MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (216)

Hasan Dede, Tibetli budistler düşüncelerini öylesine olgunlaştırıyorlar ki, üzerlerinde sadece ince, cübbeye benzer bir giysiyle, gece vakti -10 derece soğukta oturabiliyorlar ve hatta sıcaktan terliyorlar. Bunu düşünce gücüyle yapıyorlar. Demek oluyor ki, düşünce ile herşeyi yapmak mümkün. Aslında siz de burada düşüncelerimizi olgunlaştırmaya çalışıyorsunuz ve bir insanın düşünceyle Hazreti Muhammed olabileceğini , Hazreti Ali olabileceğini, Ehlibeyt olabileceğini söylüyorsunuz. O halde, bütün mesele insanın düşüncesini olgunluğa eriştirmesidir, diyebilir miyiz?

Bu konuda Mevlana şöyle buyurur: “İnsan düşünceden ibarettir. İnsan neyi düşünürse orayı seyreder. İnsandan düşünce alınacak olursa, geriye sadece deri ile kemik kalır.”

“Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen cisimden vazgeçersin. İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi görürse değeri o kadardır insanın.” (Mesnevi, VI/811)

“Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana layıksın. Gül suyu isen seni başa sürer, göğsüne serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.” (Mesnevi, II/279)

Şimdi, bir insan tefekküre dalar ve düşünür. Eğer güzel bir şey düşünüyorsa, o güzellikleri seyreder ve o anda kendisinden geçer. O anda artık hiçbir şey hissetmez, çünkü tek bir noktaya aklını vermiştir.

“Aşık, sevgiliden başkasını seyre dalarsa bu, aşk değildir, aslı yok bir sevdadır. Aşk, o yalımdır ki parladı mı sevgiliden başka ne varsa hepsini yakar.” (Mesnevi, V/588)

Şöyle bir misal vereyim: Savaş esnasında, Hazreti Ali Efendimizin iki omuzunun arasına bir ok isabet ediyor. Etrafındakiler hemen koşup oku çıkarmak istiyorlar. Hazreti Ali Efendimiz hemen onları durduruyor ve “Durun, oku şimdi çıkarmayın. Ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız” diye buyuruyor. Namaza durduktan bir zaman sonra oku çıkarıp alıyorlar. Hazreti Ali Efendimizin ağzından bir ses dahi çıkmıyor. Herkes şaşkınlık içinde kalıyor. Hazreti Ali Efendimiz namazını bitirdikten sonra ona soruyorlar: “Ya Ali, biz oku çekerken sen hiç ses çıkarmadın, hiç acı duymadın mı?” Hazreti Ali Efendimiz, “Hayır, duymadım” diyor, “Çünkü namazın ruhaniyetiyle kendimden geçmiştim.”

“Varlıkların kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de, ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tabidir, bulut da. Gönlü ışık yakmayı, şulelenmeyi öğrenmiş olan kişiyi güneş bile yakamaz.” (Mesnevi, I/3003)

Bir insanı sevgilisine en kısa yoldan ulaştıracak şey, aşktır. Çünkü bir insan aşka düştüğü zaman, o artık kendinde değildir. Bütün düşüncesi aşık olduğu yerdedir, sevgilisindedir. Yolda yürürken onunla konuşur, işyerinde çalışırken onunla çalışır, yemek yerken onunla yer, gece uyurken onunla uyur, rüyasında onu görür; her zerresi sevgilisyle doludur, her düşüncesi sevgilisi olmuştur.

“Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar… bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar, Tanrı abdallarıdır! Aklı, dost aşkında kurban et… akılların hepsi de o taraftandır, odur! Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgilisi olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!” (Mesnevi, IV/1423)

Gerek Hazreti Muhammed Efendimiz, gerek bütün Evliyaullah, hepsi muratlarına aşk ile ermişlerdir, akılla değil. İşte Yunus Emre ne kadar güzel söyler: “Ey insan! Bu akılla, yürüttüğün fikirle aradığın dostu bulamazsın.” Neden böyle söylüyor? Çünkü akıl, perdedir. Bu yola akılla çıkılmaz, akıl yolu keser. Bizim yolumuz aşk yoludur.

“Ateşli aşk şarabını ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret. O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen Allah’a sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!..” (Mesnevi, VI/2017)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (215)

Hasan Dede, bizler burada Hazreti Muhammed’i, Hazreti Ali’yi, Hazreti Mevlana’yı anıyoruz. Fakat aslında bütün mesele onları kendimizde bulmak değil midir? Bizler, eğer düşüncelerimizi temizleyerek, onlara düşüncelerimizde yer verirsek, o zaman bakışlarımızdaki mana değişir, konuşmalarımız değişir, nefes alışımız bile değişir ve manevi bir hale dönüşürüz öyle değil mi? Buradaki sohbetler bu gayeye mi hizmet ediyor?

Bir insan aklını dünya muhabbetlerinden, dünya varlıklarından temzilemezse ve kalbini de aynı şekilde dünyadan boşaltmazsa, Yüce Muhammed o kişide varlığını göstermez. İşte Mevlana şöyle buyurur: “Ey yolcu, o saray benim muhabbetimle mahmur olmadıktan sonra, o saraya o Padişah konuk olmaz.”

“Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder. Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta… canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme. Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker. Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!..” (Mesnevi, I/721)

Gerek Yüce Muhammed Efendimiz, gerekse diğer mana erleri, onları temsil eden kişide varlıklarını gösterirler. Çünkü temsil eden kişi, yani bizler, onları kendimize ruh edinmişiz. Biz, onlarla diriyiz, onlar da bizimle diridir. İnsandır hepsinin varisi ve temsilcisi. Onlar, sevenlerinden dile gelirler. Onlara muhabbetini vermiş kişilerden konuşurlar. Bizler, burada onları anmadan, onların güzel muhabbetlerine bürünmeden, sohbet açmayız. Ama eğer bir kişinin dilinde hep dünya muhabbeti varsa, dünyadan konuşuyorsa, o kişi Hakk’ın dışına çıkmış demektir.

Bakın İbrahim Halilullah diyor ki: “Un ile toprağı bir görenler bendendir, bir görmeyip ayıranlar benden değildir.” Dünyadaki bütün varlıklar toprağın evlatlarıdır. Yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, ziynetlerimiz, bütün eşyalarımız, hepsi toprağın evlatlarıdır. Hepsinin özüne indiğimiz zaman karşımıza toprak çıkar. Peki bunlara bu kadar gönül veriyorsunuz da, neden onları yaratanı istemiyorsunuz?

“İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur. Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir. Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!..” (Mesnevi, I/800)

Hazreti Mevlana, “O sırat köprüsü bu dünyadır” der. Kıldan ince, kılıçtan keskin… Eğer sen, kendin incinsen dahi, kimseyi incitmeden yaşamını sürdürürsen, sen sırat köprüsünden geçmiş olursun. Ama eğer birisi sana bir laf söyledi diye beş lafla karşılık verirsen; her gün beş vakit namaz kılıyor olsan dahi, o köprüden geçemezsin, düşersin.

“İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma! Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lafına pek kulak asma! Şeytan’ın ağzından çıkan ‘Lahavle’ye kanan kişi, savaşta tepesi üstüne düşer. Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa, arıklıktan ve sersemlikten İslam yolunda, sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir. Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör, emniyetle yürüme. Yüz binlerce ‘Lahavle’ okuyan Şeytan’a bak; ey Adem, İblis’i gör, bak nasıl yılanda gizlenmiş! Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana ‘Ey can, ey sevgili’ diye hitap eder. Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!” (Mesnevi, II/251)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (214)

Silivrikapı Mevlana Kültür Merkezi

Özgürlüğünü elde etmiş olan bir derviş nasıl davranır, nasıl hizmet eder?

İman ettiği yerde yokluğa bürünmüş ve iman ettiği yerin varlığıyla özgürlüğe kavuşmuş olan bir derviş kimliğine ermiş demektir. Fakat toplumun kimliklerinden haberleri yok. Böyle olduğu için de daima korku içinde, cehalet içinde ve isyanlar içinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

“Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur… Fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!” (Mesnevi, IV/1614)

Bizlere en büyük örnek Yüce Muhammed’dir. O, her zaman insanı ön planda tutmuş ve “İnsan varsa, Allah var” diye buyurmuştur. Onun en büyük hizmeti, insanlara insanlık tohumu ekmekti, yani kendisini ekmekti. O gün Muhammed bir iken, binler oldu, milyonlar oldu. Fakat malesef sadece dille anıldığı için, bugün belki yalnız on kişide varlığını göstermektedir.

“Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır. Ben bir hazineydim, dedi Allah, hem de gizli… Bunu duy da cevherini kaybetme, meydana çıkar!” (Mesnevi, IV/3028)

Bir gün, Yüce Mevlana’ya bir soru sordular: “Meyve mi büyüktür bu alemde, yoksa ağaç mı büyüktür?” Mevlana, onlara şu cevabı verdi: “Meyve büyüktür.” “Neden?” dediler. Şöyle bir misal verdi: “Bir elma ağacı yaklaşık ikiyüz tane elma verir. Bir elmanın içinde ise beş altı tane çekirdek tohumu bulunur. Onları alıp toprağa diktiğin zaman, her birinden beş tane elma ağacı yetişirse, o beş elma ağacı olgunluğa eriştiğinde sana bin adet elma verir. İşte bu yüzden meyve daima ağaçtan büyüktür.”

“Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin… imkanı yok! Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle! Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz… artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!” (Mesnevi, IV/1759)

Eğer bizler de yolcularımıza insanlık tohumu ekebilirsek, onlara kimliklerini verebilirsek, onlar yarınların aydın insanları, yarınların büyükleri ve yarınların ölümsüzleri olurlar.

“Şeyh, kamildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.” (Mesnevi, I/1444)

Peki ölümsüz kimdir? Yüce Muhammed ölümsüzdür, İsa Ruhullah ölümsüzdür, Musa Kelamullah ölümsüzdür, Yüce Mevlana ölümsüzdür, bütün Piran Efendiler ölümsüzdür… Neden ölümsüzdürler? Çünkü hiçbir zaman kendi menfaatleri için hizmet etmemişlerdir, daima insanlık için hizmet etmişlerdir ve kendilerini insan toplumuna kazandırmışlardır. Ölümsüz olmak demek, sevenleriyle beraber anılmak, onlarla yaşamak demektir. İşte bizler de onların devamıyız. Bizler, ölümsüzleri kendimize dost edindik. Onlar, bizlerde varlıklarını göstermektedirler, bizlerde yaşamaktadırlar. İnsanın gideceği yer yine insandır, başka bir yer değil.

“Ecelle, ölümle Mustafa’nın adı yanmamıştır… çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu! Padişahların paraları değişir durur… Fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Üstünün dostu ol ki üstün olasın… Kendine gel de, mağluplara dost olma! Münkirin delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli hikmetleri haber vermededir. Her görünen şeyin faydası, faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.” (Mesnevi, IV/2865)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (213)

Hasan Dede, deniliyor ki: Hakiki dervişlik özgürlüktür. Yani derviş her bakımdan özgür olmalıdır, bir yere bağlı olmamalıdır. İnanmak demek, bir teoriye, bir felsefeye, bir dünya veya ahiret görüşüne inanmak demektir. İnanmak zihindedir, düşüncededir. İnanmakta şüphe olabilir, güven ise yürekten gelir. Acaba bizi inancımız mı yoksa yüreğimiz mi özgür bir derviş yapar? Siz ne dersiniz?

Bu sözleri kim söylemişse çok yerinde söylemiştir. Bugün, derviş diyebileceğimiz pek kimse yok, fakat sahte derviş çok. Ama mürid var, muhib de var. Mürid, yola bağlı olan demektir, muhib ise yola karşı sempatisi olan demektir.

“Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o temizliği nereden tadacak. O, manadır, faulün failat değil.” (Mesnevi, VI/160)

Derviş kimdir diye düşünmemiz gerek. Derviş, tamamen iman ettiği yere teslim olmuştur ve onda varlığını gösteren teslim olduğu yer olmuştur. Böyle olduğu için de o tamamen hürdür, özgürdür. Dervişe artık kanun koyamazsınız, çünkü o artık Hakk ile Hakk olmuştur. Allah’ın hürriyetine kavuşmuştur.

“Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol. Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. ‘Sen atmadın, Allah attı’ hükmüne girersin, eminsin.” (Mesnevi, VI/1522)

Yüce Mevlana şöyle der: “Aşık yoktur bu alemde, Maşuk vardır.” Aşık ölüdür. Eğer aşık derse ki, hem ben varım hem o var, bu kişi aşık değildir, ancak aklına aşıktır.

“Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi. Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.” (Mesnevi, VI/1978)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (212)

İlahi aşka ulaşmak için çok çeşitli ve teferruatlı yollar var. İnsanların bunların içine girdiği zaman kafaları karışıyor ve işin içinden çıkamıyorlar. Fakat Hazreti Mevlana bu gibi detaylara girmektense, kısa yoldan diyor ki: “Aşka gir, ölümsüz ol ve istediğini kendinde bul!” Yani örneğin; yüzmeyi öğreten bir kitabı alıp okumak yerine, hemen denize atlamayı tavsiye ediyor. Siz ne dersiniz Hasan Dede?

Toplumumuzda çoğu insan malesef bazı hocaların vaad ettikleri cennetlerin, köşklerin, hurilerin, gılmanların peşinde koşmakta ve yaptıkları ibadetleri de bu vaadleri elde etmek için yapmaktadırlar. Dolayısıyla bu ibadetler menfi oldukları için tasavvufta hiç geçerliliği yoktur.

“Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz. İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü göremez. Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü. Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir balçık! Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane. Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun bilgisi daima canından coşar. Ne eğretidir, ne borç!” (Mesnevi, VI/1140)

Tasavvufta, insan insanın cennetidir. Bir kişi güzel bir topluluğa girdiği an, o kişinin vücudunun her zerresi huzur bulur. Huzur bulduğu için de cennette sayılır. Fakat bir kişi çirkin bir topluluğa girdiği an, işte bu da cehennemdir.

“Allah cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı, ağzına acı gelir.” (Mesnevi, VI/829)

İşte yüce Mevlana şöyle buyurur: “Cenneti görmek isterseniz, bahar ile yaza bakın. Bahar, yazı müjdeler. Aşıkların dilinden sevgi, birlik, coşku dile geldiği için onların muhabbetlerinin sureti bahar ile yaz mevsimi gibidir, cenneti andırır. Çünkü aşıklar hep Sevgililerinden konuşurlar. Küfürbazların da sohbeti sonbahar ile kışa benzer, cehennemi andırır.”

“Allah’a göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir. Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara! Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir. Binaenaleyh, pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.” (Mesnevi, I/2051)

Bir gece Yunus Emre bir mana görüyor. Manasında sonsuz güzellikte öyle bir yere geliyor ki, dünya güzellikleri bu güzelliklerin yanında çok sönük kalıyor. Hayranlık içinde dönüp orada bulunanlara, “Burası neresidir?” diye soruyor. Ona, “Burası cennet-i ala’dır” diye cevap veriyorlar. Bunun üzerine Yunus hemen, “Peki o zaman buranın sahibi nerededir?” diye soruyor. O zaman Yunus’a diyorlar ki: “Sen daha ölmedin, ey Yunus! Sevgilinin yüzünü göremezsin.” İşte Yunus bu cevabı duyar duymaz feryad ediyor: “Beni buradan çıkarın. Yedi denizi cehennem haline getirin, beni oraya koyun. Buraya aldığınız zaman beni Sevgiliyle alın…” Yani aşığa cennetler verseler, saraylar, köşkler verseler, orada onun Sevgilisi yoksa her yer ona zindan görünür. İşte bu yüzden aşığın en büyük varlığı Sevgilisidir. O’nun dışında kalan her şey değersizdir.

“Hazreti Muhammed, elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü O, her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı. Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti. Ondan kıyameti sorup dururlar ve ‘Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman var’ derlerdi. Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl diliyle ‘Mahşerden haşri soruyor’ derdi. İşte Onun için o güzel haberler veren Peygamber, ey ulular demiştir, ölmeden önce ölün! Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan aldım, getirdim. Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.” (Mesnevi, VI/750)

Şimdi birisi Hazreti Mevlana’ya diyor ki: “Bir kişi kalksa dese ki: Ben önce Allah’ı severim, sonra Peygamberimi severim, en son seni severim… Bu kişi hakkında ne dersiniz?” İşte Mevlana ona şu cevabı veriyor: “Bu kişi aşktan çok uzaktır ve bu kişiyle yola çıkılmaz. Fakat bir kişi Sevgilisi için, Allah’ım, Peygamberim, dinim, imanım diye bahsediyorsa, işte o kişi gerçek bir aşıktır.”

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (211)

Hasan Dede, aşk için, “Aşk büyük bir kumardır” deniliyor. Yani aşka tutulan herşeyini kaybeder. Siz ne dersiniz?

Bu söz çok yerinde söylenmiştir. Peki neden aşka tutulan herşeyini kaybeder? Çünkü bir insan aşka girdiği zaman artık onun parada, pulda, dükkanda, malda, mülkte, zahiri arkadaşlarda gönlü olmaz. Hepsi onun gönlünden teker teker silinir. Görünüşte bunlar kayıp gibi görünür ama hakikatte öyle bir kazancı olmuştur ki, o gönlünü verdiği Sevgili, ona hem kendini bağışlamıştır, hem de dünyayı bağışlamıştır. Artık ondan daha zengini yoktur.

“Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir. Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni suretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin. Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır. Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini… mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme! Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!” (Mesnevi, I/600)

“Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır… boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.” (Mesnevi, IV/1860)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (210)

Hasan Dede, deniliyor ki, yalnızca bir türlü aşk vardır. Ama görüntüleri binlerce türlüdür. Aşkın bir çeşidi şudur ki, aşk beşeridir. Şaka ile başlar, sorumluluk getirir, gözden girer, gönülde yaşar. Surete meyledenler ziyandadır. İkinci çeşidine gelince, aşk platoniktir. Sohbetle başlar, zahmet getirir, zihinden girer, gönülde yaşar. İçini süslemeyenler yolu şaşırır. Üçüncü çeşit aşk ise şöyledir ki, aşk ilahidir, imanla başlar, vahdete götürür, gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar başını verir. Ne dersiniz?

Öncelikle, mecaz aşklar hiçbir zaman kişiye huzur vermez. Bir an gelir güzellik verir, bir an gelir insanı kıskanmalara, hasetlere, kavgalara sürükler. Fakat mecaz aşk, ilahi aşka dönüştüğü zaman, ruh ferahlığa ulaşır, insanın bu ilahi aşkla aklı büyür ve namütenahi güzelliklere kavuşur. İlahi aşkın dışındaki aşklarda, ister platonik olsun, ister mecaz, hepsinde kavga vardır, naz vardır, niyaz vardır.

“Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hakk ise doğmamıştır, doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allah aşıklarından olacak? O vehme aşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür. Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler. Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa… Bu hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar. Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!..” (Mesnevi, I/2758)

Şöyle bir misal verelim: Bir gün, Mısır hükümdarına, Musul hükümdarının cariyesini methederler ve resmini gösterip derler ki, “Bu kız ayın ondördü gibi ve resimde böyle güzel görünüyor, kendisini görseniz bu resimden bin kat daha güzeldir.” Mısır hükümdarı, kızın resmini görür görmez, seçkin komutanlarının emrine binlerce asker verir ve cariyeyi kendisine getirmeleri için Musul’a gönderir. Komutanlar kalkıp giderler. Fakat Musul hükümdarı der ki, “Bütün hazinemi veririm ama o cariyemi vermem.” Bunun üzerine saldırıya geçerler ve cariyeyi alıp Mısır hükümdarının huzuruna getirirler.

“O ahmak Hükümdar da bir zaman o güzel cariyeye kapıldı, onunla gönül eğledi işte. Tut ki bütün doğuyu, batıyı zaptettin, her tarafın saltanatına sahip oldun. Mademki bu saltanat, kalmayacak, sen onu bir şimşek farzet, çaktı, söndü. Ebedi kalmayacak mülkü, gönül, bir rüya bil! Cellat gibi boğazına yapışan debdebeyi, şan ve şöhreti ne yapacaksın ki? Bil ki bu alemde de bir emniyet bucağı vardır.” (Mesnevi, V/3925)

Yani mecaz aşklarda çok savaşlar ve kavgalar olmuştur, çok canlar da boşu boşuna gitmiştir. Ama manevi aşka girildiği zaman, artık denizdeki dalgalar durulur, daima ehadiyette varlığını gösterir. Bizlere huzur veren manevi aşktır. Hazreti Muhammed Efendimiz, Pirimiz Hazreti Mevlana ve Piran Efendilerimiz, hepsi mecazdan çıkmışlar, ilahi aşka tutulmuşlardır.

“Dolabın dönüşünü ne vakte dek göreceksin? Başını çevir de hızlı ve coşkun coşkun akan suyu da gör. Görüyorum deyip duruyorsun ama onu görmenin birçok ayan beyan nişaneleri vardır. Şöyle denizin köpüğünü görüverdin mi hayran olman lazım ki denizi de göresin. Köpüğü gören, sırlar söyler. Fakat denizi gören şaşırır kalır. Köpüğü gören, niyetlerde bulunur; denizi gören, gönlünü deniz haline getirir. Köpükleri gören, onları sayar döker. Denizi görenin irade ve ihtiyarı kalmaz. Köpüğü gören dönüp dolaşmaya düşer. Denizi görende hiçbir gıllugış kalmaz.” (Mesnevi, V/2905)

Bakın Yunus Emre, yaz mevsiminde bir gece kalkıp Hazreti Mevlana’nın huzuruna gelmiş. Mevlana da o saatte gül bahçesini dolaşmaktaymış. Yunus Emre niyaz etmiş, Mevlana’da perdeler kalkık olduğundan, daha onun kim olduğunu görmeden, “Hoşgeldin Yunus” diye cevap vermiş. Musaffaha yapıp, kucaklaşmışlar. Mevlana hemen Yunus’a dönüp, “Bana aşkı söyle Yunus” diye hitab etmiş. Yunus da başlamış sevgiden, aşktan, yandığı yerden söz etmeye; ne zaman durmaya kalksa Mevlana ona seslenmiş, “Biraz daha, biraz daha, biraz daha…” Ve böylece sabah ezanına kadar aşkı yadetmişler. Beraberce sabah namazını eda ettikten Mevlana’nın odasına gelmişler. Yunus bakmış ki rihalenin üstünde Mesnevi-i Şerif duruyor, hemen alıp okumaya başlamış ve birçok mana görmüş, dönüp Mevlana’ya, “İnsanın ömrü yetmez bu Mesnevi’yi okumaya” diye buyurmuş. İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Ete kemiğe büründün, Yunus diye göründün, herkesi kendin gibi mi sanırsın, ey Yunus!”

“O şarab ki padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar. O şarab ki fitneler, kargaşalıklar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar. O şarab ki kemikleri eritir de tamamiyle can yapar, o zaman tahtayla taht bir olur. Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde tendeki cana dönerler. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.” (Mesnevi, V/3456)

Yunus Emre, Hazreti Mevlana’nın yanında dört sene hizmet etti. Ne zaman ki, Hazreti Mevlana Hakk’a yürüdü, altı ay daha Sultan Veled ile beraber kaldı. Ama aynı havayı bulamayınca ordan ayrıldı. Yunus Emre, Mevlana’ya hitaben şöyle bir dil sarfetmiştir: “Yetmişiki damarımda dolaşan kan, hep sen imişsin; gönlümdeki muhabbet ve aşk, ya Hüdavendigar! Hep sen imişsin…”

“Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır. Aşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim… asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, aşıklığı yine aşk şerh etti.” (Mesnevi, I/110)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (209)

İnsan, her nefeste her an ölüyor ve diriliyor. Yani bu demek oluyor ki, ölüm şimdi, şu anda gerçekleşiyor. Ve deniliyor ki: Ölümden korkuyorsan aşık olamazsın. Aşktan korkuyorsan manevi dünyaya giremezsin. Siz bu konuda ne dersiniz Hasan Dede?

Nefes, insanın ağzından çıkarken der ki: Ben kimim? Bizler de ruhen diyoruz ki: Rabbimsin. O da tekrar sana geri dönüyor. Yani devamlı Rabbimizle bir alışveriş içindeyiz. O nefesle hayattayız.

“Suret suretsizlikten çıktı, yine suretsizliğe döndü. Zira biz yine Allah’a döneceğiz. Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa, ‘Dünya bir andan ibarettir’ buyurdu. Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allah’a gelir. Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir. Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür. Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğunu da Allah’ın tez tez halketmesindendir. Allah’ın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun ve daimi gösterir. Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim bile olsa kendiliğinden bilemez, ona de ki: İşte Hüsameddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren…” (Mesnevi, I/1141)

Bir insanın bedeninde korkular suret bulursa, bunun sebebi imansızlıktır. Fakat ehl-i iman sahibi bir insanda korku namına bir şey yoktur. Bizim, ehl-i iman sahibi dendiğinde, aklımıza ilk gelen kişi Hazreti Ali Efendimizdir. O, Hazreti Muhammed Efendimizin uğruna her an canını vermeye hazırdı. Kılıcıyla pervane gibi döner ve bütün düşmanları ortadan kaldırırdı. Aslında hakikatte o kimseyi öldürmemiştir, onun öldürmesi diriltmektir. Ali’nin kılıcı dirilik verir, öldürmez. Hakikate göre, bir nefsi ortadan kaldırmaktaydı ve Rahman sıfatına yüceltmekteydi. Bunu da ancak iman yaptırabilir.

“Ali dedi ki: ‘Ben kılıcı Allah için vuruyorum. Allah kuluyum ten memuru değil! Allah aslanıyım heva heves aslanı değil… İşim, dinime şahittir. Ben ‘Attığın zaman sen atmadın, Allah attı’ sırrına mazharım. Ben kılıç gibiyim, vuran o güneştir. Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım; Allah’dan gayrısını yok bildim. Bir gölgeyim sahibim güneş… Ona hacibim hicap değil. Kılıç gibi vuslat incileriyle doluyum; savaşta diriltirim, öldürmem. Kılıcımın gevherini kan örtmez. Rüzgar nasıl olur da bulutumu yerinden teprendirebilir? Saman çöpü değil; hilim, sabır ve adalet dağıyım. Kasırga dağı kımıldatabilir mi? Ben dağım; varlığım, onun binasıdır. Hatta saman çöpüne benzesem bile rüzgarım, onun rüzgarıdır. Benim hareketim, ancak onun rüzgarıyladır. Askerimin başbuğu, ancak tek Allah’ın aşkıdır. Hiddet, padişahlara bile padişahlık eder, fakat bize köledir. Ben hiddete gem vurmuş, üstüne binmişimdir. Hilim kılıcım, kızgınlığımın boynunu vurmuştur. Allah hışmıysa bence rahmettir. Tavanım, damım yıkıldı ama nura gark oldum. Toprağın atası, Ebu Turab oldumsa da bahçe kesildim. Benim sakınmam da ancak Allah içindir. Vermem de… Tamamı ile Allah’ınım, başkasının değil. Allah için ne yapıyorsam bu yapışım, taklit değildir; hayale kapılarak, şüpheye düşerek de değil. Yaptığımı, işlediğimi, ancak görerek yapıyor, görerek işliyorum. Hüküm çıkarmadan arayıp taramadan kurtuldum. Elimle Allah eteğine yapıştım. Uçarsam uçtuğum yeri görmekteyim, dönersem döndüğüm yeri. Bir yük taşıyorsam nereye götüreceğimi biliyorum. Ben ayım, önümde güneş, kılavuzuyum. Halka bundan fazla söylemeye imkan yok; denizin ırmağa sığması mümkün değildir.” (Mesnevi, I/3786)

Bir kişide iman ve teslimiyet yoksa derinlere dalamaz. Aynı şekilde bir kişi yüzmeyi bilmiyorsa o da derinlere dalamaz. Ama eğer yüzmeyi biliyorsa, su isterse yüzlerce metre derinlikte olsun, isterse sadece bir metre derinlikte olsun, suyun üzerinde durur.

“Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da! Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir, iyileşir! Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!” (Mesnevi, IV/2617)

Sende aşk varsa, iman varsa mutlaka güzel bir yere varırsın. O zaman senin başındaki akıl da iman ettiğin yerin aklıdır, senden tecelli eden o güzellikler de yine iman ettiğin yere aittir, çünkü bize ait hiçbir şey yoktur. Biz, O’nun gölgesiyiz. Bizden önce onlar gölgelik yapmaktaydılar. Onların o ruhunu, o taşıdıkları güzellikleri, hiç şeksiz şüphesiz şimdi biz taşımaktayız. Katiyyen O’nun dışında değiliz ve şimdi bugüne göre sizlere konuşmaktayız.

“Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın… çünkü bu kapı, bugün açılacak! Sen safran evleğisin, safran ol… başka sebzelerle karışıp uzlaşma! Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma!” (Mesnevi, IV/1083)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (208)

Bir mürşid demiş ki: “Aşka girdiğin zaman, aşk derinden işlerse, düşüncelerini kaybedersen, hemen bana gel. Başını kaybettiğin zaman hemen bana gel. Hiç başın olmadığını hissetmeye başladığın zaman, korkma, hemen bana gel. Doğru an budur, işte o zaman sana bir şey öğretebilirim. Başın varken öğreti imkansızdır, baş hep araya girer.” Ne dersiniz Dede?

Cenab-ı Mevlana der ki: “Benim gördüklerimi, eğer benden önceki Veliler görmüş olsalardı, dağlarda meczub halde gezerlerdi.” Çünkü akıl da kalmaz, baş da kalmaz. Eğer sen böyle bir hale düşersen, medeti yine sevgilinden bulursun. Böyle bir anda hemen ona dön ve onu kendine baş et ki, başsız ve vücutsuz kalmayasın.

“Kadir oldukça ayrılığıa ayak basma. Allah katında en hoşlanılmayan şey ayrılıktır. O, herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah vermiştir. Birisine metin olan söz, diğerine zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir! Bizse temizden de münezzehiz, pisten de. Ağırlıktan da arıyız, çeviklik ve titizlikten de! Allah, kullarına ibadet edin diye emrettiyse bir kar, bir fayda elde etsin diye değil, kullarına ihsanlarda bulunsun diyedir.” (Mesnevi, II/1752)

Bugün, Hazreti Mevlana kadar aşkı yaşayan biri daha çıkmamıştır. Onun kadar aşktan dil döken biri de çıkmamıştır. Öyle ki, bir gün evine giderken bir ayakkabısı ayağından çıkıyor yolda kalıyor ama O farkında bile olmuyor. Çünkü o anda dalmış, mecnun haline dönmüş, hem yolda yürüyor hem aynı zamanda Şems’le rabıta kurmuş O’nunla konuşuyor. O anda Şems’in güzelliklerini seyrediyor, doğal olarak ne ayakkabısı geliyor aklına ne cübbesi… Bu halleri yaşamıştır Mevlana ve yaşamış olduğu için de bizlere, eğer O’nun gibi bu hallere düşecek olursak O’na yönelmemizi söyler. Çünkü böyle bir durumda ancak O bizleri tekrar eski halimize çevirebilir. Yoksa bir meczub olur ve başımızı da, aklımızı da kaybeder gideriz.

“Çalış da o duyduğun şeyi gör. Batıl olan hak olsun. Ondan sonra kulağın, göz tabiatını kazanır. Bir yün yumağı gibi olan kulakların, göz kesilir. Hatta bütün bedenin aynaya döner. Her tarafın göz ve gönül haline gelir. Kulak, bir hayal meydana getirir, o hayal de o güzelliğin vuslatına miyancıdır. Çalış, bu hayal çoğalsın da miyancı olan bu hayal, Mecnun’a kılavuzluk etsin.” (Mesnevi, V/3920)

Aşk, akıllıyı deli eder; deliyi de akıllı eder. Mademki kainatın en akıllısı Hazreti Muhammed, o zaman mürşid vasıtasıyla O’na vardığın zaman, hem O’nun güzelliklerine gark olup gidersin, hem de O’nun o güzel aklını kendine baş edersin. Böyle olduğu takdirde, işte o zaman senden daha akıllı, daha güzel yoktur bu alemde.

“Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır.” (Mesnevi, VI/607)

Hazreti Şems, Mevlana ile buluştuklarında katırının dizginlerinden tutuyor, gözlerini de Mevlana’nın gözlerine dikiyor ve “Ya Mevlana!” diyor, “Sana bir sorum var.” Mevlana, “Buyrun sorun” deyince Şems, O’na şu soruyu soruyor: “Hazreti Muhammed mi büyüktür bu alemde, yoksa Bayezid-i Bestami Veli mi?” Cenab-ı Mevlana, bu soruyu işitince hayretler içine düşüyor ama böyle bir soruyu Şems’den başkasının da soramayacağını bildiğinden hemen O’nu keşfediyor ve şu cevabı veriyor: “Ya Şems! Bu ne biçim bir sorudur? Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Yine Şems soruyor: “Güzel cevap verdin, fakat Bayezid-i Bestami Veli’ye sordular: Allah’a karşı ibadetini yaptın mı? Bayezid dedi ki: Yaptım. Pekala, Hazreti Muhammed’e de aynı soruyu sordular; O ne buyurdu: Yapamadım. Biri dedi, yaptım; biri dedi, yapamadım. Buna nasıl cevap vereceksin ya Mevlana?” İşte Mevlana Şems’e şu cevabı verdi: “Bayezid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza gölün suyu döküldü, havuz taştı ve şöyle seslendi: İz cübbeti minallah – Cübbem dünyaya aittir, onun dışında ne varsa Allah’tır. Hazreti Muhammed ise bir okyanustu, bütün denizler ona aksa, onda bir taşma olmaz.”

“İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var! Ondan sonra Ahmed’in canı sana karşı dudağını ısırsın… Cebrail, senden korksun, geride kalsın! Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin!” (Mesnevi, IV/1888)

Bir insan, büyük bir yere yönelirse, orda onun aklı da büyür, güzelliği de çoğalır. Ama küçük yerlere yönelirse, o zaman var olan küçük aklını da kaybedebilir.

“Peygamber, ‘Kim ahmaksa düşmanımızdır, yol kesen gulyabanidir. Akıllıysa canımızdır, ondan gelen esinti ondan gelen rüzgar bize fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım, çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir’.” (Mesnevi, IV/1947)

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI MEVLANA KÜLTÜR MERKEZİ’NE… (207)

Mecaz aşk, ilahi aşka hazırlıktır, deniliyor. Böyle bir aşkı yaşayanlar diyor ki: Aşık olunduğunda, aşık olduğun kişinin bedeni yok olur. Doruk noktada biçim çözülür, şekil kalmaz. Aşk, bir insanı, insanın kendini içten görebildiği gibi görür. O zaman, beden, şekil, biçim kaybolur. Bir mürşid böyle bir aşkın içine girmiş ve “Bedenim nerede, bedenim nereye gitti?” diye ağlamaya başlamış. Müridlerini çağırmış ve onlara, “Gidin ve benim bedenimin nerede olduğunu bulun, ben bedenimi kaybettim” demiş. Böyle birisi için, o bir beden olarak yaşar fakat artık o bir beden değildir, deniliyor. Bu konuda siz ne dersiniz Hasan Dede?

Burada söylenmiş olan bu sözler, tamamen aşkta yokolmuş, bedenine ait ezelden her ne istek varmış ise hiçbiri kalmamış ve görünen bedeninde maşuk zuhura gelmiş olan bir kişiyi anlatıyor. Bu kişi kendine baktığında bedenini göremiyor, çünkü görünen maşuk olmuş.

“Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma. Ruha, Allah’ı tevhid etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var. Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.” (Mesnevi, III/1610)

Mecaz aşka gelince; eğer mecaz aşk olmazsa mana aşkına yol bulunmaz. Mecaz aşk köprüdür. Mevlevilikte şöyle bir tabir vardır: Bir kişi mürid olmak için gediğinde, mürşid ona, daha önce hiç aşık olup olmadığını sorar. Eğer aşık olmamışsa onu geri çevirir ve “Git bir şeyi sev de bana öyle gel” der. Çünkü hiç aşka düşmemiş birine ne kadar sevgiden, aşktan söz etmeye kalksan hiçbir şey alamaz, öğrenemez. Mecaz aşk geçicidir. Kainat her gün kendisini yeniler durur. İnsanın da bir yaştan sonra üzerindeki gençlik gider, güzelliği solmaya başlar. Bu yüzden manevi aşka döner. Manevi aşk ise geçici değildir, ondaki güzellik daimidir. Onda hiç eksilme yoktur hatta artış vardır.

“Ten gözü seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi? Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye layıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar. Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var! Aşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.” (Mesnevi, I/1790)

Peygamber Efendimiz, günde sayısız sefer kendi iç alemindeki Rabbinin sonsuz güzellikteki sayısız cemalini seyrederdi. Yani demek istiyorum ki, manevi aşk ne beden bırakır, ne akıl bırakır. Aşık olan kişide tamamen kendi varlığını gösterir. Bu kişinin nazarında dünya bir rüya alemidir, hiçbir bekası yoktur. Onun beka alemi ancak sevgilisinin yanıdır, diğer taraflar hep boştur.

“Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer. Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır! Ey aşıklar! Arı-duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!” (Mesnevi, IV/847)

Fakir, şöyle bir şiir yazmışım: Az yaşa çok yaşa, akibet bir gün gelecek başa. Bu dünya bir değirmen taşıdır, daim döner. İnsanoğlu bir fenerdir, bir gün gelir söner. Ehl-i iman sahibi, iman ettiği yer ile dünya durdukça yaşam sürer.

“Erler, bu alemden göçmeye neşelenirler, şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar! İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.” (Mesnevi, IV/2593)