İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 3

Tanrı neden niyâz ister sorusuna cevâben, Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle der: “İçinde olan düşünceleri hiçbir hile ve tedbirle kendinden uzaklaştıramazsın. Bu ancak Tanrı’nın yardımı ile senden uzaklaşabilir. Bu yüzden iç ile savaşmak büyük bir iştir, dış ile savaşmak küçüktür. Bu bakımdan ibâdetin Tanrı’nın yanında başka bir kadir kıymeti olur.”

Tanrı’nın neden sadece gönlümüze baktığını Hazreti Mevlâna, Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle açıklar: “Çünkü gönül hafiftir, çeviktir; hareketlerinde ve yürüyüşünde yorulmaz. Tenin topallığından, gönlün çevikliğinden ötürüdür ki, Hakk vefâkârlığı tenden değil, gönülden istedi.”

Tanrı’nın bizdeki bu gönül çekişini o güzel Sultan Hazreti Mevlâna, yine Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle dile getirir: “Güneşin sıcaklığından suyun yüzü ısınır; sonra güneş, o ısınan kısmı hemen yükseğe çeker. Böyle azar azar hep yükseğe çeker; öyle çeker ki, onun sen ne kadar çektiğinin farkında olmazsın. İşte Kibriyâ’nın parıltısı, duruyu tortudan böyle çalar.”

Hikâye:

İbrahim Edhem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini türlü ibâdetlerle yoruyordu.

“Ne yapayım?” diyordu, “Ne yapmak gerek ki kendimde bir gönül açıklığı bulayım?”

Bir gece taht üzerinde uyumuştu. Fakat içi uyanık, gözleri uykuda idi. Bekçiler davullara tokmaklar vuruyorlar, gürültüler koparıyorlardı. 

İbrahim Edhem kendi kendine dedi ki: “Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz? Düşman benimle birlikte uyumaktadır. Biz, Allah’ın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız; sizden ne güvenlik gelebilir? Bize onun lütfu sığınağından başka bir yerde kurtuluş yoktur.”

Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başını yastıktan kaldırmış, sonra tekrar yatmıştı.

Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık yürüyüş yapıyordu. Şah, kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu. 

Bu arada biri köşkün damından başını aşağı uzattı, “Ey taht üzerinde oturan zât, sen kimsin?” dedi.

İbrahim Edhem cevap verdi: “Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?”

“Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında arıyoruz.”

İbrahim Edhem, “Divâne misiniz? Burada deve aranır mı?” dedi.

Adam şöyle cevap verdi: “Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allah’ı burada mı arıyorsun?”

İşte o saatten sonra İbrahim Edhem’i kimse göremedi.

Rubâi:

“Ermiş kişiler, varlarını yoklarını yokluk diyârına çekerler de varlık da lütfeder, onları kendine doğru çeker… Nice canlar Yakub gibi daima zehirler tadarlar da sonunda can Yusuf’u onları tutar, şeker diyârına; tatlılıklar, hoşluklar yurduna çeker götürür… Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 2

Bütün sözleri Tanrı kelâmı olan o güzel Mesnevî’si için Hazreti Mevlâna der ki: “Mesnevî gönülleri aydınlatan, Hakk yolunu gösteren bir çerağdır. Bu kitapta hâlini gören er kişidir.”

Her türlü dünya sıfatından arınmış olan Hakk’la Hakk olmuş Hazreti Mevlâna çocuğunu kaybetmiş olan çaresiz babaya verdiği cevapta, “Tuhaf şey! Çok tuhaf şey! Bütün varlıklar, Allah’ı kaybetmişler, onu hiç aramıyorlar, onun için hiçbir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sen de kendi çocuğunun hasretiyle harâb ve rüsvâ oluyorsun. Neden bir ân Hakk’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakub gibi bulasın!”

İnsanların yitirdikleri en değerli, en lüzumlu varlık Hakk’tı. Ama bundan kimin haberi vardı? Herkes bu dünya evinde bir şeyin ardına düşmüş onu arıyordu. Hâlbuki Mevlâna şöyle diyordu: “Eğer bekâ istiyorsan dünyayı, likâ istiyorsan ukbâyı bırak. Eğer Allah cemâlini istiyorsan, dünyayı da ukbâyı da, kevn ü mekânı da bırak, bize öyle gel.”

Şiir:

“Tanrı yolunun güneşi olan ve nefsini zelîl eden kimseye ne mutlu.”

Yol gösterici yüce Sultan Hazreti Mevlâna’nın uğruna başını verdiği Tanrı güneşi Tebrizli Şems de bakın Makalat’ında bize Hakk’a kavuşma yolunda nasıl bir tavsiyede bulunuyor:

“Tenden geçer de cana erişirsen bir hâdise, yâni sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş olursun. Hakk kadîmdir; başlangıcı olmayan varlıktır. Sonradan yaratılmış onu nasıl anlayabilir? Toprak nerede, her şeyi yaratan ulu Allah nerede?

Sende bulunan kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin; candır ama, canı koltuğuna aldığın zaman ne yapmış olursun?

Orası öyle yüce bir saraydır ki, niyâzsızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyâz götür ki, niyâzsız olan o dergâh niyâzı sever; sen de o niyâz yüzünden sonradan yaratılmış varlıklar arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Tanrı’dan sana bir şey erişir. İşte o aşktır. Aşk tuzağı gelir ve seni sarar.”

Kasîde:

“Ey ilkbaharın parlaklığı! Bir şeyler söyle; ey lâle bahçesinin neşesi, söyle! 

Ey bülbül! Ey binlerce aşk masalı okuyan aşık! Baharın güzelliklerinden, vasıflarından bir şeyler söyle! 

Ardıcın ve çınarın üstüne kon da, uzun boylu selvinin salına salına yürüyüşünü, gülün yüzünün güzelliğini anlat! 

Sonbahar geçti gitti. Gül, güzel yüzünü gösterdi. Selvinin üstüne kon da çekinmeden gülü methet! 

Sana ‘Üzümün canı nasıldır?’ diye sorarlarsa yaprağına bakmadan söyle! 

Özrünün kabul edilmesini istiyorsan, sen bize güzel yüzlü çiçeklerden bahset! 

Mest olmuş aşıkları kararsız kılmak istiyorsan, onlara mahmur nergisin gözlerini methet! 

Biz bugün şarap içmek istiyoruz. Haydi ey güzel, sen bize sakî ol, güpe gündüz şarkılar söyle! 

Sarhoşluk geldi; bıkma, usanma gitti. Artık yüz kere söyle, bin kere söyle! 

Ey Hakk ârifî sevaba girmek, Hakk’ın rahmetini kazanmak istiyorsan; bir şeyler söyle! Bize Hakk’tan, hakîkatten, aşktan bahset! 

Ey ârif! Seni bekliyoruz. Çabuk gel, bizi bekletme! Ateşine yakma, hemen söyle!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle bize tasavvuf yolunda en büyük kılavuz olmuştur. Başka sufîler gibi bir köşeye çekilmiş değildir. Hayata ve insanlığa yayılır. Günlük hayatta yaşar. Öyle ki cüzzamlısından düşmüşüne kadar tüm insanları sonsuz şefkatiyle kucaklar.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle anlatılır:

Hazreti Mevlâna ve arkadaşları ılıcaya teşrif etmişti. Ilıcaya ulaştıkları vakit Çelebi Emîr Âlim Hazretleri, Mevlâna’nın arkadaşlarıyla yalnız kalması için insanları hamamdan dışarı çıkarmış ve havuzu kırmızı, yeşil elmalarla doldurmuştu. 

Mevlâna Hazretleri içeri girdiği vakit insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve utanarak çıkmakta olduklarını, havuzun da elmalarla dolu olduğunu gördü.

Bunun üzerine, “Ey Emîr Âlim, bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetlidir ki, onları dışarı atıp havuzu elmalarla doldurdun. Bütün dünya ve onun içindeki şeyler, insanlar için ve insan da o dem için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onlarla birlikte suya girebileyim” diye buyurdu.

Şiir:

“Dünyadan maksat insandır, insandan maksat da o nefestir.”

Sultan’ül-Ulemâ’nın halifêsi ve Mevlâna’nın babasından sonraki mürşidi Seyyid Burhaneddin Hazretleri, yanından ayrılırken Mevlâna’ya, “Sen artık yetiştin oğlum. Eşi benzeri bulunmayan bir bilgin oldun, haydi yürü de insanların ruhunu taze hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini, kendi mânâ aşkınla dirilt” diyerek Mevlâna’yı insanları irşâd etmesi için yönlendirmiştir. O yüce Sultan, Tanrı aşığı bir ân olsun çalışmaktan vazgeçmemiş, gece gündüz yolda, bahçede hiç dinlenmeden hem sohbetlerinde, hem de yazılı eserlerinde insanı ve insanın gerçek kimliğini anlatmış, ilâhî aşk sırlarından bahsetmiştir.

Kasîde:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. 

Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi giizel! 

Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor. 

Bugün tövbeden başka bozulacak birşey yok! Bugün sevgilinin saçından başka dağınık, perişan bir şey yok!

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına kapıldığı o güzel, balçıktan yaratılmıştır. Fakat o, gizli olarak Hakk’ın kudreti, yaratma gücü, sanatı ile süslenmiştir.

Bugün başka türlü bir gün, bugün nerede bir ölü varsa canlanır, dirilir. Bugün kör bile başka bir göze sahip olur. 

Nice beden vardır ki, toprak esiridir, mezarda çürümeğe mahkumdur. Fakat gönlü gökyüzünde emîr nice tohum var ki, toprak altına düşmüş, ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış. 

Gönlü mücevher, inci hazinesi olan bir varlık nasıl olur da kirli toprakta yaşar? Sevgilisini bağrına basmış olan bir kişinin nasıl olur da gönlü daralır, sıkılır?”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 5

Yüce Sultan Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamberimizin “Ben kimin Efendisi isem, Ali de onun Efendisidir” hadîsini yorumlarken Efendiyi şöyle tarif ediyor:

“Efendi kimdir? Seni azâd eden ve ayağından esâret bağını koparandır.”

Yüce Peygamberimiz Hazreti Muhammed, “Âlimler, peygamberlerin vârisidir” buyurmuşlardır. İşte Allah’ın Efendisi Mevlâna Muhammed Celâleddin Molla-yi Rumî, Hazreti Muhammed’in eksiksiz, en olgun vârisiydi.

Hazreti Mevlâna, kendi ilmini, Hazreti Muhammed’in ilminde; irfânını, Hazreti Muhammed’in irfânında; benliğini, Hazreti Muhammed’in benliğinde; hâsılı bütün varlığını, O’nun varlığında yok ederek mânevî hüviyetinin parlak meşalesi nurundan yakıp uyandırdı.

Kulun, Hakk’a olan yakınlık mertebesini müjdeleyen “Ben onun kulağı, gözü, kalbi oldum” kudsî hadîsindeki işâret üzere O’nunla baktı, O’nunla gördü, O’nunla düşündü, O’nunla söyledi; kalbi hep O’nun aşkıyla yandı.

Hakk yolundaki bütün emirleri, bütün işleri kendinin değil, Muhammed Ali’nindi. Hattâ gazellerinin bir ksımının sonlarında, kendine hitâb ederek, “Sen sus, O söylesin” der.

Bir yerde de, “Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna, yine şöyle seslenir, “Hâlbuki aşk hastası, aman, derdimi artırın diye sızlanır.”

“Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan daha iyi bir sıhhat olamaz. Bu suçtan daha iyi bir ibâdet yoktur. Bu yüzden cehennem, aşığın ateşinden söner. Der ki: Ey ulu er, çabuk geç, yoksa ateşinden ateşim sönecek. Cennet de ona der ki: Yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.”

Mesnevî’de, aşk hakkında, “Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne ona” diye buyuran Hazreti Mevlâna, sözü yine sevgilinin suretine getirir ve bizlere mânâ aşkına ulaşmamız için aşacağımız yolların ip uçlarından bahseder.

“Derken sevgili aşıktan gizlendi. Aşık da sevgilinin mânâsıyla eş oldu. Ben bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makâmının en ilerisinde salınmaktayım” derken, sözü burada durdurarak daha fazla söyleyemeyeceğini anlatır ve, “Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhûra gelirse gizlenmesi gerektir. Söylersen de faydasız. Yüzbinlerce gayret göstersen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz” diye buyurur.

Rubâi:

“Ey başımızın üstünde dönüp duran gökler! Siz de o mânâ güneşinin aşkına tutulmuşsunuz.

Siz de, benim giydiğim gibi aşk hırkasını giymişsiniz. Sizler de benim gibi aşıksınız.

Vallahi aşıksınız. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim: İçiniz de, dışınız da pırıl pırıl, lekesiz, ter ü taze yem yeşil…”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 4

Mevlâna’da hiç şüphesiz ki Muhammedî feyz nefesleriyle, gönül birliği, can birliği vardır. Hüdâvendigâr Mevlâna’nın Mesnevî’si, Hazreti Muhammed’in peygamberlik sırrının; Divân-ı Kebîr’i de Hazreti Muhammed’in velîlik sırrının Mevlâna’da tecellî etmesinden zuhûr etmiştir.

Mevlâna’daki demin vasfını, geliniz yüce Hazret’in kendi samîmi dilinden dinleyelim.

Mesnevî’sinin 1. Cildinde, ilhâmların verdiği sarhoşlukla kendinden geçerek, coşkun bir vahyin tesîriyle, tebliğleriyle dolan gönlünün, Hazreti Muhammed’in feyz demiyle birleştiği kavuşma anındaki kendinden geçişten biraz kendine gelince, Hakîkat-i Muhammedîye’nin hakkânî tercümanı olarak diyor ki:

“Ayıkken bile sermest olan, eline kadehi alınca nasıl olur?

Anlatılmayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığın yayılmış yeşilliklerine gelince, neşesinden sarhoşluğu büsbütün artar…

Ben kâfiye düşünüyorum, sevgilim bana der ki: Yüzümden başka bir şey düşünme.

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur. Benim gözümde devlet kâfiyesi sensin.

Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf ne oluyor? Üzüm bağının çitten duvarı.

Harfi, sesi, sözü birbirine çalıp parçalayayım da bu üçü de olmaksızın seninle konuşayım.

Âdem’den bile gizlediğim sözü, ey cihanın sırları olan sevgilim, sana söyleyeyim.

İbrahim Halil’e bile söyleyemediğim sözü, Cebrâil’in bile bilmediği derdi, Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Allah’ın bile, kıskanıp biz olmadıkça, kimseye açmadığı sırrı, sana açayım, söyleyeyim.

Ben kendimi yoklukta buldum. Onun için kendimi yokluğa fedâ ettim.”

Rubâi:

“Ben dağ bile olsam, hep senin sesinle seslenirim. Saman çöpü kesilsem, hep senin ateşine yanarım. O ateşte duman olur, tüterim ben! 

Senin varlığını gördüm de utancımdan yok oldum. Fakat bu yok oluş aşkıyla varlığıma can geldi. 

Nereye yokluk gelse, orada varlık yok olur. Bu ne biçim yokluktur ki, geldi de onun yüzünden varlığım arttıkça arttı.”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 3

Hazreti Mevlâna, sadece kendi çağında değil, temsîl ettiği geniş hoşgörü, neşe, umut meşalesiyle kendinden sonraki çağlara da ışık tutmuştur. Onun fikirleri her çağda taze, yeni ve öncüdür. O, Allah’ın bağışlayıcı ilhâmı ile günâh ve kusurları hoşgörebilmiştir.

O, insanları birlik olmaya, Allah’ın birliğinde yok olmaya, erimeye çağırmıştır. Kadınları aşağı gören, insan hassasiyetiyle bağdaşmayan her türlü müessese ve düşünceye karşı çıkmış büyük bir insandır.

Mevlâna, kadın erkek, zengin fakir arasında hiçbir ayrım yapmayan bir gönüller Sultanıdır. O, kadınların da sevgi ve dostluğunu kazanmış, onları yüceltmek için, özellikle onlarla sohbetlerde bulunmuştur. İnsanların dış görünüşlerine değil, özüne bakan yüce Sultan, onları gerçeğe yönelterek Hakk nuru ile aydınlatmaya çalışmıştır.

Yüce Mevlâna, Tanrı’nın ilhâmına mahzâr olduğu için bütün insanlık âleminin malı olmuştur. Hiçbir din, hiçbir mezheb, hiçbir ırk ve millet farkı gözetmeksizin insanları sevmiş ve onlara sevmeyi öğretmiştir.

Hazreti Mevlâna, bu çağrısını meydana getirirken eşine rastlanmayan bir incelik ve sabır göstermiş, sahip olduğu Tanrı’nın güzel vasıflarıyla, Yaratandan ötürü tüm yaratılmışlara aynı hoşgörü ve muhabbetle yaklaşmış, her varlığa sevgi ikrâm etmiştir.

Kasîde:

“Neşeden de bahsetsek, gamdan da dem vursak, hep bir arada oturalım, birbirimizle dertleşelim! 

Sevgilimiz ileri giderse, biz de ileri gidelim. Sevgilimiz az konuşursa, biz de az konuşalım! 

Gerçi biz yiğit kişileriz ama, yalnız başımıza yola düşünce güçsüz, kuvvetsiz oluruz. Acılara dayanamayız, feryâda başlarız. 

Hiç yoluna yapayalnız düştün mü? Yolda çok tehlikeler vardır. Yalnız başımıza zemzem kuyusuna ulaşacağımızı sanma!

Tek başına insan bir hiçten ibarettir. Hepimiz bir araya gelince insan olurmuşuz. Haydi tekrar bir araya gelelim de insan olalım!

Yaratılıştaki nüktenin üstü örtülür, pek anlaşılamaz. İnsan bir vasıtadır. Haydi gidelim, o pek büyük, uçsuz bucaksız olan vahdet denizinin kıyısına çadırımızı kuralım, birlik olalım, bir olalım!..”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 2

Mevlâna, Allah’ın güzellik âleminden, güzellik sırrından, ezelî sonsuzluk cihanından; Hazreti Muhammed’den yükselip gelen ve pek az görülebilen ve belki de Mevlâna’ya has bir aşk dalgası, bir aşk denizidir.

Öyle bir deniz ki, nehirler gibi şelâleleriyle, köpükleriyle coşkun coşkun akan ve geçtiği yerleri kana kana sulayan, feyizler veren suyu tatlı, berrak, engin bir denizdir.

O, çağların, devirlerin önemli bir dönüm noktasıdır. Kur’ân edebiyatı, hiç solmayan Hazreti Muhammed’in edebî ve lâhutî edebiyatıdır.

Mevlâna, kişilerin hür iradelerine verdiği olağanüstü değer insan oğlunu âdeta kutsal bir varlık derecesine yükseltir. Bunun için kendisini tanımasına ayrıca önem verir. O, hiçbir doğuş farkı, sonradan edinilmiş hiçbir fark tanımadan bütün insanlığa değer verir. En kötü insanı dahî bağışlanmaya ve sevgiye lâyık görür. Tanrı aşkının insanı ne derecelere yüceltebileceğini bildirir. Daima yumuşak huylu olmayı ve böylelikle gönüllerin fethedilebileceğini belirterek şöyle der:

“Kim olursan ol çevrendeki insanlardan ayrım yapmadan onların hatırını sormayı, hatırlarını ele almayı gerekli bil. O kişi düşman bile olsa ihsânda bulunmak iyidir. Çünkü ihsân yüzünden düşman dost olur. Dost olmasa bile kini azalır. Çünkü ihsânda bulunmak kine âdeta merhemdir.”

Kasîde:

“Aşk yolunda gözü kapalı olmayan uyanık olanlara müjdeler olsun! Ben dün gece bambaşka bir rüya gördüm.

Hakk yolunda yürüyenlere, şu sebeplerden başka sebepler hazırlandı. 

Bulutlardan şarap yağmasa bile, yaşayış başka bir âb-ı hayat elde etti. 

Dostlar huylarını değiştirdiler, asabî, serkeş oldular da, Allah bize uysal başka dostlar ihsan etti. 

Aşıklara başka münbit bir ova, bir başka su dolabı verildi de, onlar aşk yeşilliklerini yeniden yeşerttiler. 

Eğer aşk senin adını kötüye çıkarırsa gam yeme, aşkın başka adları, başka sanları da var! 

Sufî; söz, harf bilmezse bilmesin! Aşk derdini anlatan başka bir bâb, başka bir bölüm var!”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Bir ilhâm kaynağı olan Mevlâna’nın nefesinden, Allah’ın Rabbânî nefesinin feyz şelâlesi akar. Onun sözleri, onun demleri hep seçkin bir hikmet, hep güzel bir şiirdir. Hepsi içlere sinen, gönüllere neşe veren ilâhî, kudsî birer nefestir. Temiz gönülleri, yüksek ruhları zevk ile oynatan, sarhoş eden Rabbânî bir huzur, Rabbâni bir sestir. Onun sesleri, onun sözleri, yalnız sevenlerine değil, âriflere, aşıklara, velîlere de irşâd kaynağı, Hakk müjdesidir.

O güzelilkleriyle, o incelikleriyle, o eşi benzeri olmayan duygu ve ifâdeleriyle Mevlâna’nın aşk terennümlerine ve hakîkatleri tahlil ve tasvîr eden yüksek şiirlerine kim hayran olmaz?..

O, aşkı yine aşkla söyletirdi. O, musikîdeki zevk ve neşeyi yine musikîye söyletirdi. Zaten kendi ilâhî bir aşktır, zaten kendi Rabbânî bir zevk ve neşedir.

Sözleri mükemmel ve ahenkli bir musikîdir. Beyânı, zarif ve nükteli bir şiirdir. Kendi saf ve lâtif bir ruh, eşsiz bir Hakk nurudur.

Mevlâna, aşkta, irfânda bir dehâdır. Mevlâna, aşkta, olgunlukta varılacak sonsuz, ezelî ve ebedî bir son makamdır. Kâinatta bütün eşsiz güzellik, bütün ruhânî zevk, bütün aşk olan bir insan hayal etmek lâzım gelse idi, o ancak ve ancak Mevlâna olurdu.

Mevlâna’nın hayatı, mânevî varlığı en güzel, en câzibeli bir aşk edâsıdır; düşünüşü bir aşk hamlesi, yürüyüşü bir aşk salınışıdır. Onun sesi gönülleri çeken bir aşk sesi; onun sözü ruhlara ebedî hayat veren bir aşk sözüdür. O, kendi âleminin Zühre ve Süreyya yıldızlarıyla, ay ve güneşiyle, bir aşk evrenidir. Güzellik güneşinin aydınlattığı bir aşk kâinatıdır. Onun nurunda başka bir aşk, onun aşkında başka bir ışık, onun zevkinde bambaşka ilâhî bir can neşesi vardır.

Kasîde:

“Bana iki cihanda da onun aşkının kemeri ve külâhı yeter! Benim kendi külâhım başımdan düşse, belimde de kemerim olmasa, benim için tasa değil, hiç üzülmem 

Seher vakti onun aşkı, benim hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki, ben orada nice geceler, gündüzler geçirdim de seherlerden haberim bile olmadı. 

Canım ise mânâlar diyârına öyle bir sefer etti ki, gökler ve ay; ‘Biz ömrürnüzde böyle bir sefer yapmadık’ dediler. 

Ayrılıktan ötürü canım, iki gözünden kanlı yaşlar saçıyorsa da, sen, bunu gördüğün hâlde, incilerle dolu bir gönlüm yok sanma! 

O eşsiz varlığın cemâlinden, güzelliğinden bir nişâne, bir iz gösterirdim ama, iki cihan birbirine girerdi. Ben kavga ve gürültü çıkarmak niyetinde değilim.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN YÜCELİĞİ – 3

Yaşadığı sürece insanı olgunlaştırıp kâmil yapan sevgiyi, insanlık sevgisini esas tutan Mevlâna, hudutsuz tolerans ile iyiliği, hayrı, sabrı, sakinliği, hazımlı olmayı, şiddet ve öfkeye esir olmamayı, merhameti ve affetmeyi öğreten Mesnevî’sinde şöyle seslenir: “Sevgiden acılar tatlılaşır, sevgiden bulanık sular arı duru hâle gelir, sevgiden dertler şifâ bulur. Padişahlar kul olur.”

Dünya tarihinde hiç kimse onun kadar aşkla gıdalanmamış, hiç kimse onun kadar aşkı dile getirmemiştir. Aşıkların Mevlâna’sı büyük bir Hakk aşığıdır. O, aşkta kemâle ve ölümsüzlüğe ermiştir. Dîvan-ı Kebîr ve Rubâiyatı sonsuz aşkının, Fîhi Mâ-Fîh ve Mecâlis-i Sebâ’sı sohbetlerinin ve yirmialtıbin beyitlik Mesnevî’si kemâlâtının bir eseri olarak insanlığa hakîkatleri armağan etmiştir.

Şöyle der aşk için… “Aşk geldi, damarlarımda derimde kan kesildi, beni benden aldı, sevgiyle doldurdu. Benden kalan yalnızca bir ad, ötesi hep O…”

Mevlâna, hayat sevgisini ve o muhteşem aşkı ölümsüzlük mânâsıyla yoğurup, kendinden sonraki nesillere bir iksir hassâsiyetiyle sunan bir gönül eridir. İnsanlar üzüntülerine dermânı onda bulmuş, fazîlet ve hakîkati onun sözlerinde aramıştır. O, inanç ve sevgi olmuştur; onun aşkında ölmek dirilmektir, zamanda zamansızlığa uçmaktır.

Mevlâna’nın sevgisi sabah rüzgârı kadar serin, dosttan ayrı kalmış gönüllere arkadaş olacak kadar yücedir. Mevlâna’nın görüşünde aşk duyulan ve insanı var eden sevgili, Hakk’ın kendisidir.

Mevlâna’ya göre insanın en önemli görevi, kimliğini bulması ve Tanrı’nın hakîkatine vâkıf olmasıdır. İnsanın ancak bu şekilde insanlık sıfatına lâyık olabileceğini söylerken şöyle der: “Eğer sevgilini görmediysen, bulmadıysan neden aramıyorsun? Yok eğer bulduysan neden coşmuyorsun?”

Rubâi:

“Saçlarına el uzattıysam vallâhi gerçek bir aşkla uzattım, geçici aşkla değil.

Saçlarının arasında gönlümü gördüm de, kendi gönlümle aşk oyununa giriştim ben.”

Mısrâlarda Mânâ Okyanusu – 20

Sevgili canlar…

Ey gönül, Allah’tır seni yaratan,

Çağırıp sesini duyurmana bak.

Bu nasıl perdedir kalkmaz aradan,

Uğraşıp ey dost, perdeyi kaldırmana bak.

Bu dünyayı dörde bölüp hesap et,

Sıratı, sıfatı inceleyip de seyret,

Bütün kötülükleri özünden defet,

Mânâ dolu sözlerini duyurmana bak.

Niceleri geldi geçti bu handan,

Doymuyor ki nefis hiç topraktan,

Ne olur dostum, şu canını bağışla candan,

Canını Canâna bağışlamana bak.

Kurduğun nizâma karışmam artık,

Bazı zaman oldu ki bu candan bıktık,

Belki bilmeyerek yolundan çıktık,

Ey dost, irşâd için bir mürşid-i kâmile bak…