MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (206)

Hazreti Mevlana diyor ki: “Zeliha öyle bir hale gelmişti ki, onun gözünde çörekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf’tu. Yusuf’un adını başka adlara gizlemişti. Mahremlerine de bu sırrını söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese, sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese, söğüt dalı yeşerdi, dese, başım ağrıyor, dese, başımın ağrısı geçti iyiyim, dese, bu sözlerinin hep ayrı ayrı manaları vardı. Birini de överse, hakikatte Yusuf’u överdi. Birinden şikayet etse, onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüzbinlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf’tu, dileği de Yusuf’tu.” Bizler de burada size ne kadar soru sorsak hep sonunda Mevlana çıkıyor. Ne dersiniz Hasan Dede?

Bu sorunuza şöyle bir misal vereyim: Derler ki, altı cihette hep O’nu görüyorum. Bu altı cihet nedir? İnsanın altı yönü, yani önü, arkası, sağı, solu, başüstü ve ayakaltı. Aşığa gelince, onun gözleri sevgilisinden başka bir yeri görmez. Nereye dönerse, kiminle konuşursa, sevgilisi onun kalbindedir, her zerresini sarmıştır. Dünya ehliyle konuşuR ama bir an evvel ondan kopmak ister ki, tekrar o sevgilisiyle başbaşa kalsın.

“Aşkın beşle, altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lâzım olan sırlar söylenir. Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkâr eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Allah’dan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?” (Mesnevi, VI/5)

Zeliha da, Yusuf’a sıdk-ı bütün bir imanla ve aşkla bağlanmış olduğu için onu her yerde görmekteydi. Hazreti Mevlana’nın Yusuf ve Zeliha için söylemiş olduğu bir dörtlük vardır ve orada Yusuf’a serzenişte bulunmaktadır, der ki: “Aşk odu evvel düşer maşuka, andan aşıka. Şem’i gör ki yanmadan, yandırmadı pervaneyi.” Yani şunu söylemek istiyor Mevlana: Aşk sende zuhura geldi, karşı tarafın nurunda yandın. Sen daha görür görmez ondan sana yansıma oldu ve sen ona aşık oldun. O ışığı gör ki yandırmadı pervaneyi. Zeliha, yedi sene Yusuf’un etrafında bir pervane gibi döndü ve Yusuf yaktı Zeliha’yı ama yandırmadı onu.

“Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf’un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder. Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı. Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı? Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki? O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar. Onların bu koşmaları, ‘Tanrı’yı teşbih’tir. Can için bedeni temizlemededirler.” (Mesnevi, V/3853)

Yine Cenab-ı Mevlana, aşk için şöyle buyurur: “Aşk bir padişahtır, bayrağı görünmez. Aşk, Tanrı Kur’an’ıdır, ayetleri bilinmez. Her aşık bu avcıdan bir ok yemiştir, kanlar akar durur, fakat yarası belirmez.”

“Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

Mecnun da sevgilisi Leyla’ya bir mektup yazmak istemiş, almış kağıdı kalemi eline ama yazamadan bırakmış ve şöyle seslenmiş: “Kalbimde tevhid oldun, dilimde zikir oldun. Vücudumun her zerresini sardın, ben bu mektubu kimden kime yazayım?” O artık Leyla olmuş, onu kendi dışında bulamıyor ki mektubu kime yazacak.

“Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et! Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür! Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama, Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır. Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Allah, doğruyu daha iyi bilir.” (Mesnevi, III/3840)

Şimdi bunlar hep mecaz aşk, bir de mana aşkı var ki, ona da en büyük örnek Resulallah Efendimizidir. Onun her kelamında bizlere ne sunmuş ise hiçbir zaman, “Ben söylüyorum” dememiştir, her zaman, “Allah benden buyurdu” demiştir, yani O her an teslimiyetteydi. Hatta Yusuf’tan çok daha güzel bir yüze sahipti, öyle ki Hazreti Ali Efendimiz O’nun yüzüne bakamazdı. Bu yüzden ona “Kainatın nuru” diye hitab edilir.

“Bir nefescik Allah güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün… Allah yakınlığının debdebesini gördün mü, Şehzade gibi sevgiline kavuşursun… ayağındaki dikeni çıkarırsın! Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul… doğrusunu Allah daha iyi bilir.” (Mesnevi, IV/3215)

Bir akşam Peygamber Efendimiz eve geliyor, o esnada Ayşe yengemiz dikiş iğnesini düşürmüş , yakmış yağdanlığı yerde onu arıyor. Hazreti Resulallah onu böyle görünce ne aradığını soruyor, o da cevap veriyor. Hazreti Muhammed Efendimiz bunu duyunca hemen bir yüz tutuyor, oda nurla doluyor, onun yüzünün ışığıyla yerdeki iğne parıldıyor ve Ayşe yengemiz iğneyi böyle buluyor.

“Ey Peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, Hatem’sin; bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir Hatem’sin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamiyle açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklıktır, açıklık içinde açıklık.” (Mesnevi, VI/174)

Veysel Karani Hazretleri de Hazreti Peygamberin diğer yüzünü gördü ve o yüzde yandı. Uhud Savaşı’nda Peygamber Efendimizin bir dişi kırıldı. Veysel Karani Hazretleri, O’nun hangi dişinin kırıldığını bilmediği için otuziki dişini birden çekti çıkardı ağzından. Bugün kullanılan otuzüçlük tesbihler Veysel Karani’yi temsil eder, otuziki tesbihin otuzüçüncüsü Veysel Karani’dir. Annesi çok hasta idi, ona Veysel Karani Hazretleri bakmaktaydı. Fakat Peygamber Efendimize olan sevgisi ve aşkı haddi aşınca O’nun yüzünü görmek istedi ve kalktı annesinden izin isteyerek Hazreti Peygamberi görmek üzere Medine’ye gitti. Peygamber Efendimizin evine varınca, kapısını çaldı, kapıyı Fatma annemiz açtı. Hazreti Resulallah o sırada mescitte sahabesiyle muhabbetteydi, evde yoktu. Fatma annemiz ona kim olduğunu sorduğunda, ona “Ben Üveysiyim, Resullah’ı görmeye geldim, acaba evde midir?” diye yanıtladı. Fatma annemiz Peygamber Efendimizin birazdan eve geleceğini söyledi, fakat Veysel Karani O’nu bekleyecek kadar vakti olmadığını söyleyerek, üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Rivayete göre, bir zaman sonra Hazreti Resulallah eve geliyor, fakat daha eve varmadan, otuz-kırk metre öteden, Veysel Karani’nin kokusunu alıyor. Kapıyı çalıyor, Fatma annemiz açıyor. Daha Fatma annemiz, Veysel Karani’nin geldiğini söylemesine fırsat kalmadan Peygamber Efendimiz ona dönüp, “Ben evde yokken Veysel Karani beni görmeye geldi değil mi, Ciğerparem?” diye soruyor.

“Muhammed demiştir ki: Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte. Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Allah kokusu geliyor. Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi! Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu! Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık! Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti… yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!” (Mesnevi, IV/1827)

Aslında Peygamber Efendimiz kendisini Veysel Karani’ye gösterirdi, ama göstermedi. Neden? Çünkü eğer ona dış yüzünü gösterecek olsaydı, Veysel Karani O’nun iç yüzünden soğuyabilirdi. Bu yüzden yüzünü göstermemiş ve onu o iç yüzünde yanmaya bırakmıştır.

“Bir zaman seni toprak gibi yeşertir…bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir! Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir! Fakat bunları o görür, başkası değil…temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz! İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin! İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!” (Mesnevi, IV/547)

Hazreti Muhammed Efendimizin hakikatları Hazreti Ali Efendimizle bilinmiştir ve Evliyaullah’a yansımıştır. Bu hakikatleri tasavvuf ehli dışında bir yerden öğrenemezsiniz, hatta gece gün sorsanız bir nebzesini bulamazsınız. Size derler, fazla ileri gitme, günahtır, haramdır. Peki neden böyle söylerler? Çünkü nakilcidirler, derinini bilmezler. Bizlere sayısız nimet verilmiştir, bu nimetlerden en üstünü olarak da akıl verilmiştir. Eğer bizler o aklı kullanmasını bilmezsek ne kadar arayışlara düşsek de bu hakikatlere eremeyiz. Belki meyvenin kabuğuna ereriz ama meyvenin tadına varamayız.

“Harf kaptır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de ‘Ümm-ül-Kitap’ yanında bulunan, kendisinde olan zattır. Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ… onun aslına kadar yürü! Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin. Allah kimin ruhuna meheng korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.” (Mesnevi, I/296)

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.