğum değildir, yoksa ikimizi bir görecektin.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hazreti Mevlana’mız her ne söyler ise hep yerinde söylüyor. Bakın bir kere şu beyitlerinde nasıl birliyor herşeyi: “Aşık yoktur bu alemde, aşık ölmüştür. Aşık olan kişide varolan maşuktur.”

Burada ikilik kalkmıştır, artık sen ben yoktur. Şimdi, bu toplumda böyle bir aşk yaşanmadığı için bu güzelliklere varamıyorlar.

Dilerseniz Leyla ile Mecnun’dan bir örnek verelim: Mecnun’un bir gün dişi ağrımış, dişçiye gitmiş. O devirde diş hekimliğini berberler yaparmış. Berber hekim, Mecnun’un dişine bakmış ve dişini çekmesi gerektiğini söylemiş. Mecnun, tabi adı üstünde, mecnun bir halde olduğu için hiç cevap vermemiş, sessizce dinlemiş. Hekim de Mecnun’un bu halinden zannetmiş ki, Mecnun dişinin çekilmesini kabul etti, almış kerpeteni eline, tam çekecekken, Mecnun kendine gelmiş ve uzanmış hekimin elinden yakalamış, demiş ki: “Ne yapıyorsun?” Hekim demiş: “Dişini çekiyorum.” Mecnun, “Müsaade yok!” diye karşı çıkmış. Hekim, “Neden?” diye sormuş. Mecnun’un cevap vermiş: “Korkarım, Leyla’mın çenesi incinmesin!” Hekim bu cevabı duyunca şaşırarak, “Leyla nerede, sen nerede? Onunla senin aranızda dağlar kadar fark var, nasıl incinecek?” İşte Mecnun’un verdiği cevap: “Bende bana ait hiçbir şey yok, herşey ona ait.” Aşka bakın bir kere… Yine bir gün Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, şu satırları yazmış kağıda: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Her zerremi muhabbetin sardı, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” Yazamıyor bakın, mektup dahi yazamıyor…

Bunlar geçici aşk, peki ya manevi aşk? Manevi aşk herşeyin üstündedir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (130)

Hasan Dede, ‘İman’ kafadaki bütün soruların çıkarılmasıdır deniyor. Ne dersiniz?

İman, herşeyin üstündedir, herşeyin üstünde… Bizim iman bakımından rehberimiz Hazreti Ali’dir.

Hazreti Ali bizlere şöyle seslenir: “Ben görmediğim Allah’a ne inanırım, ne iman ederim.”

Hazreti Ali Efendimiz bu sözüyle ne demek istemiştir? Hazreti Muhammed Efendimizin her sözüne inandım, Allah’ın nurunu Onun cemalinde gördüm ve Ona iman ettim, demek istemiştir. Hazreti Ali Efendimiz, selam olsun üzerine, Resulallah’a sıdk-ı bütün bir imanla bağlandığı için savaşlarda hep kendini ön saflara atmıştır ve her zaman da başarılı olmuştur.

Hazreti Ali Efendimiz yine şöyle buyurur: “Efendiler! Ben, Hayber kalesini beden gücüyle yerinden sökmedim. Tam aksine, riyazatlı bir halde iman ettiğim yere teslim olduğum için, gücüm bağlandığım yerden geldi. Onun kudretiyle o kale kapısı nasıl söküldü benim bile aklım durdu.”

Bir insan, tam manasıyla teslimiyette durursa, artık o kişi ne ölümden korkar, ne de başka bir şeyden. Çünkü onun artık kendi kişiliğine ait hiçbir şey yoktur. Bizlerin bu güzelliklere varamamızın sebebi hep şüphe içinde yaşamamızdan ve devamlı acaba mı, veciba mı, öyle midir, yoksa böyle midir, doğru mudur, yanlış mıdır diye sormamızdan kaynaklanmaktadır. Bırakın şüphe etmeyi, soru sormayı artık, bakın, önümüzde birçok örnekler var, Peygamber Efendimiz var, İmam Ali Efendimiz var, bütün Evliyaullah var. Bakın bir hatib, hatipliğini yapar ama, Hakk’a yürüdüğü zaman onu da sıradan biri gibi defnederler. Ama bakın etrafımızda bir sürü Hakk dostlarının kabirleri de var, ama onlar korunmaya alınmışlardır ve sevenleriyle anılırlar. Ama diğerleri hiç anılmazlar. Neden? Çünkü insanlara hep kuru bilgi verdiler, Hazreti Muhammed Efendimizin güzelliklerine vakıf olmadılar. Aşka düşmediler, hep zahiri bilgide kaldılar. Ama Evliyalar öyle mi? Onlar Hazreti Muhammed Efendimizin nurunda yandılar, oraya teslim olarak yürüdüler, etraflarındaki insanlara da hep güler yüz, tatlı dil sarfettiler ve dünya durdukça ölümsüzlüğe yol almaktadırlar. Tasavvuf yolu tamamen teslimiyet ister ve bu yolda şüphelere hiç yer yoktur. Şüpheyle, akılla yola koyulundu mu hiç yol alınamaz.

Bakın, Hazreti İsa, selam olsun üzerine, bir gün cemmatine Allah’tan tebliğler veriyormuş. Cemaati ona demiş: “Ya İsa, neden öyle değil de böyle söylemiyorsun? Neden Allah öyle söylememiş?” İsa Ruhullah cevap olarak, “Efendiler, bu sözler bana ait değil, Allah’a ait. Size bu söylediklerim Allah’ın tebliğleri” diye anlatmaya çalışmışsa da, cemaati yine ona, “Yok öyle olmaz, böyle olsun” diye karşı çıkmış. Yani cemaati Hazreti İsa’ya akıl veriyor ve istiyorlar ki, Allah onlara göre konuşsun. İsa da bakıyor ki başa çıkılacak gibi değil, terkediyor cemaatini ve onlardan kaçmış. Kaçarken de topukları ensesine vuruyormuş. Bir oduncu da İsa’nın koşarak kaçtığı dağdan inmek üzereymiş, İsa’yı o halde kaçarken görmüş ama bakmış ki İsa’nın arkasında onu kovalayan kimse yok. Sormuş demiş: “Ya İsa, sen böyle kimden kaçıyorsun?” İsa cevap vermiş: “Ahmaklardan kaçıyorum!”

İşte, herşeyin başı imandır, teslimiyettir. Bir kişinin teslimiyeti tam değilse, imanı da zayıf olur. Böyle bir kişinin aşkı da sahi değildir. Ne güzel söylemişler: “Aşksız derviş imansız softaya benzer.” Aşksız derviş olmaz, imansız sofi olmaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (129)

Hazreti Resulallah Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki: “Mutu kable ente mutu – Ölmeden evvel ölünüz.” Hazreti Mevlana da diyor ki: “İnsan düşünceden ibarettir.” Bizim, ‘Ölmeden evvel ölünüz’ hadisinden anlamamız gereken, ölmeden evvel düşüncelerimizi mi öldürmek zorunda olduğumuzdur, yoksa bunda başka bir sır mı vardır? İnsanın benliğinden kendi düşüncesiyle, yani kendi kendini telkin ederek kurtulması mümkün müdür?

Bu sorunuza Hazreti Mevlana’mızdan bir örnek vererek cevap verelim: Bir gün Cenab-ı Mevlana, selam olsun üzerine, yine Meram’a çıkmış. Oraya çıktıklarında hep Hazreti Muhammed Efendimizin büyüklüğünden, Onun güzelliklerinden konuşup, muhabbet ederlermiş. Tam muhabbet esnasında bir grup papaz gelmiş. İçlerinden bir papaz Hazreti Mevlana’nın huzuruna çıkmış ve demiş ki: “Ya Hazreti Mevlana, var mısın bir imtihana girişelim?” Mevlana sormuş: “Nasıl bir imtihandan bahsediyorsunuz?” Papaz demiş: “Bir ateş yakalım ve hem siz hem biz hırkalarımızı ateşe atalım. Hangi tarafın hırkaları ateşte yanarsa, onların Allah’a olan bağlılıkları tam değildir, zayıftır. Hangi tarafın hırkaları da ateşte yanmazsa, onlar Allah’a daha yakındır.” Bunu duyan Hazreti Mevlana papazlara şu cevabı vermiş: “Mademki böyle bir imtihana girişmeyi teklif ettiniz, kabul ediyorum. Ben, bütün dervişlerime kefilim, onların hırkalarını çıkarttırmayacağım.” Hazreti Mevlana, kendi hırkasını çıkarmış ve ateşi yakmak için hazırladıkları çalıların üzerine koymuş. Sonra Kardinala dönüp, “Sen de papazlarına kefil ol, çıkar hırkanı, koy benim hırkamın üzerine, sonra yakın ateşi, bakalım kimin hırkası yanacak?” diye buyurmuş. Kardinal, “Ben kendime o kadar güvenmiyorum, papazların hırkalarını da ateşe koyalım” demiş. En üstte Kardinalin ve papazların hırkaları, en altta Hazreti Mevlana’nın hırkası, yakmışlar ateşi. Bir vakitten sonra ateş kül haline gelmiş. Hazreti Mevlana buyurmuş: “İmtihanı teklif eden sizdiniz, şimdi gidip hırkalarınızı alın bakalım.” Kardinal demiş: “Önce sen hırkanı koydun, sen al.” Mevlana, “Peki” demiş, külün başına gitmiş ve “Destur ya Hakk!” diyerek elini külün içine daldırmış. Hırkanın yakasından tutup çıkarmış ve üzerindeki külleri silkelemiş. Sonra dönüp, “Bu hırka size mi ait?” diye sormuş. Papazlar, “Hırka sana ait ya Mevlana!” deyince, Mevlana öpmüş hırkasını ve giymiş, gitmiş. Papazlar hırkalarını aramış aramış, ama bulamamışlar.

Bir insan, kendinde yaşarsa hiçbir şey yapamaz. Onu ateşte yakar, çivi de deler ve bir sürü acı da duyar. Ama eğer düşüncede kendinden geçerse, ona ne ateş tesir eder ne acı duyar, ona hiçbir şey tesir etmez.

Hazreti Ali Efendimizin, selam olsun üzerine, savaşta iki omuz arasına bir ok saplanıyor. Arkadaşları ona, “Ya Ali, müsaade et, omuzundaki bu oku çıkaralım” diyorlar. Hazreti Ali dönüp onlara diyor ki: “Oka dokunmayın! Ben huzura durduğum zaman tutun oku çıkarın.” Sonra Hazreti Ali Efendimiz huzura duruyor, oku çıkarıyorlar. Hazreti Ali’den bir ses dahi çıkmıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını eda ettikten sonra, arkadaşları ona, “Ya Ali, biz senin dediğin gibi sen huzura durduğunda oku çıkardık, ama senden hiçbir ses çıkmadı” dediklerinde, Hazreti Ali Efendimiz onlara şu cevabı veriyor: “Ben o anda kendimde değildim, kendimden geçmiştim, çünkü Hazreti Muhammed ile rabıtadaydım.”

İşte insan, bir mana eriyle rabıtaya girdiği zaman ona ateş ne yapabilir ki, çünkü ateş de bir kuldur. Ateş bizim hizmetimizdedir, istersek büyük ateş yakarız, istersek küçük ateş yakarız.

İnsana verilmiş olan en büyük nimet akıldır ama, insana en büyük perde de yine akıldır. Akılla olmaz; akıl baştan gitmedikten sonra insan o güzelliklere kavuşamaz.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (128)

Bizler, tam bir nefs savaşına giremiyoruz. Kendimizi devamlı kandırıyoruz. Nefsimizi yenmek istiyoruz ama bir türlü başarılı olamıyoruz. Bizler nasıl bir çözüm bulalım da bu nefsten kurtulalım Hasan Dede?

Hazreti Peygamber Efendimiz, selam olsun üzerine, “Biz küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz” diye buyurdu. Sahabe sordu, “Nasıl küçük savaş olabilir? Uhud’daki savaş kıyameti andırdı.” Resulallah Efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise görünmeyen düşmana karşı, o düşman da nefsimizdir.”

Nefsimizi kolay kolay yenemeyiz. Nefsimizi ancak onun isteklerini durdurmakla yenebiliriz. Çünkü nefsimizin istekleri hiç bitmez, doyum nedir bilmez. Kim derse ki, ben nefsimi yenerim, o kişi daha baştan kaybeder.

Bakın, Seyyid Burhaneddin Efendi şöyle buyuruyor: “Kim nefsiyle barışık ise bu alemde, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.”

Bir insan Allah ile savaşa girişirse, hiçbir zaman galib olamaz, hep mağlub olur.

Yine Seyyid Burhaneddin Efendi, selam olsun üzerine, şöyle diyor: “Denizdeki canavardan korkma, onu gözün görüyor. Ondan kendini kurtarabilirsin. İçindeki nefsin o kadar büyük bir canavar haline gelmiş, ama onu görmüyorsun, almış seni götürüyor.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri de nefs için şöyle hitab eder: “Sıdk-ı bütün bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.”

Bu bir, ikincisi de riyazattır. Sonuç olarak bağladığın yere temiz bir gönlün ve büyük bir aşkın olacak. Şöyle bir misal verelim: İnanç insanı caydırır, ama iman caydırmaz. İman ne demektir? Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim herşeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Fakat inançla yola koyuldu mu, nefs galib gelir. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girdiği an, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına düşmüştür ama farkında değildir.

Bize en büyük örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Nasıl en büyük örnektir? O, her zaman, “Allah benden şöyle konuştu, Allah benden şöyle söyledi” diye, devamlı Allah’a dayanarak konuşmuştur. Bizler de burada nasıl konuşuyoruz? Hiçbir zaman kendimizi öne atmıyoruz, her zaman, Hazreti Muhammed şöyle buyurdu, Hazreti Mevlana şöyle söyledi, diye hitab ediyoruz. Bakın dikkat edin, büyüklerimizi zikrediyoruz. Onlara biz inandık ve iman ettik. Biz, Allah’ın bütün güzelliklerini, Hazreti Muhammed’de ve Evliyaullah’da görüyoruz. Çünkü bütün Evliyaullah, hepsinin selam olsun üzerlerine, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin manevi kardeşleridirler. Onlar, Resulallah Efendimizi görmeden aşık oldular ve sonra Resulallah yüzünü onlara manalarında gösterdi. Eğer bizler de temiz bir imanla ve temiz bir aşkla yolumuza devam edersek, nefs çırpınır durur ama birşey yapamaz. Ama eğer dersek ki, dur ben bir namaz kılayım, bir dua edeyim, zikir yapayım sonra uyarım Allah’a, o zaman olmaz; bizde öyle yaz boz tahtası yok. Nerde tuzağa düşersin göremezsin. Bu nedenle insanın imanına sımsıkı sarılması lazım. Koskoca Peygamber bile, her akşam dinlenmeye çekilmeden önce yetmişbeş sefer “Estağfurullah” diyor. O, bunu yapıyor da biz acaba neden yapmıyoruz? Bir kere bile estağfurullah demeden yatağa giriyoruz. Peygamber Efendimizden hiç örnek almıyoruz, ki O, Hakk ile Hakk olmuştur. Onun her zerresinde Hakk’ın nuru vardır.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (127)

Diyorlar ki, “Bir insanın nefsi ne kadar kuvvetliyse, o insandan o kadar kuvvetli bir Veli olabilir. Nefsi zayıf olandan ise hiçbir şey olmaz.” Egosu kuvvetli olan insanlardan, daha büyük daha teslimiyetli insanlar çıkabilir mi sizce?

Bir insan, eğer böyle bir haldeyken, kendine vakıf olursa, nerede ve neden kayıplarda olduğunun farkına varır da hemen egosunu bir kenara bırakıp tam bir teslimiyetle iman ederse, olabilir. Misal olarak Ebu Cehil, Ebu Sufyan, bunlar o zamanda Mekke’nin sahipleriydi, çok zenginlerdi. Bunlar o egolarıyla Hazreti Muhammed Efendimize baş kesmiş olsalardı, hemen bir Veli sıfatına ererlerdi. Ama baş kesmediler. Bakın ismi Ebu Cehil; bunun manası nedir? Baba Cahil. Ona bu isim verilmeden önce adı Ebu’l Hikmet’ti.

Size bir hikaye anlatayım: Bir gün Ebu Cehil, Hazreti Muhammed Efendimize Ömer-i Faruk’la bir haber gönderiyor ve diyor ki: “Ya Ömer, git Muhammed’e selam söyle; ben de onun sohbetlerine gelmek istiyorum. Yalnız, ben geldiğim zaman köleleri göndersin, ben onlarla birarada oturamam. Eğer isterse, benimle beraber hatırı sayılır beyleri de davet edebilir.” Ömer-i Faruk, tabi biraz saf; Ebu Cehil’in bu haberine sevinmiş. İçinden, Ebu Cehil de Peygamber’e gelecek, ona yüz tutacak, sohbetlerini dinleyecek; dinledikten sonra onu da kazanmış olacağız, diye geçirmiş. Bu niyetle Peygamber Efendimizi evine gitmiş. Fakat Ömer-i Faruk daha kapıdan içeri girer girmez, onun birşey söylemesine fırsat vermeden, Hazreti Peygamber Efendimiz dönüp Ömer-i Faruk’a şöyle seslenmiş: “Ya Ömer, şimdi Allah’tan bana bir nida geldi. Allah benden buyurdu ki: ‘Allah’ın sınıfı tektir, insan ayırımı yoktur. Zengini de fakiri de bende bir kılınır. Biraz olsun böyle bir ayırım yapmak gönlünden geçerse; fakirleri, köleleri bir kenara itip, zenginleri öne alıcak olursan, seni Peygamberlikten redederim.’ “ İşte Hazreti Muhammed, bunun cevabını daha Ömer-i Faruk’un sormasına lüzum kalmadan vermiştir.

Yani demek istediğim şudur ki, böyle biri gelirse, egosunu kırarsa, oraya baş keserse ve orayı kendinde var ederse, haliyle o teslimiyetli ve iyi bir insan olur; kimbilir belki Veli de olur.

Bakın biz şöyle de deriz: Bir hatib, intisab etse, hangi tarikata olursa olsun, o, bulunduğu yolda çift kanatlı bir kuş olur. Neden? Çünkü hem ilm-i zahiri var, hem de ilm-i batını var. Hatta eğer putlarını kırarsa çok daha güzel dil sarfedebilir.

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (126)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Anlattıklarımı aklınızla değil, kalbinizle dinleyin. Çünkü kalb topraktan yaratılmıştır. Ona ne ekersen bir gün mutlaka filizlenir. Ama akıl sudan yaratılmıştır. Suyun üstüne ne yazarsan anında silinir gider.” Mevlana’nın bu sözleri hakkında ne buyurursunuz Hasan Dede?

Cenab-ı Pirin bu söyledikleri de çok yerindedir. Akılda her şeyi tutamazsın, çünkü akıl baştadır, çok yerlere eser gider. Ama kalbe birşey koydun mu, kolay kolay gitmez.

Kalb, sevgilinin en çok istediği yerdir. Eğer kalbine iman ettiğin yeri koyduysan, artık sana ait birşey kalmaz, herşey ona aittir. Ama eğer kalbimiz çarşıya dönmüş ise, bir sürü şeylerle dolu ise, o zaman o dosttan söz edemeyiz ve onun o güzel yüzünü göremeyiz.

Hazreti Mevlana, kalbe ‘saray’ ismini vermiştir ve şöyle demiştir: “O saray, benim muhabbetimle mahmur olmadıkça, sen o sarayda beni göremezsin.”

Bakın şimdi sizlere Musa Kelamullah’dan bir misal vereyim. Musa Kelamullah, birgün Tur-i Sina’da Allah’a demiş ki: “Allah’ım seninle çok dertleşiyoruz, senden birçok mesajlar alıyorum ve ümmetime sunuyorum. Ne olur, bir akşam bana misafir gel.“ Allah da ona cevap vermiş, demiş ki: “Tamam Musa, yarın akşam senin misafirin olacağım.” Bu mesajı alan Musa sevincinden pervane gibi olmuş. Evini temizlemiş, süpürmüş; akşam olmuş evde volta atıyor, Allah onu ziyarete gelecek diye bekliyor. Tam akşam saatinde kapısı çalınmış. Musa Kelamullah kapıya koşmuş ve gelene seslenmiş: “Kim o?” Gelen kişi dışardan cevap vermiş: “Ya Musa, ben Tanrı misafiriyim. Buyur var mı?” Musa Kelamullah dönüp ona demiş ki: “Ben seni bu akşam buyur edemem, çok önemli bir misafirim gelecek. Ama mademki buraya kadar geldin, seni boş çevirmeyeyim.” Gitmiş bir testi almış gelmiş ve, “Al bunu bana su doldur da getir” demiş. Tanrı misafiri testiyi almış, bir zaman sonra su dolu testiyle yine gelmiş. Musa Kelamullah, testiyi almış ve karşılık olarak eline bir parça ekmek vermiş ve onu göndermiş. Sonra tekrar beklemeye koyulmuş. Sabaha kadar beklemiş, Tanrı ortada yok. Kalkmış Tur-i Sina’ya gitmiş. “Allah’ım sabaha kadar senin gelmeni bekledim. Vaad ettin ama gelmedin” demiş. Allah cevap vermiş: “Geldim ya Musa! Ama sen elime bir testi verdin, hadi git buna su doldur da getir, dedin. Sonra elime bir parça ekmek sundun ve beni gönderdin.” İşte Musa bunu duyunca çıldırmış. Meğerse Tanrı’yı başka bir sıfatta görmeyi bekliyormuş.