MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (219)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Hasan Dede, sizinle yaptığımız sohbetlerde aşktan bahsettiğimiz zaman, sizin derinliklerinizdeki zevkler ortaya çıkıyor ve geçmiş ile gelecek bir oluyor. Var olan tek zaman şimdiki zaman oluyor. Aşkın derinliklerinden söz ediyorsunuz. Peki o halde; bu kainatın sırları iki kişinin soru cevap şeklindeki bir aşk diyaloguyla ortaya çıkar; yani bir mürid mürşidiyle böyle bir sohbete girerse perdesi kalkar. Aksi takdirde perdeler kalkmaz, diyebilir miyiz?

Evet, aynen öyledir. Bakın Şems-i Tebrizi şöyle der: “Hazreti Mevlana’nın konuştuğu sohbetlere kanmayın. Ona daha derinden kazmayı vurun. Onda öyle akılların almayacağı güzellikler vardır ki, onları duysanız hem siz kendinizden geçersiniz, hem de çevrenize ışık doğar.” Bizlerin de burada yaptığımız sohbetlerde, hem sizler güzellikler elde ediyorsunuz, hem de aynı zamanda bizler bu güzelliklerden faydalanıyoruz. Çünkü bizler buraya hazırlıklı gelmiyoruz, gönlümüze ne doğarsa ona göre konuşuyoruz.

“Ey oğul! O Allah eri, kendinden ayrılmış Hakk’a ulaşmıştır. Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler. Allah erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder. Hakim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur. Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır.” (Mesnevi, I/1062)

Bakın bir gün Hüdavendigar Mevlana’nın huzuruna geliyorlar ve diyorlar ki: “Ya Mevlana, bugün sohbete Hünkar ile veziri gelecekler, acaba onlara göre bir sohbet açar mısın?” İşte Hazreti Mevlana onlara şu cevabı veriyor: “Efendiler! Sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Benim ağzımdan dile gelen Cenab-ı Hakk’ın ilhamıdır.”

“Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha layık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder! Bir bucağa git, mektubu aç, oku… bak bakalım, içindeki sözler, padişahlara layık olan sözler mi? Layık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırlarını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız… çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız! Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir!” (Mesnevi, IV/1564)

Bizim bütün davamız; her zaman dile getirdiğimiz gibi, Peygamberlerin, Velilerin, Mürşid-i Kamil’lerin bu aleme gelmelerindeki maksatları, makam sahibi olmak için değil, bilakis sadece cemaatlerinin rızasını almak için, Allah’ın rızasını almak için gelmiş olmalarıdır. Çünkü sizler, Hakk’sınız. Burada hepimiz biriz ve Hakk’tan söz ediyoruz. Eğer sizlere bir şeyler verebiliyorsak, o zaman bizden bahtiyarı yok…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (218)

Cenab-ı Mevlana, Hakk yolunda yürüyenlere ve hakikate varmak isteyenlere şunu tavsiye ediyor, diyor ki: “Bu Hakk kapısı ucu bucağı olmayan bir kapıdır, sonu yoktur. Bu yolda herhangi bir yere varırsan sakın yeter deme, durma ilerle.” Başka bir rubaisinde de şöyle diyor: “Her gün benim için yeni bir yola çıkmak ve mesafeler almak gerekir. Bu görünen ben, ben değilim. Şu halde ben.. ben… dediğim kimdir söyle? Söyleyen de ben değilim, peki benim dilimle söyleyen kimdir söyle? Aslında benim görünen şu maddi varlığım, baştan aşağı kadar bir gömlekten fazla bir şey değildir. Benim gömleği olduğum varlık kimdir söyle? Gönlümün içi de dışı da odur. Bedenim de, can da, damar da, kan da bütün odur. Artık böyle bir yere imansızlık ve iman nasıl sığar? Bu halde nasıl olur da benim varlığım kalır? Ben artık yokum, bütün varlığım o olmuştur.” Cenab-ı Mevlana, “Buraya iman ve imansızlık sığmaz” diyor, bu durumda o hale gelende iman kalır mı, kalmaz mı? Ne dersiniz Hasan Dede?

Cenab-ı Mevlana, bu sözüyle şunu söylemek istiyor: Eğer sen aradığın yere ulaştıysan, o olduysan, artık başka bir yere iman edemezsin. Ancak yolcuyu kendine iman ettirirsin.

“Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın. Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, iman kapısının kilididir.” (Mesnevi, I/1078)

Cenab-ı Mevlana yine şöyle buyurur: “Sende bir can var, sen onunla dirisin. O can, benim gözümde zavallı kaldı. Bir aşk var, sen onunla yola koyuldun. O da benim yanımda garib kaldı.” Demek ki ne kadar Hakk’a vakıf olmuş Mevlana…

“Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garib!..” (Mesnevi, I/2172)

Hazreti Muhammed de şöyle buyurur: “İki günü bir olan benden değildir.” Yani bir yerde durma, yarınlara koş… Cenab-ı Mevlana da şöyle der: “Bu akşam güzel bir sohbet yaptık. Bu sohbet bu an içindi, yarına varsak yarına göre konuşalım.”

“Bu günün sahibi de odur, yarının sahibi de. Her ana sahip olan, önünde durup dururlar da, hazineden bir pul bile görmezler. Bir zere bile o güneşten haber verir ve güneş; o zerreye kul, köle kesilir. Birlik denizinin elçisi olan katraya yedi deniz esir olur.” (Mesnevi, II/1610)

Cenab-ı Mevlana, bir gün bir tabakhaneye gitmiş. Orada gezerken gözü, kurumaları için üstüste serilmiş derilere ilişmiş. Derilerden damlıyan sular, bir yerde toplanıp, kirli bir su birikintisi haline gelmekteymiş. Yine başka bir yerde serilmiş olan derilerden akan kirli sular da birikmeden, akıp gitmekteymiş. Mevlana bunu görünce şöyle seslenmiş: “Ey su şükret ki yürüyorsun. Bir gün gelecek bu yürümenle gidecek aslına kavuşacaksın, o olacaksın. Vay yürümeyip durana!” Yani bizlere hiçbir zaman durmak yoktur. Eğer hiçbir şey yapamıyorsan, güzel bir fikir üretmeye çalış, tembellikte kalma.

“Allah’a hamd olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir kimya idi herhalde… gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet fidanından bir daldın… ona yapıştım da beni cennete dek götürdü. Bedenimi kapıp götüren bir seldi… bu sel, beni de lütuf ve ihsan denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim. ‘Allah müminleri satın aldı’ sırrından bir şerbet içtim ki artık kıyamete kadar susamam ben! Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!” (Mesnevi, IV/3507)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (217)

Hazreti İsa buyuruyor ki: “Yaşamı bulmak istiyorsanız, yani kendi kimliğinizi bulmak istiyorsanız, kendi içinize bakmak zorundasınız. Çünkü Tanrı saltanatı sizin içinizdedir.” Siz ne dersiniz?

Bu çok doğru bir sözdür. Çünkü insan kendini kontrol etmeden, kendi iç alemine bakmadan yola koyulursa kazalara düşebilir. Ama eğer bir insan kendi iç alemini kontrol ederek, kendinde Allah’a uygun güzelliklerin olmadığının farkına vardıktan sonra arınma yoluna girip, mürşidiyle beraber yürürse, onun yolu aydınlığa çıkar.

“Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Allah, Peygamberleri yollar mıydı? Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Allah dilediğini işler sırrını bilir birisini ara!” (Mesnevi, IV/3197)

Şöyle bir misal vereyim: İki atlı yolculuğa çıkmışlar. Gece olunca çayırlık bir yere gelmişler. Orada dinlenmeye karar vermişler, atlarından inmişler. Birisi atını bağlamadan, başı boş çayıra bırakmış ve demiş, “Allah’a emanet olsun.” Öbürü de atını bir ağaca bağlamış ve demiş, “Ya mürşidim, ya şeyhim atım sana emanet olsun.” Sonra uyumuşlar. Gecenin bir vaktinde biri gelmiş, bağlı duran atı almamış, gitmiş bağsız, başı boş duran atı almış. Sabah olunca atını kaybeden adam dönüp öbürüne, “Sen atını mürşidine emanet ettin, ben ise Allah’a emanet ettim. Benim atımı çalmışlar, senin atın bağlandığı yerde duruyor. Bu iş nasıl oldu böyle?” İşte derviş olan şu cevabı vermiş: “Allah’ın kulları çoktur. Bir kulunun ata ihtiyacı oldu, tuttu atını ona verdi, bak sen yaya kaldın. Ama ben atımı mürşidime teslim ettim, mürşidim hiç uyumaz, o yüzden benim atımı o beklemiştir.”

“Arifin hali , uyanıkken de budur, Allah, ‘Onlar uykudadırlar’ dedi, bunu inkar etme. Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar; Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler. Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır. Allah, arifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı. Gaflete dalıp arifi anlamadılar. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var? (Mesnevi, I/393)

Attan maksat bedendir. Eğer sen, kamil bir mürşidin huzuruna gelip, tam bir teslimiyetle ve imanla ona bağlanır ve iç alemindeki bütün kötülüklerden arınmak için çaba sarfedersen, kendinde bütün güzel huyları toplarsan, o zaman mutlu ve huzurlu bir yaşam sürersin. Tanrı saltanatına kavuşmak, dünya varlıklarıyla olmaz; Tanrı huylarıyla huylanmakla olur. Hayale gitme, hakikate gel!..

“Tanrı’nın verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir (batıl) ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ey dikkatsiz Cebri! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma. Ki rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün. Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak aynı şeydir. Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allah’a dayan!” (Mesnevi, I/939)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (216)

Hasan Dede, Tibetli budistler düşüncelerini öylesine olgunlaştırıyorlar ki, üzerlerinde sadece ince, cübbeye benzer bir giysiyle, gece vakti -10 derece soğukta oturabiliyorlar ve hatta sıcaktan terliyorlar. Bunu düşünce gücüyle yapıyorlar. Demek oluyor ki, düşünce ile herşeyi yapmak mümkün. Aslında siz de burada düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışıyorsunuz ve bir insanın düşünceyle Hazreti Muhammed olabileceğini , Hazreti Ali olabileceğini, Ehlibeyt olabileceğini söylüyorsunuz. O halde, bütün mesele insanın düşüncesini olgunluğa eriştirmesidir, diyebilir miyiz?

Bu konuda Mevlana şöyle buyurur: “İnsan düşünceden ibarettir. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. İnsandan düşünce alınacak olursa, geriye sadece deri ile kemik kalır.”

“Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.” (Mesnevi, VI/811)

“Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, göğsüne serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevi, II/279)

Şimdi, bir insan tefekküre dalar ve düşünür. Eğer güzel bir şey düşünüyorsa, o güzellikleri seyreder ve o anda kendisinden geçer. O anda artık hiçbir şey hissetmez, çünkü tek bir noktaya aklını vermiştir.

“Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” (Mesnevi, V/588)

Şöyle bir misal vereyim: Savaş esnasında, Hazreti Ali Efendimizin iki omuzunun arasına bir ok isabet ediyor. Etrafındakiler hemen koşup oku çıkarmak istiyorlar. Hazreti Ali Efendimiz hemen onları durduruyor ve “Durun, oku şimdi çıkarmayın. Ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız” diye buyuruyor. Namaza durduktan bir zaman sonra oku çıkarıp alıyorlar. Hazreti Ali Efendimizin ağzından bir ses dahi çıkmıyor. Herkes şaşkınlık içinde kalıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını bitirdikten sonra ona soruyorlar: “Ya Ali, biz oku çekerken sen hiç ses çıkarmadın, hiç acı duymadın mı?” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayır, duymadım” diyor, “Çünkü namazın ruhaniyetiyle kendimden geçmiştim.”

“Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.” (Mesnevi, I/3003)

Bir insanı sevgilisine en kısa yoldan ulaştıracak şey, aşktır. Çünkü bir insan aşka düştüğü zaman, o artık kendinde değildir. Bütün düşüncesi aşık olduğu yerdedir, sevgilisindedir. Yolda yürürken onunla konuşur, işyerinde çalışırken onunla çalışır, yemek yerken onunla yer, gece uyurken onunla uyur, rüyasında onu görür; her zerresi sevgilisyle doludur, her düşüncesi sevgilisi olmuştur.

“Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar… bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar, Tanrı abdallarıdır! Aklı, dost aşkında kurban et… akılların hepsi de o taraftandır, odur! Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgilisi olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!” (Mesnevi, IV/1423)

Gerek Hazreti Muhammed Efendimiz, gerek bütün Evliyaullah, hepsi muratlarına aşk ile ermişlerdir, akılla değil. İşte Yunus Emre ne kadar güzel söyler: “Ey insan! Bu akılla, yürüttüğün fikirle aradığın dostu bulamazsın.” Neden böyle söylüyor? Çünkü akıl, perdedir. Bu yola akılla çıkılmaz, akıl yolu keser. Bizim yolumuz aşk yoludur.

“Ateşli aşk şarabını ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret. O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Allah’a sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!..” (Mesnevi, VI/2017)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (215)

Hasan Dede, bizler burada Hazreti Muhammed’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Mevlana’yı anıyoruz. Fakat aslında bütün mesele onları kendimizde bulmak değil midir? Bizler, eğer düşüncelerimizi temizleyerek, onlara düşüncelerimizde yer verirsek, o zaman bakışlarımızdaki mana değişir, konuşmalarımız değişir, nefes alışımız bile değişir ve manevi bir hale dönüşürüz öyle değil mi? Buradaki sohbetler bu gayeye mi hizmet ediyor?

Bir insan aklını dünya muhabbetlerinden, dünya varlıklarından temzilemezse ve kalbini de aynı şekilde dünyadan boşaltmazsa, Yüce Muhammed o kişide varlığını göstermez. İşte Mevlana şöyle buyurur: “Ey yolcu, o saray benim muhabbetimle mahmur olmadıktan sonra, o saraya o Padişah konuk olmaz.”

“Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme. Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!..” (Mesnevi, I/721)

Gerek Yüce Muhammed Efendimiz, gerekse diğer mana erleri, onları temsil eden kişide varlıklarını gösterirler. Çünkü temsil eden kişi, yani bizler, onları kendimize ruh edinmişiz. Biz, onlarla diriyiz, onlar da bizimle diridir. İnsandır hepsinin varisi ve temsilcisi. Onlar, sevenlerinden dile gelirler. Onlara muhabbetini vermiş kişilerden konuşurlar. Bizler, burada onları anmadan, onların güzel muhabbetlerine bürünmeden, sohbet açmayız. Ama eğer bir kişinin dilinde hep dünya muhabbeti varsa, dünyadan konuşuyorsa, o kişi Hakk’ın dışına çıkmış demektir.

Bakın İbrahim Halilullah diyor ki: “Un ile toprağı bir görenler bendendir, bir görmeyip ayıranlar benden değildir.” Dünyadaki bütün varlıklar toprağın evlatlarıdır. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, ziynetlerimiz, bütün eşyalarımız, hepsi toprağın evlatlarıdır. Hepsinin özüne indiğimiz zaman karşımıza toprak çıkar. Peki bunlara bu kadar gönül veriyorsunuz da, neden onları yaratanı istemiyorsunuz?

“İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir. Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!..” (Mesnevi, I/800)

Hazreti Mevlana, “O sırat köprüsü bu dünyadır” der. Kıldan ince, kılıçtan keskin… Eğer sen, kendin incinsen dahi, kimseyi incitmeden yaşamını sürdürürsen, sen sırat köprüsünden geçmiş olursun. Ama eğer birisi sana bir laf söyledi diye beş lafla karşılık verirsen; her gün beş vakit namaz kılıyor olsan dahi, o köprüden geçemezsin, düşersin.

“İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan ‘Lahavle’ye kanan kişi, savaşta tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir. Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce ‘Lahavle’ okuyan Şeytan’a bak; ey Adem, İblis’i gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap eder. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!” (Mesnevi, II/251)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (214)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Özgürlüğünü elde etmiş olan bir derviş nasıl davranır, nasıl hizmet eder?

İman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla özgürlüğe kavuşmuş olan bir derviş kimliğine ermiş demektir. Fakat toplumun kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehalet içinde ve isyanlar içinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

“Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur… Fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!” (Mesnevi, IV/1614)

Bizlere en büyük örnek Yüce Muhammed’dir. O, her zaman insanı ön planda tutmuş ve “İnsan varsa, Allah var” diye buyurmuştur. Onun en büyük hizmeti, insanlara insanlık tohumu ekmekti, yani kendisini ekmekti. O gün Muhammed bir iken, binler oldu, milyonlar oldu. Fakat malesef sadece dille anıldığı için, bugün belki yalnız on kişide varlığını göstermektedir.

“Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim, dedi Allah, hem de gizli… Bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!” (Mesnevi, IV/3028)

Bir gün, Yüce Mevlana’ya bir soru sordular: “Meyve mi büyüktür bu alemde, yoksa ağaç mı büyüktür?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Meyve büyüktür.” “Neden?” dediler. Şöyle bir misal verdi: “Bir elma ağacı yaklaşık ikiyüz tane elma verir. Bir elmanın içinde ise beş altı tane çekirdek tohumu bulunur. Onları alıp toprağa diktiğin zaman, her birinden beş tane elma ağacı yetişirse, o beş elma ağacı olgunluğa eriştiğinde sana bin adet elma verir. İşte bu yüzden meyve daima ağaçtan büyüktür.”

“Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin… imkanı yok! Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle! Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz… artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!” (Mesnevi, IV/1759)

Eğer bizler de yolcularımıza insanlık tohumu ekebilirsek, onlara kimliklerini verebilirsek, onlar yarınların aydın insanları, yarınların büyükleri ve yarınların ölümsüzleri olurlar.

“Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1444)

Peki ölümsüz kimdir? Yüce Muhammed ölümsüzdür, İsa Ruhullah ölümsüzdür, Musa Kelamullah ölümsüzdür, Yüce Mevlana ölümsüzdür, bütün Piran Efendiler ölümsüzdür… Neden ölümsüzdürler? Çünkü hiçbir zaman kendi menfaatleri için hizmet etmemişlerdir, daima insanlık için hizmet etmişlerdir ve kendilerini insan toplumuna kazandırmışlardır. Ölümsüz olmak demek, sevenleriyle beraber anılmak, onlarla yaşamak demektir. İşte bizler de onların devamıyız. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlar, bizlerde varlıklarını göstermektedirler, bizlerde yaşamaktadırlar. İnsanın gideceği yer yine insandır, başka bir yer değil.

“Ecelle, ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır… çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu! Padişahların paraları değişir durur… Fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Üstünün dostu ol ki üstün olasın… Kendine gel de, mağluplara dost olma! Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir. Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.” (Mesnevi, IV/2865)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (213)

Hasan Dede, deniliyor ki: Hakiki dervişlik özgürlüktür. Yani derviş her bakımdan özgür olmalıdır, bir yere bağlı olmamalıdır. İnanmak demek, bir teoriye, bir felsefeye, bir dünya veya ahiret görüşüne inanmak demektir. İnanmak zihindedir, düşüncededir. İnanmakta şüphe olabilir, güven ise yürekten gelir. Acaba bizi inancımız mı yoksa yüreğimiz mi özgür bir derviş yapar? Siz ne dersiniz?

Bu sözleri kim söylemişse çok yerinde söylemiştir. Bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Ama mürid var, muhib de var. Mürid, yola bağlı olan demektir, muhib ise yola karşı sempatisi olan demektir.

“Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o temizliği nereden tadacak. O, manadır, faulün failat değil.” (Mesnevi, VI/160)

Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, tamamen iman ettiği yere teslim olmuştur ve onda varlığını gösteren teslim olduğu yer olmuştur. Böyle olduğu için de o tamamen hürdür, özgürdür. Dervişe artık kanun koyamazsınız, çünkü o artık Hakk ile Hakk olmuştur. Allah’ın hürriyetine kavuşmuştur.

“Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın, Allah attı’ hükmüne girersin, eminsin.” (Mesnevi, VI/1522)

Yüce Mevlana şöyle der: “Aşık yoktur bu alemde, Maşuk vardır.” Aşık ölüdür. Eğer aşık derse ki, hem ben varım hem o var, bu kişi aşık değildir, ancak aklına aşıktır.

“Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (212)

İlahi aşka ulaşmak için çok çeşitli ve teferruatlı yollar var. İnsanların bunların içine girdiği zaman kafaları karışıyor ve işin içinden çıkamıyorlar. Fakat Hazreti Mevlana bu gibi detaylara girmektense, kısa yoldan diyor ki: “Aşka gir, ölümsüz ol ve istediğini kendinde bul!” Yani örneğin; yüzmeyi öğreten bir kitabı alıp okumak yerine, hemen denize atlamayı tavsiye ediyor. Siz ne dersiniz Hasan Dede?

Toplumumuzda çoğu insan malesef bazı hocaların vaad ettikleri cennetlerin, köşklerin, hurilerin, gılmanların peşinde koşmakta ve yaptıkları ibadetleri de bu vaadleri elde etmek için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bu ibadetler menfi oldukları için tasavvufta hiç geçerliliği yoktur.

“Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez. Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü. Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık! Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar. Ne eğretidir, ne borç!” (Mesnevi, VI/1140)

Tasavvufta, insan insanın cennetidir. Bir kişi güzel bir topluluğa girdiği an, o kişinin vücudunun her zerresi huzur bulur. Huzur bulduğu için de cennette sayılır. Fakat bir kişi çirkin bir topluluğa girdiği an, işte bu da cehennemdir.

“Allah cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.” (Mesnevi, VI/829)

İşte yüce Mevlana şöyle buyurur: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Aşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgililerinden konuşurlar. Küfürbazların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır.”

“Allah’a göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir. Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir. Binaenaleyh, pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.” (Mesnevi, I/2051)

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. Ona, “Burası cennet-i ala’dır” diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

“Hazreti Muhammed, elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü O, her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve ‘Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var’ derlerdi. Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle ‘Mahşerden haşri soruyor’ derdi. İşte Onun için o güzel haberler veren Peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim. Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.” (Mesnevi, VI/750)

Şimdi birisi Hazreti Mevlana’ya diyor ki: “Bir kişi kalksa dese ki: Ben önce Allah’ı severim, sonra Peygamberimi severim, en son seni severim… Bu kişi hakkında ne dersiniz?” İşte Mevlana ona şu cevabı veriyor: “Bu kişi aşktan çok uzaktır ve bu kişiyle yola çıkılmaz. Fakat bir kişi Sevgilisi için, Allah’ım, Peygamberim, dinim, imanım diye bahsediyorsa, işte o kişi gerçek bir aşıktır.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (211)

Hasan Dede, aşk için, “Aşk büyük bir kumardır” deniliyor. Yani aşka tutulan herşeyini kaybeder. Siz ne dersiniz?

Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan herşeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkanda, malda, mülkte, zahiri arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakikatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.

“Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin. Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme! Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/600)

“Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır… boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.” (Mesnevi, IV/1860)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (210)

Hasan Dede, deniliyor ki, yalnızca bir türlü aşk vardır. Ama görüntüleri binlerce türlüdür. Aşkın bir çeşidi şudur ki, aşk beşeridir. Şaka ile başlar, sorumluluk getirir, gözden girer, gönülde yaşar. Surete meyledenler ziyandadır. İkinci çeşidine gelince, aşk platoniktir. Sohbetle başlar, zahmet getirir, zihinden girer, gönülde yaşar. İçini süslemeyenler yolu şaşırır. Üçüncü çeşit aşk ise şöyledir ki, aşk ilahidir, imanla başlar, vahdete götürür, gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar başını verir. Ne dersiniz?

Öncelikle, mecaz aşklar hiçbir zaman kişiye huzur vermez. Bir an gelir güzellik verir, bir an gelir insanı kıskanmalara, hasetlere, kavgalara sürükler. Fakat mecaz aşk, ilahi aşka dönüştüğü zaman, ruh ferahlığa ulaşır, insanın bu ilahi aşkla aklı büyür ve namütenahi güzelliklere kavuşur. İlahi aşkın dışındaki aşklarda, ister platonik olsun, ister mecaz, hepsinde kavga vardır, naz vardır, niyaz vardır.

“Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah aşıklarından olacak? O vehme aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür. Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler. Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa… Bu hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar. Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!..” (Mesnevi, I/2758)

Şöyle bir misal verelim: Bir gün, Mısır hükümdarına, Musul hükümdarının cariyesini methederler ve resmini gösterip derler ki, “Bu kız ayın ondördü gibi ve resimde böyle güzel görünüyor, kendisini görseniz bu resimden bin kat daha güzeldir.” Mısır hükümdarı, kızın resmini görür görmez, seçkin komutanlarının emrine binlerce asker verir ve cariyeyi kendisine getirmeleri için Musul’a gönderir. Komutanlar kalkıp giderler. Fakat Musul hükümdarı der ki, “Bütün hazinemi veririm ama o cariyemi vermem.” Bunun üzerine saldırıya geçerler ve cariyeyi alıp Mısır hükümdarının huzuruna getirirler.

“O ahmak Hükümdar da bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedi kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır.” (Mesnevi, V/3925)

Yani mecaz aşklarda çok savaşlar ve kavgalar olmuştur, çok canlar da boşu boşuna gitmiştir. Ama manevi aşka girildiği zaman, artık denizdeki dalgalar durulur, daima ehadiyette varlığını gösterir. Bizlere huzur veren manevi aşktır. Hazreti Muhammed Efendimiz, Pirimiz Hazreti Mevlana ve Piran Efendilerimiz, hepsi mecazdan çıkmışlar, ilahi aşka tutulmuşlardır.

“Dolabın dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör. Görüyorum deyip duruyorsun ama onu görmenin birçok ayan beyan nişaneleri vardır. Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lazım ki denizi de göresin. Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır. Köpüğü gören, niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir. Köpükleri gören, onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz. Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi görende hiçbir gıllugış kalmaz.” (Mesnevi, V/2905)

Bakın Yunus Emre, yaz mevsiminde bir gece kalkıp Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelmiş. Mevlana da o saatte gül bahçesini dolaşmaktaymış. Yunus Emre niyaz etmiş, Mevlana’da perdeler kalkık olduğundan, daha onun kim olduğunu görmeden, “Hoşgeldin Yunus” diye cevap vermiş. Musaffaha yapıp, kucaklaşmışlar. Mevlana hemen Yunus’a dönüp, “Bana aşkı söyle Yunus” diye hitab etmiş. Yunus da başlamış sevgiden, aşktan, yandığı yerden söz etmeye; ne zaman durmaya kalksa Mevlana ona seslenmiş, “Biraz daha, biraz daha, biraz daha…” Ve böylece sabah ezanına kadar aşkı yadetmişler. Beraberce sabah namazını eda ettikten Mevlana’nın odasına gelmişler. Yunus bakmış ki rihalenin üstünde Mesnevi-i Şerif duruyor, hemen alıp okumaya başlamış ve birçok mana görmüş, dönüp Mevlana’ya, “İnsanın ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya” diye buyurmuş. İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün, herkesi kendin gibi mi sanırsın, ey Yunus!”

“O şarab ki padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar. O şarab ki fitneler, kargaşalıklar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar. O şarab ki kemikleri eritir de tamamiyle can yapar, o zaman tahtayla taht bir olur. Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde tendeki cana dönerler. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.” (Mesnevi, V/3456)

Yunus Emre, Hazreti Mevlana’nın yanında dört sene hizmet etti. Ne zaman ki, Hazreti Mevlana Hakk’a yürüdü, altı ay daha Sultan Veled ile beraber kaldı. Ama aynı havayı bulamayınca ordan ayrıldı. Yunus Emre, Mevlana’ya hitaben şöyle bir dil sarfetmiştir: “Yetmişiki damarımda dolaşan kan, hep sen imişsin; gönlümdeki muhabbet ve aşk, ya Hüdavendigar! Hep sen imişsin…”

“Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.” (Mesnevi, I/110)