🌹KUR’ÂN VE HADÎSLER IŞIĞINDA HASAN ÇIKAR DEDE SOHBETLERİ / 21

“Cenâb-ı Mevlâna buyuruyor ki: ‘Yiğit kişi, nefsine ve öfkesine hakim olandır.’ Mevlâna , burada insan bedenini ata, rûhunu da o atın üzerindeki süvarîye benzetiyor ve şöyle devam ediyor: ‘Eğer süvarî ata hâkim olursa, at onu âhirine götürür; ama eğer at süvarîye hâkim olursa, at onu ahıra götürür.’ Sorum şu: Mevlâna, bu deyişinde, ‘Bedenini kendi hâline bırakırsan seni yanlış yere götürür’ derken sizce bu durum herkes için mi geçerlidir, yoksa bunun insanın yaradılışıyla mı ilgisi vardır?”

Bu herkes için geçerli değildir. İbtidâda yaşayanlar, genel olarak hayalî bir Allah’a inandıkları için, yanlış işler yapıp sonra da tövbe edince yapmış oldukları bu yanlışların Allah tarafından affedileceğini zannederler.  

“Yoksa, makbûl tövbe, kötülükleri yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir.” (Nîsa, 18) 

Oysa tasavvufta şu tâbir vardır: Eline, beline, diline sahip ol… Bunu yapabilen bir kişi, misâl olarak, güvenli bir gemi içinde seyahat eden bir yolcu gibidir. Onun bulunduğu gemi, ne kadar kuvvetli fırtınalar görse, ne kadar büyük dalgalar içinde kalsa dahî, kesinlikle batmaz. Fakat bu üçünden herhangi birisine uymadığı takdirde yolcu, kendi içinde bulunduğu o gemiye torpido açmış gibi olur ve gece gündüz Allah’a yalvarsa dahî artık güvenilirliğini kaybetmiş sayılır. Geminin güvenliğini sağlamanın tek yolu insanın nefsanî duygulardan uzak durmasıdır.  

“Biz Nuh’u ve onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçekten kör bir kavimdi.” (Arâf, 64) 

“O, öyle bir mâbuttur ki, sizi karada ve denizde gezdirip dolaştırır. Gemilerle denize açıldığınız ve gemilerinizin içindekilerle birlikte güzel, temiz bir rüzgârla seyrettiği, yolcuların da bununla sevindikleri bir sırada birden şiddetli bir fırtına gelip çatar ve her taraftan dalgalar her taraftan onlara hücûm eder. İşte o zaman çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da, tertemiz bir inançla Allah’a dua ederler ve bizi bundan kurtarırsan şükredenlerden olacağız, derler.” (Yunus, 22)   

Seyyid Burhâneddin Efendi şöyle der: “Kim nefsiyle barışık ise, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” Ve yine şöyle buyurur: “Denizdeki canavardan korkmayın, nefsinizdeki canavardan korkun.” Yani nefs, insanın en büyük düşmanıdır.

Peygamber Efendimiz, Uhud Savaşı’ndan döndükten sonra sahâbesine şöyle seslenmiştir: “Bu savaş küçük bir savaştı; asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak.”  

“Nedir o büyük savaş?” diye sorduklarında da şu cevabı vermiştir: “Bu savaşta görünen düşmanla savaşıyorduk, fakat bundan sonra görünmeyen düşman olan nefsinizle savaşacaksınız.” 

İnsana, nefsi her an tuzaklar kurmaktadır ve bu tuzaklardan kurtulmanın yolu ise aşk ve riyâzattır.  

“Kendi arzu ve heveslerini ilâh edinen ve Allah’ın da, bildiği için kulağını ve kalbini mühürleyip üzerine perde çekerek hidâyetten mahrûm bıraktığı kimseyi, Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?” (Câsiye, 23)

(Bu yazı, “Hasan Çıkar Dede’nin Dilinden Kur’ân ve Hadîsler Işığında Mevlâna Sohbetleri” isimli derlemeden alıntılar yapılarak hazırlanmıştır.)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ ALİ’DEN ÖĞÜTLERLE HASAN DEDE SOHBETLERİ – 1

🌹“En büyük mücâdele nefsinizle yaptığınız mücâdeledir.”

Hazreti Ali

Bir gün Hazreti Ali Efendimiz savaşta dövüşürken karşısındaki cengâveri almış altına tam Zülfikârını çekmiş boynuna vuracak iken, cengâver ansızın Hazreti Ali’nin yüzüne tükürmüş. O esnada Hazreti Ali Efendimizin safrası kabarmış ve hemen Zülfikârı elinden atmış. 

Cengâver, Hazreti Ali’nin bu hareketine çok şaşırmış ve demiş, “Yâ Ali niye kılıcını vurmadın boynuma? Ben sana hakarette bulundum.” 

Hazreti Ali ona şu cevabı vermiş: “Sen benim yüzüme tükürdün benim safram kabardı. Ben Zülfikârı o hâldeyken senin boynuna vurmuş olsaydım, hizmetim nefsim için olacaktı Allah için olmayacaktı. Ben burada nefsim için dövüşmüyorum, Allah için dövüşüyorum. Kılıcı bunun için bıraktım.”

Cengâver, Hazreti Ali’nin bu sözünü işitince, “Sizin ne kadar büyük bir inancınız büyük bir imanınız varmış, ne olur bana talkın et, ben de sizin safınıza geçmek istiyorum.” 

Hazreti Ali, “Gel” demiş, “seni Hazreti Muhammed’e götüreyim, o sana talkın etsin.” 

Cengaveri Hazreti Muhammed’e götürdü, Hazreti Muhammed ona talkın etti, Müslüman oldu. Büyük bir iman sahibi oldu ve çok güzel hizmetlerde bulundu, Hazreti Ali Efendimizin yanında yer aldı. Cengâver aynı zamanda kalabalık bir kabîlenin evlâdı idi, kabîlesini de Hazreti Resûlallah’a getirdi, Müslüman ettirdi.

Yani, şifâî davranmak nefse uymamak insanı hep kazanca götürür. Ama nefsine uyudun mu her zaman kayba, zarara, ziyâna gidersin.

Uhud Savaşı çok büyük bir savaştı. Savaştan sonra Hazreti Peygamber aldı sahâbesini karşısına, sahâbe ona dedi ki: “Yâ Resulallah bu savaş kıyâmeti andırdı.” 

Hazreti Peygamber, “Bu savaş küçük bir savaştı, asıl büyük savaş bundan sonra başlayacak” dedi. 

“Nasıl olur yâ Resûlallah?” dediler, “bu çok büyük bir savaştı.” 

Hazreti Peygamber dedi ki: “Biz bu savaşta görünen düşmanla savaştık, biraz gaflete dalsak düşman bizi yenerdi; ama bir de görünmeyen düşmanımız var, her an bize tuzak kuruyor.” 

“O kimdir yâ Resûlallah?” dediler. 

“Nefsimiz” dedi, “Şimdi nefsimizle savaş edeceğiz. Nefsimizin isteklerine karşı gelirsek, biz mümin sıfatına ereriz. Fakat nefsimize ikrâmda bulunursak mümin sıfatından çıkmış oluruz.”

Hüdâvendigâr Mevlâna’nın ilk şeyhi Seyyid Burhâneddin Hazretlerinden de bir örnek vermek istiyorum: O da bir gün yolda giderken, karnı çok acıkıyor. Bir yemekhanenin önünden geçerken, bakıyor ki içerde tavuklar kızarıyor, pirzolalar, kebablar, çeşit çeşit yemekler pişiyor; bunları görünce Seyyid Burhâneddin Hazretlerinin nefsinin canı çekiyor. İşte o anda Seyyid Burhâneddin Hazretleri nefsiyle konuşuyor, diyor ki: Sana diyor, isteklerini vereceğim, ama ben de senden bir şey isteyeceğim. Nedir? Bak şurada bir çöp kutusu var, orada kedi köpek kemik yalıyorlar, sen de onlar gibi kemikleri yalarsan ben de sana istediğini vereceğim. Nefsi hemen karşı çıkıyor, yok diyor, ben öyle şey yapamam. O da diyor, o zaman ben de sana istediğini vermem… İşte böyle terbiye ediyor nefsini.

Yine Seyyid Burhâneddin Hazretleri şöyle buyuruyor: “Nefsi ile barışık olan kişi, bilsin ki Allah ile savaştadır.” Madem ki Allah ile savaştadır, o hiçbir zaman gâlib olamaz. Bir kişi nefsine hükmederse, bu kişi Allah ile barışıktır.

İşte Hazreti Ali Efendimiz bize en büyük örnektir. Dünya sofralarına elini bulaştırmamıştır, kimsenin ziyafetine gitmemiştir. Çünkü o ziyafetlerde istemeyerek haram da vardır. Tuz ekmeğini yemiştir, iki tane hurmasını yemiştir öyle çıkmıştır yola. Fakirlerden daha fakir yaşamıştır.

(Hazreti Ali’nin 100 Öğüdü)

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 41

İMAN VE AŞK…🌹

Mahmut Efendi (Mahmut Dipşar): Tasavvufta en önemli şey, insanın nefsiyle savaşmasıdır. Efendimiz Sallallahu Aleyhivessellem, bir savaştan gâlib geldikten sonra buyurmuş ki: “Şimdi küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz.” Dinleyenler şaşırmış ve sormuşlar: “Büyük savaş nedir ya Resûlallah?” Peygamber Efendimiz, “Nefsimizle olan savaş!” diye buyurmuş. Peki, biz bunları hep okuyoruz veya dinliyoruz Dede, ama tam bir nefs savaşına giremiyoruz. Kendimizi devamlı kandırıyoruz. Nefsimizi yenmek istiyoruz ama bir türlü başarılı olamıyoruz. Bizler nasıl bir çözüm bulalım da bu nefsten kurtulalım Dede?

Hasan Dede (Hasan Çıkar): Şimdi Mahmut Efendi, Hazreti Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, selâm olsun üzerine, biz küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz. Sahâbe sordu, “Nasıl küçük savaş olabilir? Uhud’daki savaş kıyâmeti andırdı.” Resûlallah Efendimiz onlara şu cevabı verdi: “Oradaki savaşta karşımızdaki düşmanı görüyorduk. Gaflete düşersek düşmana yeniliriz, ama gözümüzü dört açarsak düşmanı yeneriz. Büyük savaş ise görünmeyen düşmana karşı, o düşman da nefsimizdir.

Nefsimizi kolay kolay yenemeyiz. Nefsimizi ancak onun isteklerini durdurmakla yenebiliriz. Çünkü nefsimizin istekleri hiç bitmez, doyum nedir bilmez. Kim derse ki, ben nefsimi yenerim, o kişi daha baştan kaybeder. 

Bakın, Seyyid Burhâneddin Efendi şöyle buyuruyor: 

“Kim nefsiyle barışık ise bu âlemde, bilsin ki o, Allah ile savaştadır.” 

Bir insan Allah ile savaşa girişirse, hiçbir zaman gâlib olamaz, hep mağlûb olur. 

Yine Seyyid Burhâneddin Efendi, selâm olsun üzerine, şöyle diyor: 

“Denizdeki canavardan korkma, onu gözün görüyor. Ondan kendini kurtarabilirsin. İçindeki nefsin o kadar büyük bir canavar hâline gelmiş, ama onu görmüyorsun, almış seni götürüyor.”

Şems-i Tebrizî Hazretleri de nefs için şöyle hitâb eder: 

“Sıdk-ı bütün bir gönülle bağlandığın yere, Allah’ı zikre girdiğin zaman, o nefsin kalesini yıkar.” 

Bu bir, ikincisi de riyazattır. Sonuç olarak bağladığın yere temiz bir gönlün ve büyük bir aşkın olacak. Şöyle bir misâl verelim: İnanç insanı caydırır, ama iman caydırmaz. İman ne demektir? Bağlandığın yere, sen benim Rabbimsin, sen benim her şeyimsin, diyebilmektir. İnsan, imanla yola koyuldu mu, nefs geri adım atar. Fakat inançla yola koyuldu mu, nefs gâlib gelir. Eğer kişi, ben çok bilirim, ben şöyleyim, ben böyleyim, diye konuşmalara girdiği an, o kişi nefsinden konuşuyor demektir. Nefsinin kollarına düşmüştür ama farkında değildir. 

Bize en büyük örnek Hazreti Muhammed Efendimizdir. Nasıl en büyük örnektir? O, her zaman, “Allah benden şöyle konuştu, Allah benden şöyle söyledi” diye, devamlı Allah’a dayanarak konuşmuştur. Bizler de burada nasıl konuşuyoruz? Hiçbir zaman kendimizi öne atmıyoruz, her zaman, Hazreti Muhammed şöyle buyurdu, Hazreti Mevlâna şöyle söyledi, diye hitâb ediyoruz. Bakın dikkat edin, büyüklerimizi zikrediyoruz. Onlara biz inandık ve iman ettik. Biz, Allah’ın bütün güzelliklerini, Hazreti Muhammed’de ve Evliyâullah’da görüyoruz. Çünkü bütün Evliyâullah, hepsinin selâm olsun üzerlerine, hepsi Hazreti Muhammed Efendimizin mânevî kardeşleridirler. Onlar, Resûlallah Efendimizi görmeden âşık oldular ve sonra Resûlallah yüzünü onlara mânâlarında gösterdi. Eğer bizler de temiz bir imanla ve temiz bir aşkla yolumuza devam edersek, nefs çırpınır durur ama birşey yapamaz. Ama eğer dersek ki, dur ben bir namaz kılayım, bir dua edeyim, zikir yapayım sonra uyarım Allah’a, o zaman olmaz; bizde öyle yaz boz tahtası yok. Nerde tuzağa düşersin göremezsin. Bu nedenle insanın imanına sımsıkı sarılması lâzım. Koskoca Peygamber bile, her akşam dinlenmeye çekilmeden önce yetmişbeş sefer “Estağfurullah” diyor. O, bunu yapıyor da biz acaba neden yapmıyoruz? Bir kere bile estağfurullah demeden yatağa giriyoruz. Peygamber Efendimizden hiç örnek almıyoruz, ki O, Hakk ile Hakk olmuştur. Onun her zerresinde Hakk’ın nûru vardır. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 8

Âriflerin Menkîbeleri’nde, Seyyid Burhâneddin Hazretlerine sorulan bir soru şöyle nakledilir:

“Bir gün bir cemaat Seyyid’den, Allah yolunun sonu var mı? diye sordu. O da, yolun sonu var ama menzilin sonu yoktur, diye buyurdu. Çünkü bu yolda yolculuk iki türlüdür: Biri Allah’a doğru yolculuk, biri de Allah’da yolculuk. Allah’a olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan kurtulmaktır. Bütün bunların sonu ve hudûdu vardır. Fakat Allah’a ulaştıktan sonraki yolculuk Allah’ın ilim ve mâfireti içinde olur ve onun da sonu yoktur.”

Yolda, ‘mal isterim, mevkî isterim, şeref isterim’ gibi birtakım istek ve sesleri, Mesnevî’de, gûlyabanî seslerine benzeten Hazreti Mevlâna, “İçinden bu sesleri men et de sırlar keşfedilsin” buyurur.

Bu seslerin nasıl mahvolacağının yolunun Allah’ı anmak olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, sabır ve sebâtla zâhirî gözden başka bir göz elde edeceğimizi belirtir.

Bu suretle bizlerin bir deniz hâline geleceğimizin ve hattâ göklerde seyreden bir güneş kesileceğimizin müjdesini verir.

Makalât’ta Hazreti Şems, mürid hakkında der ki:

“Müride gerekli olan üstâdına karşı çok saygılı olmaktır. Onu, müridinden sor, demeleri bundandır.

Bir müride sordular: Senin üstâdın mı daha iyidir, yoksa Bayezid-i Bistâmî mi? Üstâdım daha iyidir, dedi. Peki ya üstâdın mı daha iyidir, yoksa Hazreti Peygamber mi? Üstâdım, diye cevap verdi. Peki, üstâdın mı daha iyidir, yoksa Allah mı? Mürid yine üstâdım diye cevapladı. Çünkü ben birlik ve tevhîdin sırrını ondan başkasında bulamıyorum”

Tanrı’nın bir neşe ve zevk olduğunu tekrarlayan Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bu neşeden şöyle bahseder:

“Peygamberler, Tanrı neşesine dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden (dünya) vazgeçtiler. Fakat şarabın verdiği neşeye alışan, Tanrı neşesini nasıl beğenecek?

Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler, oyuncak görünmüştü. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü nasıl kucaklar?”

Rubaî:

“Dünyaya ait birçok isteklerle dolu olan gönlünü, canını aşk askerlerinin önüne at, onlar öldürsünler de sen gönülden de candan da kurtul! Bedenini de kendin kaftan gibi yırt! Artık her şeyden kurtul! Onların ne eserinden, ne haberinden, ne de belirtilerinden bahsetme! Tamamiyle kendinden kurtul, kendinden geç! 

Ben şimdi kendimden geçtim, kendimdem kurtuldum ve düşüncenin de yolunu kestim. Ben mestim ama ey sakî sen bana yine o mansûr şarabından ver de beni büsbütün mest et, beni büsbütün benlikten, varlıktan kurtar! 

Haydi sıçra, kalk; ayağını varlığının başına bas, kendini ayak altına al! Haydi aşk kanatları ile uç, uç da nankörlükten de, şükürden de, her türlü kayıtlardan da kurtul!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle bize tasavvuf yolunda en büyük kılavuz olmuştur. Başka sufîler gibi bir köşeye çekilmiş değildir. Hayata ve insanlığa yayılır. Günlük hayatta yaşar. Öyle ki cüzzamlısından düşmüşüne kadar tüm insanları sonsuz şefkatiyle kucaklar.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle anlatılır:

Hazreti Mevlâna ve arkadaşları ılıcaya teşrif etmişti. Ilıcaya ulaştıkları vakit Çelebi Emîr Âlim Hazretleri, Mevlâna’nın arkadaşlarıyla yalnız kalması için insanları hamamdan dışarı çıkarmış ve havuzu kırmızı, yeşil elmalarla doldurmuştu. 

Mevlâna Hazretleri içeri girdiği vakit insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve utanarak çıkmakta olduklarını, havuzun da elmalarla dolu olduğunu gördü.

Bunun üzerine, “Ey Emîr Âlim, bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetlidir ki, onları dışarı atıp havuzu elmalarla doldurdun. Bütün dünya ve onun içindeki şeyler, insanlar için ve insan da o dem için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onlarla birlikte suya girebileyim” diye buyurdu.

Şiir:

“Dünyadan maksat insandır, insandan maksat da o nefestir.”

Sultan’ül-Ulemâ’nın halifêsi ve Mevlâna’nın babasından sonraki mürşidi Seyyid Burhaneddin Hazretleri, yanından ayrılırken Mevlâna’ya, “Sen artık yetiştin oğlum. Eşi benzeri bulunmayan bir bilgin oldun, haydi yürü de insanların ruhunu taze hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini, kendi mânâ aşkınla dirilt” diyerek Mevlâna’yı insanları irşâd etmesi için yönlendirmiştir. O yüce Sultan, Tanrı aşığı bir ân olsun çalışmaktan vazgeçmemiş, gece gündüz yolda, bahçede hiç dinlenmeden hem sohbetlerinde, hem de yazılı eserlerinde insanı ve insanın gerçek kimliğini anlatmış, ilâhî aşk sırlarından bahsetmiştir.

Kasîde:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. 

Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi giizel! 

Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor. 

Bugün tövbeden başka bozulacak birşey yok! Bugün sevgilinin saçından başka dağınık, perişan bir şey yok!

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına kapıldığı o güzel, balçıktan yaratılmıştır. Fakat o, gizli olarak Hakk’ın kudreti, yaratma gücü, sanatı ile süslenmiştir.

Bugün başka türlü bir gün, bugün nerede bir ölü varsa canlanır, dirilir. Bugün kör bile başka bir göze sahip olur. 

Nice beden vardır ki, toprak esiridir, mezarda çürümeğe mahkumdur. Fakat gönlü gökyüzünde emîr nice tohum var ki, toprak altına düşmüş, ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış. 

Gönlü mücevher, inci hazinesi olan bir varlık nasıl olur da kirli toprakta yaşar? Sevgilisini bağrına basmış olan bir kişinin nasıl olur da gönlü daralır, sıkılır?”

MANEVİ MENKIBELER – 98

SEMÂ ZİKİRDİR, İBADETTİR…

Bir sohbette, “Semâzenin, semâ etmesinin dışında sorumlulukları var mıdır?” diye sordular.

Tabî vardır. Hazreti Mevlana’da hiç ayrım yoktur. Semâ çıkaran, kalfalık mertebesine yol alır. 

Eğer mutrib ve semâzenler ehl-i iman iseler, o ayin-i şerif icra edilirken gezegenlerden ehl-i iman ruhlar gelir, ayini izlerler. 

Size şöyle bir misal vereyim… 

Bir gün ayin biter, semâzenler tam çekilecekken, Hazreti Mevlana seslenir: “Erenler geri dönün!” Mutribe de seslenir: “Neyler üflensin, kudümler vurulsun, yeniden ayin açılsın.” 

Yeniden ayini tekrarlar, ayin bitince Hüsameddin Çelebi, “Efendi Hazretleri, ayini icra etmiştik, neden bir daha ayin yaptık?” diye sorar. 

Hazreti Mevlana, “Ey ruhumun mertebesi, biz ayini icra ederken gezegenlerden, görmediğin ruhlar ayini izlemeye geldiler. Çok uzak gezegenlerden de ruhlar geldi ama ayin bitmişti, onları boş çevirmemek için tekrar ayin açtık” der.

Akıl her şeye eremez. Zaten her şeye akıl erseydi, o zaman peygambere, evliyaya lüzum yoktu. Herkes aklı ile istediği yere ererdi. 

Hazreti Mevlana der ki: “Hangi dinden olursa olsun, benim ayin-i şerifimi izlemeye gelenlerin içlerinde Peygamberlerine özlem varsa orada Musa da, İsa da, Muhammed de var. Semâzenlere baksınlar, Peygamberlerini orada görsünler.” 

Çünkü semâzenin elini açması; yücelerden alıyor, kullarına saçıyorum, onların gönüllerini yoklayıp, sana sunuyor, kendime hiçbir şey mâl etmiyorum, anlamına gelir.

Peygamberler daima Hakk’tan söz ettiler. Yolcunun gönlünü dinleyip, yine Hakk’a davet ettiler. Onun için semâzenlerin her biri, bir Peygamberi temsil eder.

Semâzenin, Hakk’ın elçisi sıfatını giymiş olduğunu düşünüp, bütün nefsî duygulardan arınması lazım. Benliğe girer, şımarıklık yaparsa boşuna semâ eder, hiçbir mana taşımaz. Semâ zikirdir, ibadettir. 

Hazreti Şems-i Tebrizi, “Sen onu aşk ile yaparsan zikir sayılır. Aşk ile yapmaz, nefsin için yaparsan, o semâ yarın sana ceza verir” diyor. 

Şiir: 

“Ey dil, ister isen kâmil olsun noksanın, 

Gir sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın. 

Girersen sikkesi altına Hazreti Mevlana’nın, 

Cihanda bir görünür, Ali Ekber okunursun. 

Çıkarsan sikkesi altından Hazreti Mevlana’nın, 

Sıradan biri okunursun…” 

Semâzenler, Mevlana’nın pervaneleridir. Gönüllerini güzelliklerle doldururlarsa mesele kalmaz.

MANEVİ MENKIBELER – 97

AŞK İLE…

Hazreti Peygamber Efendimiz, seyrek konuşan bir peygamberdi. Hiç gelişigüzel dil dökmemiştir. Hep düşünerek, başı eğik dil dökmüştür. O, başını kaldırdığı zaman ağzından çıkan kelam, bir iki gün sonra suret bulurdu. Suret bulduğu için ona, Muhammed Emin ismini verdiler. Yani Muhammed’in sözlerinden emin olun, doğrudur. Ondan dile gelen Allah’tır. 

Hazreti Muhammed veliler velisi, nebiler nebisidir. Onda sayısız bilgi vücud bulmuştur. 

Bir gün O’na, “Ya Muhammed!” dediler; “Sen bu alemde annesiz babasız büyüdün. Hiçbir bilginden ders almadın, bu bilgileri bize nereden aktarıp veriyorsun?” 

İşte verdiği cevap: “Güzel soru,” dedi, “annemi babamı erken kaybettim, okula gidip ilim tahsil edemedim. Benim öğretmenim yüce yaratıcı Allah’tır. Ondan bu bilgilere vâkıf oldum. Bütün karşıma çıkan varlıklara O’nun gözüyle baktım, sevgimi sundum. Baktığım yerler de hâl diliyle bana kim olduklarını söylediler.” 

Belki çok kitap okumuşsun ama sorularına hâlâ cevap bulamamışsın. Çünkü en önce kendini okumamışsın. Kimsin, tanıyamamışsın. O zaman öğrendiğin sözler, bilgiler kendinde yer bulmaz. Demek hazır yiyorsun, çalışmıyorsun. 

Esası odur ki; aşk ile yola çıkmak lazım, kuru ilimle olmaz…

Rubai:

“Benim zatım, bahr-ı küll, bütünlük aleminin denizi haline gelince, zerrelerin güzelliği, Hakk’ın yarattığı bütün varlıkların hoşluğu, nizamı, bana aydınlanıp görünür. 

Ben ilahî tecellilerin heyecanına kapılırım da bütün vakitlerimin bir vakit olması için, aşk yolunda gece gündüz mum olup yanmak isterim.”

MANEVİ MENKIBELER – 96

İNCE BİR YOL…

Behlül-i Dâna Hazretleri, bir Cuma günü camiye gitmiş. Hoca Efendi, Allah’ın celâli esmasından vaaz veriyormuş. Cehennemi yakmış, insanları katranlı kazanlara sokmuş. Devamlı gazab-ı ilahîden konuşmuş. Namaz edâ edilip çıkılmış. 

Haftaya, Behlül-i Dâna Hazretleri kova kürek alıp, erkenden gelip, kürsünün önüne oturmuş. Hoca vaaza başlayacakken bakmış ki, Behlül-i Dâna kova, kürek bekliyor. “Ey cemaati Müslimin! Cenab-ı Allah insanları cezalandırmaktan münezzehtir. İnsanlar burada kötülükler yaparlar, ateşi oraya götürürler. Sonra o ateş üzerine oturur, yanarlar. Yani cehennemde zerre ateş yoktur” diyerek vaazı tamamlamış. 

Behlül-i Dâna kovası, küreği ile saraya dönerken Harun Raşid’e rastlamış. 

“Behlül nereden geliyorsun?” 

“Cehennemden.”

“İnsan, cehenneme gittiği zaman yanında dünyaya delil getirmesi lazım, oradan bir damla ateş almadın mı?”

“Şevketli hükümdarım, bugün hatip buyurdu ki, cehennemde hiç ateş yokmuş, buradan götürüyorlarmış.”

Sırat köprüsü denilen kıldan ince, kılıçtan keskin kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş olan köprünün manâsı dünyamızdır. Kırk sene yokuş, kırk sene düzlük, kırk sene iniş ise insanın dünya ömrüdür.

İncineceksin, incitmeyeceksin; kırılacaksın, kırmayacaksın. 

Böyle yaşamını sürdürürsen, köprüyü geçmiş olursun. Yapmadıysan, köprüden çoktan düştün, ne kadar ibadet yaparsan yap boş sayılır. 

Ne kadar ince bir yol, kıldan ince kılıçtan keskin. Kesilen koçlar mı geçecek?.. Bütün bunlardan maksat insan nefsini kesecek ki köprüyü geçsin.

Beyit:

“Ölüm, bizi birer birer çekip alıyor; onun heybetinden, korkusundan akıllı insanların bile beti benzi sararıp durmadadır! 

Ölüm, yolda durmuş, bekliyor; efendi ise gezip tozma sevdasındadır! 

Ölüm, kaşla göz arasında; onu hatırlamaktan bile bize daha yakın! Fakat, gaflete dalanın aklı nerelere gitmede, bilmem ki?..”

MANEVİ MENKIBELER – 95

HÂL…

Sofî, bir yere aşık, oranın sofîsi olmuş. Sofîler arasında, kimi aşk ehli olmuştur. Sofîlikte en büyük rütbe hâldir.

Abdülkadir Geylâni Hazretleri başına üç tane sarık sarmış.

“Neden?” diye sormuşlar.

“Birinci sarık ibtida, şeriat; ikinci sarık insana yol, tarikat; üçüncüsü hakikat, insan Hakk’tır.”

“Bunlardan hangisi üstündür?”

“Hakk ile Hakk olmuş, sevilen kişinin hâliyle hâl olmuş kişi en güzel rütbededir” diye cevap vermiş.

Diyelim ki, acizâne Hazreti Mevlâna’ya büyük bir muhabbet verdin, eserlerini okudun, O’nun hâliyle hâl olursan, makam sahibisin. Ama sofîsin O’nun ahlakıyla, hâliyle hâl olmuyorsun, makam sahibi olamazsın, yolda ikilikte kalırsın. 

Yolları kısaltan, insanı en çabuk menzile ulaştıran aşktır. Menzile ulaştığı zaman, aşıkta ikilik kalmaz. Aşığın vücuduna Sevgili hakimdir, başa akıldır, hüküm de O’nundur. Hüküm O’nun olunca, artık sana ait bir şey kalmamıştır.

Hazreti Şems, Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir…

“Bihamdülillah, aldı fikrimi Zikrullah. 

Küll isen safî, eğer isen sofî, açılır sana bir kapı, ayan olur Cemalullah. 

Bu tevhidden maksat, murada ermektir, görünen kendi Zat’ıdır, sanma gayrullah. 

Şems-i Tebriz bunu bilir, ehad kalmaz fenâ bulur, bütün bu alem küllî mahvolur, yine bâki Allah kalır..”

MANEVİ MENKIBELER – 94

FÎSEBİLLAH…

Bir gün Cenab-ı Mevlana ile Şems-i Tebriz yolda gidiyorlar. Hem yürüyorlar hem muhabbet ediyorlar.

Mevlana, Şems-i Tebriz’e bir soru soruyor, “Ya Şems, karşıda görünen kabristana, hocalık devrimizde, topluma daima, cennet-i bakiye diye söylerdik. Peki senin nazarında burası nasıl bir yerdir?”

Şems-i Tebriz Hazretleri, “Ya Mevlana” diyor, “burası benim nazarımda, yalacılar mahallesidir.”

Bakın kabristan için yalancılar mahallesi diye hitab ediyor Şems…

Mevlana, bunu duyunca duraklıyor, “Nasıl olur?” diyor, “yalancılar mahallesi, biz hep cennet-i bakiye olarak bilirdik.”

“Şimdi beni iyi dinle” diyor Şems, “burada yatanlar arasında hayattayken, birbirlerini çok sevenler vardı, canlarını hiçe sayarlardı, hatta birbirlerini görmeden bir an dahi duramayacaklarını söylerlerdi. Geldi başlarına, çalındı kapıları, yola çıktılar gittiler. ‘Sensiz duramam’ diyen kişiler, acaba yola çıkanın arkasından gitti mi, yahut da geri mi döndü?”

Cenab- Mevlana biraz düşündükten sonra, “Çok kişi” diyor, “geri döndü, sözünde durmadı, gidenin peşine gitmedi.”

“Peki şimdi bunlar yalan mı söyledi yoksa doğru mu söyledi?”

“Yalan söyledi ya Şems.”

“İşte, böyle olduğunu için burası yalancılar mahallesidir.”

Bunun üzerine Cenab-ı Mevlana bir ürperme geçiriyor ve yine dönüp Şems’e, “Peki” diyor, “seninle benim halimiz ne olacak?”

Şems, “Ya Mevlana” diyor, “fîsebillah… yani biz birbirimizden hiçbir menfaat beklemeden, birbirimizi her şeyin üstünde seversek ve bu sevgiyi son nefese kadar sürdürürsek, bizim gideceğimiz yer, bekâbillah… yani Allah’ın sonsuz güzelliğinin bulunduğu yer. Burayla hiç işimiz yok.”

Şimdi soralım kendimize… Dış sevgililer, yani para, pul, evlat, eş… bunların dışında acaba gönlümüzde asıl Sevgili yer almış mıdır, almamış mıdır? Açık söyleyeyim, zerre kadar almamıştır. O kalmış dışarda, hepsi lafta…

Düşünün ne büyük bir kayıptayız…

İşte koca Mevlana bakın ne diyor… Zikirler yaparsınız, benim güzelliklerimi işitirsiniz, ne kadar da yüce olduğumu duyarsınız ve bana heves edersiniz, istersiniz bir akşam konuğunuz olayım, rüyanıza geleyim, güzel bir yüz göstereyim… Ama sanmayın ki ben gelmiyorum, her gece geliyorum. Var ya o kalbiniz sizin, onun hakiki ismi saraydır. O kalb, daha sen ana rahmindeyken seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’, dünyaya geldin, o yine seni zikrediyordu, ‘Allah… Allah… Allah…’ Neden? Çünkü hakikatte insan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. Hep seni zikrediyordu. Ama sen, seni zikredeni hiç zikretmedin, başka şeyleri zikrettin. Ben geldim, saray kapısını açtım, ama baktım ki saray dolu, bana yer yok… Olmadığı için, geldim gittim, geldim gittim, geldim gittim, sordum, var mı bir haber, hiç ses çıkmadı…

Demek ki her zerre sağırlaşmış, duyguya kapılmamış, sünger gibi çekmemiş içine… 

Sonra diyorsunuz, göremiyorum edemiyorum. Göremezsiniz, çünkü çok kıskanç bir sevgilidir O…

Mecaz aşkta dahi büyük kıskanmalar vardır, ama Tanrı’nın kıskançlığı hepsinden büyüktür. O kadar ister ki en çok O sevilsin, olmaz derecede. İşte bu yüzden göstermez yüzünü…