HEPSİ MUHAMMED’İ ZİKREDİYOR…

Tasavvufun Pir’i Hazreti Ali Efendimizdir. Hazreti Ali’den sonra, tasavvuftan söz eden Hasan-ı Basri olmuştur. Hattapoğlu Ömer’de, Ebubekir-i Sıddık’ta, Osman-ı Zinnuri’de bu hakikatler yoktur. Neden yoktur? Çünkü onlar, Hazreti Muhammed’in dış kısmını, yani zahirini gördüler, Hazreti Ali Efendimiz ise iç kısmını, yani batınını görmüştür.

Nerde gördü batınını?..

Medine’den Mekke’ye geldiler. Hazreti Peygamber, selam olsun üzerine, “Ya Ali” dedi, “çık benim omuzlarıma, bu putları indir.”

Hazreti Ali Efendimiz dedi ki: “Ya Resulallah, ben senin o mübarek omuzlarına basamam. Sen çık benim omuzlarıma.”

İşte Hazreti Peygamber, “Sen beni taşıyamazsın” dedi, “Sözüme itaat et, çık.”

Emre itaat, çıktı Hazreti Ali. Sen misin çıkan?.. Kendisini arş-u alâda gördü, dünya çok aşağılarda kaldı.

Peki ne gördü?..

Bütün gezegenler, yaratılanlar, ne yaratılmış ise, hepsi Muhammed’i zikrediyor.

İşte hakikat… Kainatta ne varsa suret olarak, hepsi Muhammed’i temsil eder. Bütün o kainata dirilik veren ruh Ali’dir.

Şimdi batın ilminden başka bir ilim daha var. O artık söylenmez kolay. Ledün ilmi, direk Allah ilmi… İkram ederse söylersin, ikram etmezse söylemezsin.

Bizim burada yaptığımız muhabbetlerin çoğu batınîdir. Nasıl batınî? Herkes insanı bir beşer görür, Allah’ı insan dışında görür. Biz de deriz ki, insan dışında Allah’ı arama, insan arındıysa kötülüklerden, Hazreti Muhammed’i, Pirini kendinde ruh ettiyse, onu sevmek Allah’ı sevmektir.

Hazreti Muhammed Efendimizin bedeni Medine’de toprağa gitti; ama ruhunu, ışığını Ali taşıdı. Ali de son nefesinde yine imanla Resulallah’a yola çıktı gitti. 

Mevlâna’ya bakalım… O da son nefeste ne babasına gitti, ne dedesine, ne geçmiş Muhammed’e, ne geçmiş Ali’ye gitti. Nereye gitti? Mürşidine gitti, Şems-i Tebriz’e… Çünkü onda gördü Hakk’ın nurunu.

İşte bu yüzden, yine batınî bir söz… Dervişler, hangi tarikattan olursa olsun, şeyhi gelmeden, eğer derviş ise, vermez ruhunu, katiyyen. Kim gelirse gelsin onu almaya, yola çıkmaz. Ama şeyhi geldi mi hemen yerinden kalkar, yola çıkar gider.

Bunların hepsi gelecek bir gün hepimizin başına… Onun için yazdım bir şiir…

Az yaşa, çok yaşa,

Akibet bir gün gelecek başa.

Bu dünya bir değirmen taşıdır,

Daim döner, 

İnsanoğlu bir fenerdir,

Bir gün gelir söner,

Ehli iman sahipleri,

İman ettikleri yer ile,

Dünya durdukça yaşam sürer…

Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik, ölenleri kendimize dost edinmedik.

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü… 

MANEVİ MENKIBELER – 92

HÜRMET…

Hazreti Peygamber, dar’ül-beka’ya yürüdükten sonra, Hattapoğlu Ömer, Ali’nin hakkını yedi, hilafete Ebubekir’i getirdi.

Getirdikten sonra, Ebubekir-i Sıddık, Cuma hutbesini okumaya çıktığı zaman, Hazreti Peygambere hürmet etti, Hazreti Peygamberin basamağından bir basamak aşağıda hutbeyi okudu.

Gün geldi, üç sene sonra Ebubekir de Hakk’ın rahmetine yürüdü, yerine Ömer geçti.

Ömer de hutbeyi okurken, hem Hazreti Peygamberin hem de Ebubekir’in basamağına hürmeten, ikisinin aşağısında hutbeyi okudu.

Onbir sene sonra, Ömer de namazda katledildi, Osman-ı Zinnuri hilafete geçti.

Osman-ı Zinnuri hilafete geçince, hem Ömer’in basamağına bastı geçti, hem Ebubekir’in, direk Resuallah’ın basamağına geçti, orada diz çöktü, tefekkürde durdu. O tefekkürdeyken cami nurlandı. Bir vakitten sonra hutbeyi okudu.

Hutbeden sonra sordular, “Neden sen hürmet etmedin Hazreti Peygamberin makamına, Ebubekir’in, Ömer’in makamına? Çıktın Hazreti Peygamberin makamından hutbeyi okudun?”

İşte Osman’ın verdiği cevap… “Başımdaki taç, Resulallah’ı temsil ediyor, ben onu aşağı basamaklarda tutamam. O tacın hürmetine Resuallah’ın basamağına çıktım.”

Cemaat o zaman anladı, neden camiyi nur kapladı…

Şimdi gelelim Molla-i Cami’ye.

Molla-i Cami, büyük bir bilgin. Mevlâna için der ki: “O, Ali Cenab’ın vasfı hakkında ne söyleyebilirim? Peygamber değildir, fakat Kitabı vardır.”

Hazreti Mevlâna da dar’ül-beka’ya yürüdüğü zaman, Hüsamettin Çelebi geçti yerine.

Molla-i Cami taziyeye geldi, yanında kırk tane bilginle birlikte. O devirde o da isim yapmış.

Çelebi Hüsameddin’e dedi ki: “Öğle namazında imamiyete sen çık.”

Çelebi Hüsameddin, “Biz imamiyete çıkmıyoruz” dedi, “biz cemaatimize arka çeviremeyiz. Biz İmam Ali gibi vazifeliyiz. O kırklara arka çevirmedi. Hazreti Resulallah, üçyüzaltmışaltı ashab-ı suffe’ye arka çevirmedi. Namazdan sonra geldi, onların huzurunda oturdu, onlara cemalini tuttu. Biz de cemal tutmaktayız, arka çevirmiyoruz.”

Ee, sen misin bunu söyleyen?.. Başladı Molla-i Cami, “Senden” dedi, “istiyorum, Allah aşkına, Muhammed aşkına, üstadım Mevlâna aşkına, İmam Ali aşkına, imamiyete çık.”

Hüsameddin Çelebi baktı ki yeminler çok büyük, çıktı imamiyete. Tekbir çekti.

Tekbir çektikten sonra ayet okumadı, şiir okudu. Güzel bir şiir okudu ve tekbir çekti. Hepsi rükuya vardılar, rükudan secdeye… Şiirlerle namazı tamamladı.

Kırk tane bilgin, döndüler Molla-i Cami’ye, “Yazık oldu bizim namazımıza” dediler, “Şiirle hiç namaz kılınır mı? Namaz kazaya gitmeden sen geç imamiyete. Biz bu yaşa geldik, bu kadar bilgi tahsil ettik, hiç duymadık şiirlerle namaz kılınsın.”

Molla-i Cami Hazretleri dönüp onlara dedi ki: “Ben de duymadım ama, onun kadar Allah’ı metheden şiirler de işitmedim. Bu yüzden, bu namaz kabul edilmezse Hakk’ın huzurunda, hiçbir namaz kabul edilmez.”

Kıldırmadı ve aldı cemaatini geldi Türbe-i Saadet’e, Mevlâna’nın makamını ziyaret edecek.

İyi ama… Mevlâna’nın ruhaniyeti, daha kapıdan girer girmez Molla-i Cami’nin bütün vücudunu sardı.

Molla-i Cami çıkardı ayakkabılarını, dört ayak üstüne geldi, kuzu gibi yürümeye başladı. Cemaati hayretler içinde kaldı. 

Molla-i Cami, böyle geldi Hazreti Pir’in kuburu başına, orada eğildi, tefekküre daldı. Hemen ilham geldi, talebelerinden birine dönüp, “Alın kalemi ve kağıdı, şimdi içimden gelen ilhamı dile getireceğim” dedi.

Aldılar kalemi, kağıdı, “Buyrun Efendi Hazretleri…”

Molla-i Cami, Mevlâna’ya seslendi…

“Hülya-yı Kübra mısın? Kabe-yi Beytullah mısın? Asuman ferk eylemedi.. Mevlâ mısın, Mevlâna mısın?”

Bu sözler, Türbe-i Saadet’de yazılıdır.

Onun için, Pirimiz yüce bir varlıktır.

Dünyamızda, manen ziyaret edilen ilk Hadra-yi Kubbe, Kudüs’tedir, kırksekiz Peygamber yatar. Oranın da kubbesi yeşildir. İkincisi Hazreti Peygamber ziyaret edilir. Üçüncüsü Cenab-ı Mevlâna.

Cenab-ı Mevlâna’yı ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve kırksekiz Peygamberi ziyaret etmektir.

Kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek, Hazreti Muhammed’i ziyaret etmektir ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Hazreti Muhammed’i ziyaret etmek, kırksekiz Peygamberi ziyaret etmek ve Mevlâna’yı ziyaret etmektir.

Dünyada üç tane Hadra-yi Kubbe var, Yeşil Kubbe.

Peki manası nedir bunun? Bunun manası, bu zat’lar insanı insana söyleyenlerdir, irşad edicilerdir…

MANEVİ MENKIBELER – 91

ALLAH SEVGİSİ…

Bu yolun güzelliklerinin sonu yoktur. Hazreti Mevlana’ya bir soru soruyorlar: “Senin yolun nedir ya Mevlana? Bu yolun başı var mıdır?” 

Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu yolun başı olsaydı, sonu da olurdu. Benim yolum baştan aşağıya güzelliklerle doludur.” 

Yine Hüdavendigar Mevlana şöyle buyurur: “Bana gelenlerden, kimisi lokmama gelir, kimisi kisveme gelir, bana geleni daha göremedim.” 

Yani kimisinin karnı aç, sofrasında karınlarını doyurmak için gelmişler. Kimileri de, ben de derviş oldum demek için, kisvesine gelmişler. Fakat benim için geleni daha göremedim, diyor. 

Galib Dede Hazretlerinin zamanında da bir adam Galata Mevlevihanesine gelmiş, “Dünyadan soyunmak istiyorum, derviş olmak istiyorum” demiş. 

Adamı Galib Dede’nin huzuruna çıkarmışlar. Galib Dede, adama bakmış ve demiş ki: “Zaten bu adamın dünyalığı yok, her tarafı yırtık pırtık, belli ki elbiselerini yenilemek için gelmiş. Boş çevirmeyin, üzerine bir elbise verin, karnını da doyurun, sonra bırakın isterse gitsin isterse kalsın.” 

Buna benzer şeyler o devirlerde de vardı, bu devirde de var. 

Allah sevgisi, menfaatsiz bir sevgidir. Bu sevgi şarabı ağızdan dökülür. İsteyen ne kadar sorarsa söyleriz, hiç tükenmez, çünkü meyhanesi gönüldür. 

Hazreti Muhammed gibi yüce bir peygamber bile Hakk’a yürüyeceği zaman “Acaba toplumuma bir şeyler verebildim mi?” diye gözyaşı dökmüş, ümmetinin rızasını istemiştir. 

Bu ömürde ne yaşıyorsak geçicidir. Başkalarına bir hizmet sunabildinse, bir gönülde yer alabildinse ancak o zaman baki olursun.

MANEVİ MENKIBELER – 90

YARINA GÖRE KONUŞACAĞIZ…

Bir gün Mevlana’ya demişler ki: “Huzurunuza sadrazamlar, arada sırada da padişahlar geliyor. Ne olur ya Hüdavendigar, biraz onlara göre muhabbet sunun.”

Hazreti Mevlana şu cevabı veriyor: “Bu gönül ister onlara göre bir şey ikram etsin. Ama muhabbet bana ait değil, muhabbet yolcuya ait. Benden o muhabbet zuhura geldiği zaman, benim ağzımdan çıkan sözleri hem ben dinliyorum, hem de cemaat dinliyor. Her iki taraf da o sözlerden irşad oluyoruz.”

Hiç bayat bir şey sunmamışlardır. Daima güne göre, saate göre, hep taze ikramlarda bulunmuşlardır. 

Hatta bir gün Hazreti Mevlana’ya şöyle bir soru sormuşlar: “Sen çok konuşuyorsun, çok şey söylüyorsun ya Mevlana… bir gün bu muhabbet bitebilir. Bittikten sonra bu güzel sözleri, bu güzel muhabbetleri nereden dinleyeceğiz?”

Mevlana şöyle bir cevap veriyor, “Efendiler!” diyor, “Bir kuyudan su aldığınız zaman kuyunun suyu bitiyor mu?”

“Bitmiyor.”

“Pekala, ertesi gün kuyuda su bulunuyor mu, bulunmuyor mu?”

“Bulunuyor, çünkü tazesi geliyor.”

“O zaman yarına varsak, biz de yarına göre konuşacağız, yine muhabbetlerin tazesini sizlere sunmaya çalışacağız.”

Allah’ın muhabbeti hiçbir zaman bitmez. Bizlerdeki bu geçici ömürler biter, bâki kalan kendisidir. Kimi nöbete koyarsa bu alemde, yine oradan muhabbetlerini dile getirir.

Onun için, ne kadar şükretsek Rabbimize az… Hazreti Mevlana’ya acizane bende olmaya çalışıyoruz. Çünkü o nerede, biz neredeyiz? Onun o mertliği, o sonsuz şefkati, bizlere kadar ikramını göstermiş. O bir okyanus, biz ise bir zerreyiz…

MANEVİ MENKIBELER – 89

SEVGİ ACAYİP BİR ŞEYDİR…

Maddi vücudumuz gıda ile, manevi varlığımız da sevgi ile büyür. Bilhassa küçük çocuklar sevgiye son derece muhtaçtırlar. 

Bakın Hüdavendigar Mevlana daima cebinde şekerlerle gezermiş ki, yoluna bir çocuk çıkarsa ona versin, çocuğun gönlünü alsın. 

Bir gün yine evine doğru giderken yolda üç beş çocuk çelik çomak oynuyorlamış. Tabi çocuklar daha uzaktan Mevlana’yı tanımışlar ve hemen yanına koşmuşlar. Aralarından bir tanesi elindeki çelik çomağı ne yapacağını bilemeden arkada kalmış ve uzaktan Mevlana’ya seslenmiş: “Ya Mevlana, beni de bekle sakın gitme, çelik çomağımı bir yere bırakıp hemen geliyorum!” 

Mevlana ona bakarak gülümsemiş ve çocuğa cevap vermiş: “Acele etme, güzel evladım, ben burada seni beklerim, bir yere gitmem…” 

Bakın o büyüklüğünün yanında ne kadar da tevazuda ve sevgide yüce Mevlana…

Bir gün de oğlu Sultan Veled’in yüzünü asık görmüş Hüdavendigar Mevlana ve çok üzülmüş. Kendisine bu halinin nedenini sormuş fakat cevap alamamış. Hemen onu neşelendirmek için koşmuş ve bir ayı postunu alıp üzerine geçirmiş. Sultan Veled’in odasına gelerek, ayı postunun altından ona “Bu! Bu! Bu!..” diye seslenmiş. 

Mevlana’nın bu hareketlerinden Sultan Veled’e bir gülme gelmiş ve gülmeye başlamış. Hali değişmiş ve üzerindeki sıkıntı anında yokolup gitmiş. 

Bizim maneviyatımız, tevhidimiz, sevgidir. Sevginin icabı da şefkattir. Sevgi acayip bir şeydir…

Mevlana’mızın dünyaya güzel bir seslenişi vardır, şöyle der: “Sevgiye dair ne varsa bu alemde ben oradayım. Kavgaya, savaşa dair ne varsa ben orada yokum.” 

Bütün olay kendini tanıyarak, insanca yaşamak, Yaratan’dan ötürü bütün varlıklara, hiç ayrım yapmadan sevgiyle bakıp, yüz tutana sevgiden söz ederek hayatı sürdürmektir.

MANEVİ MENKIBELER – 88

BİZ, SEVGİYİZ…

Hazreti Mevlana’nın ilk halifesi olan Şeyh Selahaddin Efendi, damadı Sultan Veled Hazretleri’ni çok severdi. Sultan Veled Hazretleri de Şeyh Selahaddin’i çok severdi. Babasına açamadığı gönlünü, kayınpederine açardı.

Gün geldi, Şeyh Selahaddin hızlı vereme tutuldu. O devirlerde de bu gibi hastalıklar insanı hızlıca ölüme götürürdü.

Sultan Veled Hazretleri kayınpederine ziyarete gittiği zaman, Şeyh Selahaddin bütün ağrılarını unutur ve temiz bir yüzle damadını karşılardı. Sultan Veled oradan ayrıldığı zaman yeniden ateş ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i sarardı.

Bir gün muhabbet uzuyor, sancılar ve ağrılar Şeyh Selahaddin’i yakalıyor, yüzünün ifadesi değişiyor. Sultan Veled, kayınpederinde bir rahatsızlık olduğunu hemen anlıyor ve “Siz hastasınız Efendi baba, bunu bana niçin söylemediniz?” diye soruyor.

“Evet Veled, hastayım” diyor Şeyh Selahaddin, “yakında dünyaya veda edeceğim. Ama seni o kadar çok seviyorum ki, sen buraya gelince benden bütün hastalıklar gidiyor. Şimdi sohbet biraz uzadı, hastalık vücudumda yüz gösterdi.”

Sultan Veled bunu duyunca gözleri doluyor, ağlayarak, “Efendi baba” diyor, “Allah gecinden versin, sen bu alemden göçüp gidersen ben kiminle dertleşeceğim? Kime gönlümü açacağım? Seni nerelerde bulacağım?”

Şeyh Selahaddin, “Gam yeme Veled, gam yeme” diyor, “ben bu alemden göç ettikten sonra, belki üç ay geçer, belki üç sene… benim gibi biri seni severse ona sarıl, o benim. Çünkü biz, sevgiyiz.”

Hazreti Muhammed’in özü sevgidir. Evliyaullah’ın da özü sevgidir. Aynı muhabbeti, aynı sevgiyi, aynı sıcaklığı gösterirler. Sadece kap değişmiştir, özleri yine sevgidir…

Rubai:

“Aşk sizin sevimli, güzel bir dostunuzdur. Bu dost sizi fasih sözlerle, açık bir ifade ile çağırır, der ki:

Aşk, aşkı isteyenden esirgenmez. Bilhassa, bir güzel, bir güzeli severse sevgi ondan asla esirgenmez.”

MANEVİ MENKIBELER – 85

DOĞRU YUNUS’UM DOĞRU…

Yunus Emre, Taptuk Emre’nin dergahında otuz sene kadar hizmet ediyor. Bir şeyler görmeyi bekliyor, ama göremeyince, “Dervişler dergahından uzaklaşayım, biraz iş yapmaya çalışayım” diye düşünerek dergahtan uzaklaşıyor. Dağa çıkıyor, şehire inip satmak için odun toplamaya başlıyor.

Bir gün tekkenin kapısının önünden geçerken içi rahat etmiyor, duvardan tekkenin bahçesine bir iki odun atmak istiyor.

Bahçeye atmaya kalktığı odunların arasında eğriler de varmış. İçerden Taptuk Emre sesleniyor, “Doğru Yunus’um doğru, buraya odunun eğrisi dahi girmez.”

Neyse, odunculuğu bırakıyor, başka bir iş bulmaya giderken, yolda iki zatla karşılaşıyor. Hal, hatır soruşuyorlar, arkadaş olup yola koyuluyorlar.

Yolda karınları acıkıyor. İçlerinden birinin erzağı varmış, “Oturup lokma edelim” diyorlar. Erzağı açıyorlar, beraber yiyorlar. Erzağını paylaşan zat şükür için duada bulunuyor.

İkindi vakti de diğer arkadaşın erzağını bölüşüyorlar. O da şükür duasında bulunuyor.

Akşam olunca sıra Yunus Emre’ye geliyor, soruyorlar Yunus’a, “Kardeş sende bize ikram edecek bir şey yok mu?”

Yunus’da hiç erzak yok. Dua da bilmiyor. Zora düşüyor Yunus, bir kenara çekiliyor. Kaldırıyor ellerini, “Ya Rabb” diyor, “bu zatlar kimin yüzü suyu hürmetine duada bulunuyorlarsa, ben de o zatın yüzü suyu hürmetine münacatta bulunuyorum. Allah’ım beni utandırma, bir yerden rızık ihsan et.”

O sırada bir atlı geçiyor. Yunus’un arkadaşlarını görüp duruyor, selam veriyor, “Rızkınız var mı?” diye soruyor.

“Yok.”

“Kaç kişisiniz?”

“Üç.”

Atlı, üç kişilik rızık bırakıp gidiyor.

Yunus, münacattan geliyor, bakıyor ki arkadaşları sofra açmışlar, “Nereden geldi bu rızık?” diye soruyor.

“Bir atlı geldi, bunları bırakıp gitti. Yahu sen nasıl bir duada bulundun, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?”

“Ben dua bilmem” diyor Yunus, “kardeşlerim kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyorlarsa, o zatın yüzü suyu hürmetine beni utandırma, dedim.”

“Sen biliyor musun, biz kimin yüzü suyu hürmetine dua yapıyoruz?”

“Yok.”

“Bir Yunus vardı. Biz onu görmedik ama çok duyduk. Taptuk Emre’nin otuz sene hizmetinde bulunmuş, sonra oradan uzaklaşmış. Nerelere gitti bilmiyoruz. O, Allah’ın sevgili bir kulu idi. Biz duayı onun yüzü suyu hürmetine yapıyoruz.”

Bakın halk Yunus’u bilmiş, Yunus’un hiçbir şeyden haberi yok. 

Bunu  duyar duymaz izin istiyor, kimliğini de ortaya çıkarmıyor, hemen oradan ayrılıp, şeyhinin bulunduğu yere dönüyor.

Yunus dergaha geldiğinde, şeyhanne iki bakraç su almış bahçeden, eve girecek. Yunus hemen koşuyor şeyhannenin elinden bakraçları alıyor. 

Şeyhanne, Yunus’u görünce şaşırıyor, “Aa! Yunus hayrola?”

“Düşündüm, taşındım buradan başka bir yer bana haram, geri döndüm. Efendi Hazretleri nasıl?”

“Sen buradan ayrıldıktan sonra, senin hasretinden gözleri görmez oldu.”

“Görüşebilir miyim?”

“Sen halvet odasının eşiğinde yat. O birazdan abdest almaya kalkar, gözleri görmediği için, senin sırtına basar. O zaman ‘Bu kimdir?’ diye sorar. Ben, ‘Yunus’tur’ dediğimde, eğer ‘Bizim Yunus mu?’ diye sorarsa, demek ki seni gönlünden çıkarmamış, hemen kalk sarıl, elini öp. Ama eğer derse ki, ‘Hangi Yunus?’ demek ki gönlünden düşmüşsün, yapacak bir şey yok…”

Yunus, eğiyor başını, “Eyvallah” diyor, yatıyor şeyhinin kapısının eşiğine.

Bir vakitten sonra Taptuk Emre dışarı çıkıyor, Yunus’un sırtına basıyor, hanımına sesleniyor, “Hanım, kimdir bu?”

“Yunus.”

“Bizim Yunus mu?”

“Evet.”

Yunus hemen kalkıyor, şeyhinin eline sarılıyor, öpüyor.

İşte Yunus Emre, asıl kimliğine vakıf olduktan sonra, perdeler kalkıyor, gönlünden o güzel seslenişler dile geliyor…

Beyit:

“Eğri ağaç doğrulur, Tanrı’yı gösterir… 

‘Kökü yerdedir dalları budakları gökte!’..”

MANEVİ MENKIBELER – 84

BÜTÜN MUHABBETİ BENİMLEYDİ…

Bir derviş, dertleşmek için kimseyi bulamıyor, hep dem alıyor, kendi iç aleminde Hazreti Muhammed’le Hazreti Ali’yle muhabbet ediyor.

Bir gün demi biraz fazla kaçırıyor ve meyhaneden eve doğru dönerken kendinden geçiyor, kaldırımın kenarına yığılıyor.

O sırada oradan geçmekte olan bir müftü, dervişi tanımadığı için, “Puh!” diyor, “Yazıklar olsun, hiç insan bu kadar içer mi? Halka kendini rezil eder mi?” Ve tükürüyor dervişin yüzüne.

O gece müftünün rüyasında Hazreti Muhammed yüzü asık bir şekilde tecelli ediyor. Müftü, “Aman ya Resulallah, senin muhabbetinle ailemi geçindirdim. Senin o nur yüzünle kendimi ayakta tutuyorum. Niçin bana asık yüzle çıkıyorsun?” diye onunla konuşması için yalvarıyor.

Birkaç gün aynı rüyayı görüyor ama Hazreti Muhammed hiç konuşmuyor.

En sonunda Hazreti Muhammed, “Hiç utanmadan sen benim yüzüme tükürdün. Bir de benden güler yüz istiyorsun,” diyerek sessizliğini bozuyor.

“Aman ya Resulallah, ben nasıl yaparım öyle şey, ben nasıl senin yüzüne tükürürüm!”

“Filan yerde ben kendimden geçip yere düşmüştüm. Sen yüzüme tükürdün. Ayrıca hakaretli bir dil de kullandın. Benim güler yüzüme tekrar nail olman için o kişiyi bulup, onun gönlünü alacaksın ve sonra benim yüzüme nail olacaksın. Çünkü o kişinin bütün muhabbeti benimleydi. Beni kimseye anlatamadığı için dem aldı. Benim muhabbetim onda taştı, sonunda da yıkılıp gitti.”

Bunun üzerine müftü, sabah uyanır uyanmaz kalkıyor o dervişi aramaya gidiyor ve onu meyhanede buluyor. Hemen masasına gidiyor. Derviş müftüyü görünce şaşırıyor. Müftü selam veriyor, o da selamını alıyor.

Müftü, “Ben sana karşı büyük bir hatada bulundum. Senin beni bağışlaman için geldim.”

“Sen bana karşı nasıl bir hata yapabilirsin?”

“Sen farkında değildin. İçkili bir anında ben senin yüzüne tükürdüm. Böyle yaptığım için çok yüksek yerden darbe yedim, Hazreti Muhammed’den. Eğer sen beni affetmezsen, O da beni affetmeyecek.”

Derviş, bunu duyunca gözyaşları döküyor. Çünkü sırrı çıkıyor meydana.

Müftü, “Bütün malımın yarısını sana vereceğim, seni kendime arkadaş edeceğim ve ben nereye gidersem seni de oraya alacağım” diye söz veriyor ve dervişle arkadaş oluyorlar. Sohbetlere beraber gidip, beraber oturuyorlar. Derviş, Resulallah’ı zikretmeye arkadaş bulduğu için, dem almaktan da vazgeçiyor.

Bütün Evliyaullah, hepsi Hazreti Muhammed’in manevi kardeşleridir. Biri anıldığı zaman hepsi anılmış sayılır. Çünkü bir ağacın meyveleridirler, bir manâyı taşırlar, bir güzelden söz ederler. Bu yüzden onlara kim dil uzatırsa büyük hatalara düşmüş olur.